İnsan, düşünmeye başladığında sorular sordu. İlk sorulan
şunlardı: "Ben kimim? ... Nereden geldim? ... Hayatın amacı nedir? ... Niçin ölüyoruz ve öldükten sonra nereye gidiyoruz? ... "
Ama insan her zaman, bunlan cevaplandırmak yerine, devamlı
sorular sormaya daha yatkın olmuştur ve bu da onun zihinsel gelişimine yardım eden bir dürtü vazifesi görmüştür. İnsan henüz öğrenme susuzluğunu giderebilmiş değildir, ama bununla birlikte
tüm cevaplar hemen oracıkta, elinin altında, yani şuuraltında yatmaktadır ve bundan haberi bile yoktur.
Asırlar boyunca insanın ve evrenin kökeninin sım,imajinasyonlan tahrik edip durmuş ve dünyanın en büyük düşünürleri her
biri kendilerinden önce gelenlerin çalışmalarına dayanarak kendi
teorilerini oluşturmak tarzında, kendilerini bu muammanın çözümlenmesine adamışlardır. Demek ki insanın ve evrenin tabiatları, felsefenin başlıca iki problemini oluşturmaktadır. Dünya,
İlahi İrade'nin bir etkisi ile mi yaratılnuştı? Ya da rastlantısal bir gelişimin sonucu mudur? Temel cevheri nedir ve neden çok çeşitlidir? İnsanın evrendeki rolü nedir? Sınırsız bir uzaydaki basit bir
toz ya da madde zerreciğinden mi ibarettir? Ya da En Yüce Aklın
en büyük eserini, ulvi bir varlığı mı temsil etmektedir?
Bu problemlere ilk dalan filozof, Eski Yunan'da M.Ö. 600 yıllarına doğru yaşanuş olan Thales'tir. Kainatın ve insanın, meydana getirilmiş oldukları ilk madqenin su olması gerektiğini söyler;
çünki donduğu zaman katılaşmakta, ısıtıldığı zaman da buhar veatmosfer haline dönüşmektedir. Sonuç olarak sudan kaynaklanan
her şeyin sonunda muhtemelen yine suya döneceği sonucunu çıkarmıştır. Thales gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduğunu hiçbir zaman fark edemedi. Şayet "su" kelimesi yerine "ruh" kelimesini kullanmış olsaydı, hiç şüphesiz, bu görüşü ve ilhamı dolayısıyla daima alkışlanacakb. Ama bu sözcüğü seçmemişti ve Thales günümüzde pratik olarak unutulmuştur. .
Bir süre sonra Anaximandros isminde baŞ°ka bir Yunan düşünürü, evrenin tüm uzayı kaplayan canlı bir kütle olduğunu iddia
etti. Ona "sonsuz" adını veriyor ve onun hareketi içerdiğini açıklıyordu. Anaximandros'un diğer bazı fikirlerinin hayli garip olmasına karşın bu, yine de ileri doğru ablmış yeni bir adım sayılırdı.
Bu kavramlar, Eski Yunan'daki diğer bir filozof grubu olan
atomistlerin yolunu hazırlamışbr. Bunlar, kendilerinden önce gelenlerle aynı fikirde olarak, değişim ve çeşitliliğin çok küçük birimlerin karışımı ve ayrışmasından kaynaklandığını kabul ediyorlardı; fakat bu birimler ya da atomların, daha önce inanıldığı biçimde
cevherleri bakımından pek farklı olmadıklarını bildiriyorlardı.
Her atomun hareketli olduğunu ve bunların değişik şekillerde ve
çeşitli sayılarda birleşerek maddeyi oluşturduğunu iddia ediyorlardı. Atomların kendileri hiç değişmiyorlar, ebediyen ve çok küçük halde sürüp gidiyorlardı. Atomların biraraya gelişleri hayatı
oluşturuyor, ayrılmaları ise ölüm getiriyordu. Atomistlerin vardıkları bazı sonuçlar günümüzde anlamsız gibi gözükse de şurası
kesindir ki, onların kavramları doğru yönde ablmış iyi bir adımdı.
Yine daha sonralan, apolojistler, Tekvin'in (Yaradılış) tercümesini savunmaya ve bunu felsefe ile uzlaştırmaya kalkışbklarında, septikler (şüpheci filozoflar) onların vardıkları sonuçları, sebepler ve deliller ileri sürerek çürütme yoluna gittiler. M.Ö. 300 yılına doğru Pyrrhon tarafından meydana getirilen bu şüpheci felsefe okulu, evrenin tabiatına ilişkin yapılmış olan tüm açıklamaların
önemsiz olduklarını ve hiçbir gerçeğe uymadıklarını iddia etmekteydi. Bu ekolün mensupları, insanın hiçbir şey bilmediğini ve nesnelerin tabiatını hiçbir zaman öğrenemeyeceğini düşünürlerdi. Onlara göre insan yalnızca görebildiği ve ölçebildiği şeyleri tanıyabiliyordu ve başka bir şey aramaya kalkışmamalıydı. Bu pesimist felsefe her şeyi tümden reddediyor ve karşılığında da birşey
getirmiyordu.
Musa Peygamber'in kutsal kitabında (Tevrat) yer alan Tekvin (Yaradılış) kısmı ile Yunan felsefesi arasında bir yakınlaşma
kurmaya gayret eden kişi, İsa döneminde yaşamış Yahudi filozof
Philon olmuştur. Philon, hepsi de tek bir kaynaktan, Tann'dan gelen sayısız güçlerin -ya da ruhlann- mevcut olduğunu ve bunlar
içinde Logos adı verilen birinin, alemin yaradılışından sorumlu olduğunu öğretiyordu. Ek olarak, kainatta var olan her şeyin, Tann'nın ruhundan fışkıran bir fikrin ifadesi ya da kopyası olduğunu
iddia ediyordu.
