Allahın duyguları vardır demek?
Allah’ın duyguları vardır demek doğru bir söz değildir. Allah saf duygudur. Duygular bütünüdür. Ve tüm duygular Allah’tandır. Yapay zekâya sahip bir robot üretebilirsiniz. Ve bu zekâ, zekâdır. Ama yapay duygu, duygu değildir. Taklittir. Taklit olabilir sadece... Duymaz, duyumsamaz, tatmaz, hissetmez çünkü...
Bir robota sevinç, korku, hüzün, heyecan, mutluluk, zevk, haz, neşe gibi refkeks ve tepkiler yükleyebilirsiniz. Fakat o sadece hissetmeden tepki verebilir, taklit yapabilir. Acıklı bir durum karşısında acıklı ve hüzünlü bir yüze sahip olabilir ve gözlerinden yaş gelebilir mesela... Ama canı yanmaz, içi acımaz; bunu hissetmesi için ona bir kalp de vermelisiniz. Yani ruh üflemelisiniz. İşte o Allahtır, Allah’tandır. Haktır, haktandır.
Ve gerçeklik âlemi duyguların olduğu âlemdir. Duygular suretin batınıdır; fakat hak olan suretler değil suretlerin batınındaki duygulardır. Suret ise vehimdir. Duygular haktır, hakikattır. Rabbimizin Hakk olması ve ona Cenab-ı Hak dememiz de onun duyguların kaynağı olmasındandır.
Ve “Ene'l Hak” sözü bu suretler âleminin materyalleri ile alakalı değildir.
Mesela insan zevk alır, haz duyar, neşelenir, mutlu olur... Ve insanın bir hazzı, zevk alması, tatması vardır ki bunu Allah’ın bize ruhundan üflemiş olmasına ve Cenab-ı Hakk’ın bizdeki nefhasına borçluyuz. Tüm hazlar Allah’a aittir. Ve bu âlemi mekanik bir çarktan fazlası yapan şey, Allah’ın El-Esmasıdır. Yani Allah’ın duygularıdır. Ve dünyada acı duyan insan bu acıyı Rabbiyle beraber duyar. Ve zevk alan her varlık bunu Rabbiyle beraber zevk eder.
Eğer “Allah’ın bir hazzı yoktur, Allah’ın duyguları yoktur” dersek Allah’ı bir robot gibi anlamış oluruz. Hiç böyle sakat bir iman olur mu? Bu kadar basiretsizlik olur mu? Oluyor maalesef! Mesela Allah, kulunun bir tavrına sevinir, gerektiğinde de bir tavrından dolayı kızar, küser, darılır, öfkelenir, üzülür, kuluna gazap eder.
Bu duyguları kendi üzerimizden biliriz. Çünkü Rabbimiz onu bilip tanımamız, sevip âşık olmamız için bizi yarattı ve kendisini anlayabilmemiz için bize ruhundan üfleyerek kendimiz üzerinden onu tanımamızı murad etti.
Resulullah Efendimiz günlük konuşmada Allah’tan bahsederken "sevindi, üzüldü, acıdı, güldü, kızdı, öfkelendi, beğendi, sevdi... vd" tabirlerini çok fazla kullanırdı. Öyle ki Allah’ın Âdemi Rahman suretinde yarattığı ve Âdem’in ruhunun Rabbinden gayri olmadığı çok rahat anlaşılır ve Allah’a bir yakınlık duygusu tadılırdı.
Bununla beraber kurbiyet dediğimiz Allah’a yakınlık hali iki ayrı varlığın arasındaki mesafenin azlığı değil, iki aynı rengin, kokunun ya da tadın birbirine benzerliğidir. Fakat haddizatında yakınlık yani kurbiyet ve mukarrebun olmak iki varlıktan birinin varlık sahasını diğerine bırakmasıdır.
Evet! Eskiden Allah tadılırdı. Şimdilerde ise sadece biliniyor. Allah’a arif olma derken aslında bunu kast ediyoruz. Bilmenin ötesinde, varlığımızda duygularımızda kendimizde onun ruhunu tatmak... Ve bu kendimizden ferağat ettiğimiz nispette gerçekleşir. Kendimizi aradan çıkardığımız kadar.