Onun felsefesi, Yahudi ve Hristiyan dini literatürü (edebiyat)
üzerinde derin bir etki meydana getirdi. İlk Hristiyan alimleri Philon'un Logos'u ile İsa'yı, tene bağlannuş Kelam'ı, Tanrı'nın alemin
yaradılışındaki vekilini çok çabuk özdeşleştirmişlerdir.
Ardından, 3. yüzyılda, fikirleri Philonunkiler'den pek farklı
olmayan Platin gelir. Onun doktrinine göre varlıklar ya da sudurlar (çıkanlar, yayılanlar), an (saO bir Tann tarafından neşredilmişlerdi; bpkı ışığın, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin güneş tarafından yayılması gibi... Işık, kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflamaktadır. En uzak uçta madde ya da karanlık bulunur -
toprak (veya dünya) ve mevkiinden düşmüş olan insan- ama Tann
ve madde arasında hüküm süren ruhtur.
Evrenin aslı ile ilgili modern teoriler üç gruba ayrılabilirler.
llk olar�k, kainabn bir kaza eseri olduğunu, alemin mekanik olduğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu ve hiçbir dış etkiye bağlı
olmadığını iddia eden materyalist monizmi görüyoruz. Buna göre
evren, bir tekamül süreci ile ve rastlantılann da en büyüğü sayesinde basit bir halden yola çıkarak şimdiki karmaşık halini almışbr. Bu fikir pek de yeni değildir, çünki M.Ö. 306 yılında Epikür tarafından ortaya atılnuşbr. Bu, evolüsyonizm (tekamülcülük) teorisidir ve o "basit hal"in ne olduğunu ve nasıl belirmiş olduğunu
açıklayamadığı için de problemin çözümünü ertelemekte, cevabını verememektedir.
Diğer bir modem teori ise alemin, ister bir hahi Varlığın doğrudan sudum, ister tekamül ile olsun, dış bir etkiden meydana geldiğini iddia eder. Bu panteizmdir. 17. yüzyılda Spinoza, evrendeki
her şeyin Tanrı'run tezahürleri olduğunu ve tüm varlığın aynı cevherden yapılmış olduğunu, bunun, Tanrı ya da Maddi Alem olduğunu korkusuzca iddia etmeye kadar varmışhr. Ona göre kötülük,
anlayışı dar olanlar için mevcuttur ve bir bütünün parçası olarak
kabul edildiğinde erir gider. Hollandalı bir Yahudi olan Spinoza
bu fikirleri yüzünden sinagogdan çıkarıldı. Onun için, "Tanrı'run
zehirlenmiş kişisi" denmekteydi. Bununla beraber, enteresan fikirler
,
getirmişti.
Uçüncü modern inanış, alemin kendiliğinden, hiçlikten yaratılmış olmasıdır. Bu, geleneksel dini görüş açısı bakımından kreasyonizmdir (yaradılışcılık). Tanrı, Yaradan olduğu kadar bölünemez de. Ve O'ndan bir şeyin sadır olması (yayılması) imkansızdır.
Üstelik evren, herhangi bir ilk cevherden değil, tüm parçalarıyla
birden yaratılmıştır. Bu teori, biliminki ile birleşmektedir. Madde
atomlardan yapılmıştır, atomlar enerjidir, enerji ruhtur, ruh Tanrı'
dır.
Ruhun kökeni üzerine kurulmuş Hristiyan doktrinleri arasında ilk olarak, 200 yılına doğru, Tertullien tarafından öğretilen
ve ruhun, iki bedenin birleşmesinden gebelik ile yeni bir bedenin
meydana gelişi ile aynı şekilde ve aynı anda diğer bazı ruhlar ya da
fizik varlıklar tarafından yaratılmış olduğunu iddia eden "tradusiyanizm"dir. Kreasyonizm, Tanrı'run her beden için yeni bir ruh yaratmış olduğunu söyler. Bu soru, kilise tarafından hiçbir zaman tamamen çözümlenmiş değildir. St. Augustin ve Martin Luther de,
ruhun tabiatı üzerinde hiçbir zaman fazla durmamışlardır. Geleneksel Hristiyan felsefesi, ruhun yeni bir organizma içine üflendiği esnada yaratılmış olduğunu iddia eder.
İlk Yunan filozofları arasında Eflatun, ruhların daha önce
mevcut olduklarına ve bedenler içine ard arda, sırayla enkame olduklarına inanıyordu. Kısa bir süre sonra Philon ve Orijen -ki görüşleri yüzünden aforoz edilmişti-ruhun ilahi kökenli olduğunu, her zaman varolmuş olduğunu ve ruhtan maddeye ve maddeden
de ruha dönüşmekte olduğunu öğretiyorlardı.
Hintli filozoflar, Brahmanizm (dünyanın en eski dini) ile Budizm, ruh ile beden arasında bir ayınm (düalizm) oluşturuyorlardı
ve fizik yaşamın, ruhun tekamülünde geçici bir maceradan ibaret
olduğunu öğretmekteydiler. Bazı Hint mezhepleri reenkamasyonun (tekrardoğuş) insan bedeninde olabileceği gibi bir hayvan bedei;inde de gerçekleşeceği inancını taşırlar. Yahudi Kabbalası ve
Gnostisizm (Yahudi ve Hristiyan doktrinlerinin bir karışımı) hemen hemen aynı kuralları öğretiyorlardı, şu farkla ki, ruhun tekrardoğuşu sadece insan ırkına mahsustu.
Eski İsrailliler iki ekole ayrılıyorlardı. Ferisiler ölümsüzlüğe
ve ruhsal bir varlığa, ruhun önceden var olduğuna ve ruhsal yaşamdan maddi yaşama geçişine inanıyorlardı. Sadukiler ise materyalist idiler, ölümsüzlüğü ve tüm ruhsal mevcudiyeti inkar ediyorlardı; onlara göre insan doğar, yaşar ve ölürdü ve bundan başka bir şey de yoktu.
Modem bilim, bildiğimiz gibi, gaz halinde olan bir ilk cevherin ahenkli bir evren haline dönüşmesi üzerine çok sayıda teori
oluşturmuştur, ama ruh ile ilgilenmez; çünki ona göre ruhun varlığı kanıtlanmamışbr, dolayısıyla böyle bir imkan yoktur. Bununla
birlikte parapsikoloji alanında yeni olarak eşsiz gelişmeler kaydedilmiş ama insanın psişik yetenekleri hala, resmen ruha bağlı olarak kabul edilememiştir.
Böylece, bilim adamları her zaman insanın ve kainabn tabiab
problemini çözmeye uğraşıp durmuşlardır. Musa'run kozmogonisini, Tevrat adı verilen bu dikkate değer kitapta ortaya konduğu
haliyle sırasıyla savunmuşlar, reddetmişler ve "düzenlemişlerdir". Tüm tartışmalara rağmen Tekvin'de anlatılan yaradılışın
hikayesi hiçbir zaman kesin olarak inkar edilmemiştir. Hikaye,
edebi olmaktan çok sembolik olduğundan, derinliği ve ezoterik
anlanu, edebi bir yorum arayan herkesin gözünden kaçmaktadır.
Edgar Cayce'in "okumaları" genel olarak Musa'nın anlatbğı
hikayeyi, ayrıntıda olmasa da prensipte izlemektedir. Bunun şaşırtıcı bir tarafı yoktur. Çünki Tekvin'in ayetlerinde eksik olan unsur ayrıntılardır. "Okumalar" her şeye rağmen, eksik olan unsurlar
hususunda epeyce aydınlatıcı bilgi vermektedir. Buna ek olarak,
asırlar boyunca her türlüsünden tahminlerde bulunulmasına yol
açnuş olan bazı karanlık bölümlere sağlam ve ikna edici açıklamalar getirmektedir. "Okumalar" tarafından meydana getirilen bu
bilgi ocağından, yaradılışın mantıklı ve anlaşılır bir tercümesi fışkırmaktadır adeta. Normal olarak insan anlayışının erişememesi
gereken bir dizi karmaşık olayların, gayet açık ve sade bir tasvirini
yapmaktadırlar.
Cayce Dosyalarından Aktarmalar
Başlangıçta Ruh vardı; muazzam bir ruhsal güç , muazzam
bir ayırt edici enerji okyanusu, tüm mekanı ve tüm zamanları dolduruyordu. Her şeyi bilendi, her şeye kaadirdi, her yerde mevcuttu, her şeyin kaynağı idi; İlk Sebep'ti, Evrensel Güç'tü. O, Her şey
idi, hayatın özü idi; "BEN, BEN OLANIM" idi. O, Ebedi Olan Tanrı
idi.
Tann'nın ruhu tüm hayati enerjiyi kapsar, çünki onun basit
formu içinde her şey BİR'dir. Tüm zaman, tüm mekan, tüm güç ve
madde esas (öz) olarak Bir'dir; çekici ve itici güç, tüm evreni yöneten Pozitif ve Negatif Yasası üzerine kurulmuşlardır. Hareket, bu
atomik yapının titreşimleri, Yaradan'ın tezahürüdürler. Nebülöz
faaliyeti süresince, pozitif negatif güçlerin biraraya gelişleri yaratıcı bir güç haline dönüşür. Atomlar, moleküller, hücreler ve madde
hal değiştirirler, ama öz, ruh, değişmezler. Sadece tezahürün şekli
değişir; İlk Sebep ile olan ilişkileri asla değişmez.
İkinci sebep, istek idi: Kendini ifade etme isteği, yaratma isteği, ortaklık isteği. Ruh yer değiştirdi ve kendinden çıkarak ayn
bir titreşim, farklı bir tezahür yarattı. Böylece, bu sakin ve ahenkli
titreşimler okyanusunun içinden Işık, ilahi ruhun ilk ifadesi, ruhun ilk tezahürü, kaynağın ruhundan sadır olan (yayılan, çıkan)
İlk Oğul, yani Amilius, tıpkı güzel bir düşüncenin yaratılması yada bir fikrin doğması gibi ortaya çıkıverdi. Bu, ilk yaradılış idi.
Amilius, kaçınılmaz olarak akıl ve hür irade ile bezenmişti.
Öyle olmasaydı Bütün'ün bir parçası olarak kalacak ve Bütün'ün
iradesine bağlı olacaktı. Kaynağın bir parçası olarak ve kaynak ile
olan ayniyetinin şuurunda olarak o, ruh bakımından Yaradan ile
tek bir bütün oluşturmakla birlikte kendi öz ferdiyetinin şuurunda
olan ayn bir varlıktı.
Diğer ruhların bu elektro ruhsal aleme gelmesine sebep olan
Amilius'tur, çünki bütün ruhlar başlangıçta yaratılmışlardır; hiçbiri asla daha sonra yaratılmış değildir. Akıllan ve hür iradeleri sayesinde, çocukken bile, kaynaklarının ilahi iradesi ile tam uyum
içinde, bir tekamül hali içinde mevcutturlar. Ruhun, bu cinsiyeti
olmayan, gerçek bir ruhsal alemde gerçek bir ruhsal hayatın zevkini çıkaran sayısız tezahürleri, şefkatli bir Baba'mn kusursuz evlatlan idiler. Yüce İrade ile Amilius gibi tam bir uyum içinde olarak,
onlar Baba'nın istemiş olduğu gibi arkadaşları idiler. Bütünün bir
parçası idiler, ama kendi bireyselliklerinin de şuurundaydılar.
Bu varlıkların her biri hür irade sahibi olduğu için, ilk düşünceleri, ilk tepkileri ve ilk ifadeleri birbirinden az da olsa farklı idi.
Böylece her bireysel fikir, her gerçekleştirme, her harekete geçirici
güç, varlığın bir parçası haline geldi. Kendi öz karakterini keşfetti
ve düşüncesi sayesinde kendini oluşturdu. Her biri, olmak istediği
gibi oldu.
Kısa bir sürede, ruhların iradesi kaynağın iradesinden ayrıldı. Kendi yaratıcı öz bireyselliklerinin gücünden ötürü büyülenmiş bir halde, tecrübelere daldılar. Arzu ve kibir, yıkıa güçlere, iyi
olana karşıt olan her şeye, ilahi iradenin iyiliğine karşıt olan her şeye hayat verdi. Kendi öz iradelerini ve bağımsızlıklarını azdırarak
egoizmayı keşfettiler. Ayrılığa, tekamül halinin son bulmasına yol
açan da, Tann'nın iradesine bu karşı gelişleri oldu. Bu, meleklerin
isyanı, insanın da düşüşü idi.
Ruhlar kendi iradelerine hizmet etmek amacıyla Tann'nın
iradesini reddettiklerinde, uzun bir süre için ruhsal merkezlerinden, doğal ülkelerinden de ayrıldılar. Kendi öz iradeleri ile bu bağ
kopmuştu ve yeniden kurulabilmesi de yine onlann iradelerine bağlıydı. Kısa süre içinde geriye dönüş imkansız hale geldi; doğmuş olduklan esnadaki kusursuz tekamül halini yeniden elde etmeleri çok çok zordu. Özerk bir tekamül başladı. Ruhlar, gerçek
evlerine geri dönmelerini sağlayabilecek en küçük bir mücadele
ümitlerini dahi yitirecek denli ilahi iradeye sırtlarını çevirdiler.
Amilius neler olup bittiğini anlamışh. "Kayıp" ruhların, kendilerini koruyabilmeleri için bir plan tasarlandı. Onların lehine
olarak araya girdi, kendi isteği ile gelecekte dünyanın yükünü sırtlanmayı, ezici büyüklükteki bir vazifeyi kabullendi. Bu, uzun bir
fedakarlıklar dizisinin ilk merhalesiydi.
Plan, maddiyatın yarahlmasını öngörüyordu; çünki madde,
ruhların, içinde bulundukları düşüşün şuuruna varabilmeleri
için, ruhun aynlışını fiziksel olarak gösterebilmek açısından esash.
Bu arada, dünya sadece insan için yaratılmış değildi. Güneş Sistemleri, gezegenler ve dünya, Tann'nın ruhundan sadır olan aynı
düşünce titreşimleri ve aynı hayati öz tarafından yaratılmışlar ve
şekillenmişlerdi. Kutuplar -dünyanın Çevresinde döndüğü pozitif
ve negatif kutuplar- kubbenin anahtarlan idiler. Pozitif protonlarla beraber dönen negatif elektronlardan meydana gelen atom, açı
taşıydı. Her bir atom, her bir hücre, Yaradan'ın kendisi tarafından
değil, ama Yaradan'ın tezahürü olan aynı hayat dağıhcı ruh tarafından meydana getirilmişlerdi ve her biri kendi içind� bir alem
idi.
Kozmos; sonradan müzik, aritmetik, geometri, armoni, sistem, denge adıyla tanınmış olan prensiplere göre meydana getirilmiştir. Titreşimlerin hızını değiştirerek -başka deyişle dalgaların
boyunu ve frekansını- değişik hareketler, şemalar, formlar ve cevherler yaratıldı. Bu, Evrenin Sahibi için sonsuzluğa suretler sunan
Farklılık Yasası'nın başlangıcı oldu.
Her bir proje kendisinde, kendi öz gelişme ve tekamül planını da taşıyordu ve bu, bir müzik notasının sesinin karşılığı idi. Notalar akortları meydana getirmek için birleşirler, akortlar cümleler
halini alırlar, cümleler melodilere dönüşürler; melodiler de birbirlerine karışırlar ve bir senfoni yaratırlar. Böylece, Tanrı'nın ruhu
evrenin klavyesini çalıyordu. Madde, formunu kendi öz titreşimleri ile alarak ve faaliyetini de Çekme ve İbne, ya da Pozitif ve Negatif Yasası sayesinde sürdürerek hareket ediyor ve değişiyordu.
Madde aleminde mevcut olan her şey Tanrı ruhunun düşüncesinin bir görünümü idi.
Her maddenin bir ruhu vardır ve işlevi elektriktir; çeşitli titreşim ya da hız düzenleri tarafından sebep olunan değişik fonnlar
halinde tezahür eder. Maddi planda mevcut olan tüm şartların,
kozmik ya da ruhsal planda bir karşıtları ve şemaları vardır. Bütün
kuvvet Tek'tir. Maddenin ve ruhun her şeyleri aynı ve tek bir özdendir; farklılıklar, kendilerini ifade edişlerinde ya da tezahür
edişlerindedir.
Dünya, alemler kainabnda bir atomdan ibarettir. Güneş sistemi başka boyutlara, ya da başka varlık şuuru hallerine de sahip*
. tir. Eğer her boyutun kendine özel yasaları var ise, aynı güç hem
dünyayı, hem gezegenleri, hem yıldızlan, hem de takım yıldızlan
aynı anda yönetiyor dernektir, çünki bunların hepsi uzayda ebedi
Çekme ve İtme Yasası ile tutulmaktadır. Dünya üçüncü boyutu
temsil eder; bu tüm kozmik sistemin deneme laboratuvarıdır. Diğer planlar -Merkür, Mars, Venüs, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs- ruhun tekamül planında kendilerine düşen rolü, düşünülenden biraz farklı bir şekilde oynamalı idiler.
"Başlangıçta, kendinden kaynayan bir sis tabakasının yükseldiği, titreşen bir ısı kütlesinden yapılmış olan dünya planı, bu
alemler kainabnda, sonunda bir istikrar kazandı. Kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladıktan sonra, kendisinden hayabn
her çeşidini uyarıcı unsurların uyanması için gerekli olan etkileri
aldığı Güneş'e yavaşça yaklaşh." ( 364-6)
Yaratıcı Güç'ün Yasaları evrenseldir. Birincisi Sevgi Yasası,
ikincisi Çoğalma Yasası, üçüncüsü de Tekamül ya da Büyüme ve
Gelişme Yasası'dır. Böylece Tann'run ruhu gelip dünya yüzeyinde
süzülüyordu ve o kaostan, tabiahn güzelliği tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyordu.
Cayce'e kulak verelim:
"Tanrı'nın ruhu, tüm biçimleriyle, tüm gelişim safhalarıyla,
şahsi görüş açılarıyla, tüm şuurlanmalarıyla, bizler de dahil tüm yaratıklarıyla beraber, kainatın ruh adı verilen bu parçası ile birlikte hayatın bütün gücünü içermektedir. Ama bu fizik formumuz altında bizler Yaradan'ın ruhuna sahip değiliz; sadece maddiyattan
hasıl olan bir ruha sahibiz." (792-Ca)
"İlk Sebep, yaratılmış olanın Yaradan'ı için bir ortak olmasını
istiyordu; bu, şu demekti ki yaratılmış olan, kendisine verilmiş
olan faaliyet içinde hem Yaradan'a layık olduğunu, hem de toplum halinde yaşamaya kabiliyetli olduğunu göstermeliydi. Sonuç
olarak, insanın maddi alemde gördüğü tüm yaşam biçimleri Yaradan'ın özü ya da tezahürüdür, onlar Yaradan değil ama yaratılmış
olandır, llk Sebep'in bir tezahürüdür." (364-Sd-1)
Amilius Dünya küresini idare etmekle vazifelendirilmişti.
Mineraller, bitkiler ve hayvanlar, insan henüz gelmeden önce burada gayet iyi yaşıyorlardı. Daha önceden kurulmuş olan değişmez nitelikli yasalarla yönetiliyorlardı. Henüz çok saf bir durumda bulunan ruhlar, madde tarafından cezbedildiler ve giderek artan sayılarla bu yeni alanlara doğru yöneldiler. Dünya da, rastlamış ve çekilmiş oldukları sayısız kürelerden biriydi.
Daima ruhsal formlar halindeki bu varlıklar, dünya üzerindeki hayvani yaşamın değişik şekillerini ve bunların bedensel birleşmelerini izlediler. Henüz tropikal olan ve soğumaya yüz tutmuş gezegenin üzerindeki bitki örtüsünün bolluğunu seyrettiler.
Dünyanın meyvelerini gördüler ve bunları tatmak istediler; hayvanların cinsel yaşamlarına dikkatle baktılar ve bunu tatmayı hayal ettiler. Arzu ve istek onları, kendilerini madde içinde ifade etme yolu aramaya yöneltti ve bu saf fizik ortama giderek daha fazla
gömüldüler.
Bu ruhlar doğrudan Tann'nın ruhundan çıkmış olduklarından ve Tanrı'run vasıflarına sahip olduklarından ötürü, Yaradan'ı
taklit etmek amacıyla yaratmaya koyuldular. Bu en başından beri
sahip oldukları yaratma melekelerinin cazibesine kapılarak tutkuları giderek artan bu varlıklar, kendilerine uygun beden modeli
olarak toprak üzerinde yaşayan hayvan ve havada uçan kuş bedenlerini seçtiler.
Düşünceleri aynı zamanda fiilleri olduklarından, bu arzular sonunda maddileştiler; çünki en başından beri tüm yarablışın kaynaklan insanın hizmetindeydi. Tasarlanan bu formlar başlangıçta
sadece fikirlere, imajinasyondan doğan hayallere benziyordu,
benliğin ayrılışı tarafından meydana getirilmişlerdi, tıpkı atom çekirdeğinin parçalanmasından sonra o atomun iki eksiksiz atom
meydana getirmesini ya da durgun sularda sonsuza dek bölünüp
duran amibin gelişmesini andırırcasına ... Bununla beraber, bedensel ve maddi arzulan kesinlik kazandığı ölçüde, bu formlar bedenlenmeye, saf madde halinde katılaşmaya veya donmaya başladılar
ve tıpkı kendisini çevreleyen renklere göre değişen ve uyum sağlayan bir bukalemun gibi bunlar da çevrelerinin rengini aldılar.
Ruhun başlıca faaliyeti, gelişme istikametine doğru yönlendirilen zihinsel faaliyetti. Zihnin kendini sürekli bir şekilde madde
içinde ifade etmek istemesi bir ruh-gücü bölünmesini gerektirdi.
Bunun sonucunda düşüncenin üç süreci meydana geldi: Maddeyi
düzenleyen ve kontrol eden şuur; aracı ve hafızanın depolanma
yeri vazifesini gören şuuraltı ve son olarak da tamamen ruha ait
olan süper şuur ya da şuurüstü.
Burada söz konusu olan üç ayrı ruh değil, üç değişik seviyede faaliyet gösteren tek bir ruhtur.Şuur ve şuurüstü sürekli savaş
halindedirler, ama sonuç olarak şuurüstü galip gelen olmalıdır.
Ruh varlıktan, sahip oldukları imtiyazları iyiye ve kötüye
kullandıkları ölçüde, ilahi güçlerin en yüksek ve en aşağı seviyeli
uygulamalarının doğmasına neden oldular. Bazıları -ki ender rastlananlardan- gerçek yolu arayanlar oldular ve tabii ki onlara rehberlik edildi. Büyük kitleler ise kendi kendilerine isteyerek yüz çevirdiler ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey aramadılar. Ve
bunlar, tuzağa yakalananlar oldular.
Meydana çıkan kaos, sadece seçilen formların değil, aynı zamanda ve bilhassa ruhsal güçlerin kötüye kullanınurun bir sonucu
idi. Erkek ve dişi ortaya çıkblar. Bu, cinsiyetlere ayrılma idi; "insan"ın tabiatının negatif ve pozitif güçlere ayrılması idi.
Havva'nın bir taslağı olan ilk kadına Lilith deniyordu. Onunla aynı zamanda, yeryüzünde, korkunç ve acayip mahluklar türedi: Mitolojide sözü geçen kikloplar, satirler, kentorlar (kentauros) ve hayvan bedeni ama insan başı olan nice garip mahlukat... Dünya üzerinde dolanan ve merak yüzünden çılgına dönmüş olan ruh
varlıklan, bir yaratılışı etkilemişler ve yönetmişler, kendi zihinsel
fantezilerinin yansımalarından ibaret olan bedenlere enkame olmuşlar ve böylece bir hilkat garibeleri ırkının doğmasına yol açmışlardı.
Sahip olduklan bedenler Tann'nın değil, bizzat kendi eserleri idi. Bunlar, Eski Ahit'te bahsedilen insanların kızları, yeryüzünün devleri idiler. Böylelikle, ruhun yeni bir tekamül devresinden
geçeceğinin, ruhun maddeye karşı uzun sürecek savaşının bir işareti olan tuhaf ve bozuk bir hal yaşanıyordu.
Bu korkunç mahluklar dünyaya musallat oluyorlar ve hayvanlarla birleşiyorlardı. Bunun sebebi, yılan ile sembolleştirilmiş
olan cinsellikti. Doğmalanna neden oldukları bu çocuklan yüzünden ruhlar, kendilerini çekip kurtaramadıklan bir madde hapishanesine yorulmak bilmeden tekrar tekrar doğuyorlardı. Bu kaba ve
biçimsiz bedenlerin esiri haline gelen insan, kendine ait sevgi ve
barıştan oluşan ahenkli varlıktan, kendi öz kaynağından gittikçe
uzaklaşıyordu. O, bencilce ve bedensel zevkleri tercih etmiş ve bu
kaynağı kendi isteğiyle terk etmişti. tık günah (yasak meyvenin
yenmesi) işte budur.
Ruhlar materyalize oluyorlar ve dünya üzerinde fizik bir
form alıyorlardı; başka bir yerde değil. Diğer alanlarda ya da seviyelerde -diğer şuur halleri- ruhun tekamül planı değişiyordu. Bir
plandan diğer bir plana geçiş, doğum ve ölüm denen süreci yalnızca bu fizik ve üç boyutlu planda gerekli kılıyordu. Ruh, insanın
içindeki Tanrı ruhu zamanların başlangıcından beri ölümsüzdür.
O doğmaz ve ölmez, çünki ruhlar Her şey Olan'ın, Tann'nın anatomisi içindeki küçük parçalardır.
Manevi kalnuş ruh varlıklan tarafından, bu diğer vasatlann
varlıklan "En Yukan'nın Oğullan" tarafından yardım gören Amilius, yeryüzü beşerinin yol açtığı bu garip tekamüle müdahale etti.
Dünyadaki çeşitli fizik formlar arasından insanın ihtiyaçlanna en
iyi cevap verecek olanı, onun Yaradan'a kavuşmak için yapacağı
mücadelesinde kendine en iyi yardımcı olacak bedeni seçti. Sonuç olarak Amilius yeryüzüne indi, maddeyi giyindi ve
mükemmel ırkın ilk bireyi, hybridlerden (melez yarabklar) doğan
ve "İnsanların Kızlan" adı verilen o hilkat garibelerine karşı olan
"Tann Çocuklan"nın ilki, etten ve kandan yapılma Adem adındaki
ilk insan oldu. Bu sebepten dolayı Tann, ırkın saf halde korunmasını istedi, çünki "Allah Oğullan, adam (insan) kızlarının güzel olduklannı gördüler." (Tekvin 6:2)
Adem bir bireydi ve bundan başka, tüm insanlığın, insanlığın beş ırkının sembolü idi. İnsanın ruhsal tabiabndaki pozitif ve
negatif bölünmeden dolayı, Adem'e ideal bir eş olarak Havva yaratıldı. Havva bütün ırklarda, insan doğasının "diğer yarısı"nın
sembolüdür. O, önemli yarabkların sonuncusu olmuştur.
Negatif ve alıcı tabiat kendini kadında ifade etmektedir, pozitif olan kaldınlmışhr. Erkekte ise pozitif ve aktif olan kendini ifade eder, negatif kaldırılmıştır. Çünki başlangıçta Tanrı Oğulları,
ruhlar çift cinsiyeUi idiler ve tek bir varlıkta hem erkek, hem de dişi
prensipleri birleştiriyorlardı. İlk dişi arkadaş olan Lilith, hayvan
aleminin bir yansıması, uyanmakta olan arzuların tatmin edilmesi
için bir araçh. Yaratıcı'nın planlannın alt üst olması ve yaratıcı iç tepilere geri dönüş, Tann'ya geri dönüş yolundaki uzun sürecek
mücadelede bir eş ve yardımcı olacak olan Havva'nın yarahlışını
gerektiriyordu.
"Tanrı dedi: Hayat olsun." ve hayat oldu.
Adem'in mükemmel bir tamamlayıcısı olan Havva sayesinde kusursuz ırk meydana gelebilirdi. Kabil, tamamen fizik bir anababadan dünyaya geldi. Adem ile Havva ve bunların çağdaşları
özel olarak yaratılmışlardı ve daha önce yarahlmış olanların tekamülünden (evrim) gelmiyorlardı. "İnsan, maymundan gelmiyordu" ve onunla hiçbir ortak atası da yoktu.
Dünya üzerinde her şey insanın gelişi için hazırlanmıştı. Yaşamı ve beslenmesi için doğanın değişmez yasaları kurulmuştu.
Rölativite ve Pozitif - Negatif Yasaları sayesinde erkek ve kadın
yeryüzünü, geceyi ve gündüzü, soğuk ve sıcağı, iyiyi ve kötüyü tanıdılar. Bu tanıma işi beş duyu vasıtasıyla ve ruhun akli muhakemesinden geçerek gerçekleşiyordu. Bununla birlikte insan daima -hiç şüphesiz ki farkında olmadan- bir albncı, bir yedinci ve bir sekizinci duyuyu da muhafaza etmektedir. Bunlar ruhun, insan maddeye giderek daha derinine
doğru daldıkça geri plana çekilen psişik ya da duyular dışı faal
olan unsurlarıdır.
Kusursuz ırkın maddeye yansıtılması sadece Aden bahçesinde -ki Cayce'in "okumalan"na göre İran' da ve Kafkasya' da bulunur- değil, aynı anda dünyanın beş ayrı bölgesinde birden gerçekleşti.
Dünyanın bu beş işgali, ruhsal gelişme elde edilmeden önce
fethedilmesi gereken beş fiziksel duyuyu temsil etmekteydiler. O
devirde dünya üzerinde 133 milyon ruh vardı. Beyaz ırk İran' da,
Kafkasya'da, Karadeniz kıyılarında ve Karpatlar'da yaşıyordu.
San ırk, daha sonralan Gobi Çölü'ne dönüşecek olan bölgede, Orta
Asya' da yaşıyordu. Siyah ırk Sudan' da ve Doğu Afrika'nın kuzeyinde bulunuyordu. Esmer ırk Andlar'da ve Lemurya ya da Mu
adı verilen ve günümüzde Pasifik Okyanusu'nun bulunduğu bölgede yer alan büyük kıtada, kızıl ırk ise Atlantis ve Amerika'da yaşıyordu.
Çevre şartları ve iklim her ırkın rengini belirliyordu; çünki
renkleri ne olursa olsun tüm bu insan topluluklan aynı kanı taşıyorlardı ve "mükemmel ırk"ın üyeleri idiler. Derisinin rengi, insana sadece içinde yaşamak zorunda olduğu şartlara uyum sağlama
imkanı veriyor ve bu ırkın iı\sanlannın başlıca niteliğini temsil ediyordu. Beyazlarda, görme hakimdi; kızıllarda duygu ya da heyecan, san ırkta duyma, siyahlarda tat alma ve esmerlerde de koku
alma duyusu hakimdi.
Yahudiler, halk olarak çok daha sonra belirdiler. Aynı şekilde beyazlardan, kızıllardan ve siyahlardan oluşma melez bir ırk
olan Mısırlılar da, çok daha sonra, M.Ö. 10 OOO'e doğru ortaya çıkblar.
Atlantis Kıtası dünyanın en geniş kara parçası ve ilk medeniyetin beşiği idi. Ruhların ikinci tesirleri ile -yani mükemmel ırkın
yaratılışı- aşağı yukarı on veya on bir milyon sene önce insan için
yeni bir çağ başlamış oldu. Atlantisliler, doğanın tüm kaynaklarını kullanarak çabucak
gelişme gösteren, sakin ve sulhu seven insanlardı. Doğal gaz ve
ateş, onların ilk buluşları arasında yer alır. Daha sonra o ana kadar tüm başarılmış olanların da üstünde bir uygarlık seviyesi elde etmişlerdir.
Ruhun güçlerinin bölünüşü, yeryüzünün bu mükemmel ırk
tarafından işgal edilişinin ilk bin yılında meydana geldi. Bu ayrışmanın ardından zihinsel güçlerin bir kısmı maddi olana, diğer
bir kısmı da ruhsal olana meyletti. Bunun altında yatan sebep, insanın, kendi doğasının ilahi görünümüne giderek daha az ilgi
duyması ve kökeni hakkında hiçbir şuura sahip olmamasıydı.
Çevresinin bir parçası olduğunu kabul ediyor, maddenin ve gücün birliği karşısında eğiliyor ve tüm bedensel yorumları ile birlikte fiziksel anlayışa daha çok itimat ediyordu. Zamanla geride,
ona ilahi aslını anımsatmak için sadece rüyalar, dua ve din kaldı.
Arzu, onu, içgüdüsel olarak yanlış olduğunu bildiği şeyleri kabul etmeye sevk ediyordu. O hilkat garibeleri ile birleşti ve "yarı
insan, yarı hayvan" olan o melez yaratıkları (hybrid) meydana
getirdi. Son olarak da kendi kibirini her şeyin üstünde tuttu ve
"RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu ve yüreğinde acı
duydu." (Tekvin 6: 6) Tevrat, M.Ö. 28.000 yılına doğru meydana
gelen ve Atlantis'in pek çok büyük adasının batmasına yol açan
tufanı anlatır. Lemurya ya da Mu Kıtası da Pasifiğe gömüldü.
Atlantis Kıtası'nda yaşayan insanlar, dünyadaki diğer ırklarla aynı gelişme aşamalarından geçiyorlardı ama, ruhsal bakımdan olmasa da maddi bakımdan kaydettikleri ilerlemeler çok
daha hızlı gerçekleşiyordu. Kurtarıcı'nın ruhu ile -Adem'de ve
ırk olarak insanda mevcut olan Kutsal Ruh- yeryüzünün fethedilmesi için, ruhun maddeye, iyinin kötüye karşı zaferi için yeni
bir yol döşendi. Böylece Adem, birey olduğu kadar grup olarak
da (Adem, İnsan demektir.) Yaradanı'na layık o arınmışlık haline
giden uzun yolda insanlığın önderi oldu. Bu uzun ve zor bir yolculuk olmalıydı, çünki insanlar yeryüzünde birer yabancı idiler.
1930' a doğru, Edgar Cayce, Kutsal Yazıların Yaratılışı üzerine bir dizi konferans verdi. İşte söylemiş olduklarının bir özeti: Tekvin'in yaz.an, Tevrat'ta, yüce alemlerdeki sonsuz olaylan,
yöntem olarak değilse bile, hiç değilse prensipte belirli bir anlayış
seviyesine hitap eder biçimde iz.ah etmekle yükümlüydü. İlk bablar, Kurtarıcı Ruh'un, yani Arnilius'un dünya planına beş noktadan yansıması öncesindeki ve esnasındaki devreden bahseder.
Tekvin'in kitabı, inanışa göre Musa tarafından Yeşu'nun da
yardımlarıyla yazılmıştır ve görünüşe göre Musa zamanındaki
toplumlara, insanın maddi şuura bağlanışının başlangıanda, olup
bitmiş olanlar hakkında bir kavram sunabilecek bir tarzda kaleme
alınmıştır.
·· Melkisedek tarafından yazılmış olan Eyub'un kitabı, kendisine dünyanın emanet edildiği ve insanlığın kurtarıcısı olmak
amacıyla beden imtihanından geçen Oğul'un hikayesini anlatır.
Tevrat her şeyden önce ezoterik bir eserdir, sembolik bir kitaptır. Tekvin, yaradılışın birkaç ayet içinde özetlenmesidir. Dünya planında kullanılan semboller ve imajlar, tüm kainatta, ruhsal
alanda ve insan bedeninde cereyan etmekte olan olayların albnda
saklı bulunan fikirleri (ideler) aktarmaya yararlar.
Tekvin'in Adem'in hayatının anlatıldığı ikinci babında, insanın bu kez bir beşer olarak gerçek hikayesi başlar. Bu, daha önce
söylenenlerin bir tekrarı değildir. Birinci bap, ruh-insandan söz etmektedir; ikincisi ise, kusursuz insan ırkının fiziksel olarak dünyaya gelişi ve buradaki bedenli yaşamından bahseder, "Ve toprağı işlemek için adam yoktu." (Bap 2:5). Dünya bir bütün oluşturuyordu
ve üreme için gerekli olan tüm imkanları sunabilecek kapasitedeydi.
Yaradılışın altıncı gününden sonra, yeryüzü kendilerini
maddeye yansıtan, dünyada sürüp giden fiziksel tekamüle ilgi duyan, ama böylelikle de kendi öz yaradılışlarının suretinden ayrılmakta olduklarını hfila anlayamayan ruhlar tarafından işgal edildi. Kendilerini hayvanlara yansıtmış ve bunun neticesinde garip
ve korkunç mahluklar meydana getirmiş olan ruhlara bir kıyas
yapma imkanı vermek üzere mükemmel bir fizik insan meydana
getirilmeli, ayn bir yaradılış gerçekleştirilmeliydi. Tekvin'in 2. babında 7. ayette yaradılışı anlatılan yeryüzü insanı, 1. babın 26. ayetinde anlatılan ruhsal varlığın fizik karşıtı, kusursuz bir fiziksel örnekti. Maddi insan Tann'nın suretinde ve toprağın tozuyla şekillendirilerek yaratılmıştı; bu, insan bedeninin kimyasal bakımdan
toprağın tüm unsurlarının bileşkesinden oluşmuştur.
Başlangıçta yaratılmış olan ruhlar ne eril ne de dişil idiler,
ama her iki cinse de sahiptiler ve bir bütün oluşturuyorlardı. Ruhun kendisinin bir cinsiyeti yoktur ve kendini pozitif ya da negatif
olarak ifade ediş haline, gelişme seviyesi ve tamamlaması gereken
işlerin ışığında, maddiyata girdiği anda bürünür.
Öyle bir an geldi ki, Adem de diğer bir yaradılış safhasına göre ikiye bölündü. Havva, kendini tezahür ettirişi diğerlerine de örnek oluştursun diye Adem'i tamamlamak için yaratıldı. Adem eksiksiz yaratılmıştı. Bu yüzden Havva tarafından kendini gösterecek olan negatif gücü onun fizik bedeninden çıkarmak gerekiyordu. Bu, Adem'in ruhunun bölünmüş olduğu anlanuna gelmiyordu. Ama Havva olarak enkarne olan yeni bir ruh (can) meydana
getirmek için onun bedeninden negatif bir güç çekip çıkarılmıştı.
Onlar, bizim tabirimizle ikiz ruhlardır, kardeş ruhlardır. Her biri
kendi içinde, bir diğerine göre eksiksizdir, tamdır; erkek pozitif,
kadın ise negatif olarak.
Bu şekilde, kainat Yaradan'ın ruhu tarafından yaratıldı. Dünya, kendi kendilerine çoğalan atom hücreleri ile aynı tarzda oluştu
ve günümüzde de alemler hala aynı tarzda meydana gelmektedirler.
Dünya soğuyup da oturulabilir duruma gelince, insan Yaradan'ın ruhu sayesinde bir beşer olarak buraya yerleşti. Beden-insan halinde, ölebilen, çürüyebilen ve toza dönüşen bedenli bir varlık halinde maddi yaşama girdi. Ama insanın ruhu, Yaradan ile yeniden bir bütün oluşturabilmesi için, ölümsüz ve ebedi kılınnuştır.
"Hiç bilmez misiniz ki, sizler Tann'nın tapınağısınız ve Tann'nın
ruhu sizin içinizdedir?"
İnsan çok yollar katetti ve maddi ve bilimsel olarak dünyaya
hakim olmayı hemen hemen başardı; ancak buna rağmen kendi
benzerlerine hükmetme konusunda inatla direnmektedir.İnsani
kardeşlik ve Tann'nın babalığı fikrini tamamen kabullenemedi. Çünki gerçekte tüm insanlar kardeştirler; bundan daha başka gerçek bir akrabalık yoktur.
İnsanlar yeniden doğuş, cerrahi ve daha ülvi bir maksada yönelmiş olan gelişme süreçleri sayesinde hilkat garibelerine, melez
yaratıklara (hybridler) ve hayvani tesirlere galip geldiler. Hayvani
etkiler en sonunda M.Ö. 9000'e doğru ortadan kalktı. Çok daha
sonra Asur ve Mısır sanatı bu acınacak durumdaki yarabkları, bedenlerindeki acayip eklentilerle, kuyruklarıyla, kanatlarıyla, tüyleriyle, pençeleri ve toynaklarıyla beraber gösteren resimlerini ya
da kabartma veya heykellerini meydana getirmiştir. Sfenks de bu
ilk ucubelerin kayda değer bir örneğidir.
---------- Post added 19.01.20 at 22:57 ----------
kaynak:Atlantisten geleceğe İnsanın Kaderi