Allahın sıfatları aşığın sıfatlarıdır demiştik. Eğer sana âşıksa seni kendisine ait görüyorsa seni çok sevecek, koruyacak, kollayacak, hatanı görmezden gelecek, sana değer verecek, değerli hissettirecek, güvenecek, her konuda yardım edecek ve seni sarıp sarmalayacak, hiç yalnız bırakmayacak... Yani Malik olacak, Rabb olacak... Vedud, Hafiz, Rakiyb olacak... Afuv, Ğafur, Settar, Muiz, Rafi' olacak... Mü'min, Müheymin, Nesir, Müstean ve Muhit olacak yani...
İlah olmak âşıklık ister. Sadece hesaba çekmek için yarattıklarının ölümünü ve kıyametin kopmasını beklemek ve uzaktan uzağa izlemek ilahlık olur mu hiç? Bu doğru bir bakış değildir. Allah her fiiliyle bize "seni seviyorum" der. Lütuf ve ikramıyla bunu yapar; korkutma ve uyarısı bile sevgi doludur, düşünce doludur, üzerimize titreme doludur, aşk doludur.
Ve zaten tüm Kuran'ı baştan sona okuyan biri tek bir şey söylenmiş olduğunu görür. “Kulum seni çok seviyorum ve benden başkasını sevip ilahlaştırmanı, taparcasına sevip tapmanı istemiyorum. Sadece Ben! Başka ilahın olmayacak ve tüm zamanın benim olacak. Ve bana şerikler yaparsan kıskanırım ve beni kaybedersen gönlün cehennem olur. Seni seviyorum ve aşkıma karşılık bekliyorum.”
Allah zatıyla aşktır, esma ve sıfatlarıyla aşktır. Ve bu yüzden bize yönelik her fiili aşktır ve aşktandır. Kıskanır kulunu... Başkasını sevmesini istemez. Ve bir şeyi taparcasına sevdiğimizde bu ihanettir ve onu aldatmadır. Çünkü O, gerçekten bizi kendisine ait görür ki zira O gerçekten bizim sahibimizdir ve gerçekten bizim sebebimizdir.
Perde açılmış ve Resulullah Efendimiz belli ki manevi olarak bir şeyler izliyordu. Ve sahabeler ona bakıyorlardı. Yüzünde belli belirsiz bir ifade... Sonra tebessüm etti ve mescitte olduğunu hatırladı. Yüzünden sevinç ve mutluluk okunuyordu.
Efendimiz sahabelere döndü ve dedi: “Kıyamet günü Rabbimiz, birinin hesabını görürken hayatının bir kesitinde tevbe edip kendisine dönen bu kulunu affediyor. Ve bununla beraber onun geçmiş günahlarını da sevaba çeviriyor.
Ve fakat bu günahkâr kişi sevaba dönen günahlarına bakarken bir günahının sevaba dönmediğini farketti ve bir alacaklı gibi Rabbine dedi: “Falan günahım nerede, onu neden sevaba çevirmedin?” Ve bunun üzerine Rabbimiz gülümsedi. Ve işte o hal beni tebessüm ettirdi.
Arkadaşlarım, dinleyin! Ve beni dinleyin! Rabbimiz Erhamü'r Rahimindir. Ve onun yüz rahmeti vardır ki sadece birini yeryüzüne indirdi ve tüm dünyaya paylaştırdı. Ve o bir rahmet ile, kıyamet gününe kadar dünyadaki tüm insanlar birbirlerine merhamet ederler. Atlar o rahmet sebebiyle yavrularına basmamak için tırnaklarını kaldırırlar ve anneler yavrularına şefkat ederler. Ve yine o rahmet ve sevgi sebebiyle vahşi hayvanlar, böcekler, kuşlar, cinler ve insanlar birbirlerini sevip merhamet ederler.
Ve Allah kıyamet günü dünyaya göndermiş olduğu bu yüzde bir olan rahmeti alıp diğer doksandokuzu da üzerine bırakarak tümüyle kullarına muamelede bulunur.
Ashabım! Merhametli olunuz! Zira Rabbimiz, merhametli olanlara rahmetiyle muamele eder. Öyleyse, sizler arzda olanlara merhametli olunuz ki, semada bulunanlar da size merhamet etsinler.”
Bunun üzerine sahabeden biri dedi: “Ya Resulullah! Biz birbirimize karşı zaten merhametliyiz.”
Resulullah Efendimiz buyurdu: “Ben bunu söylerken, birinizin arkadaşına karşı gösterdiği merhameti kastetmiyorum. Bilakis, bütün insanlara ve hayvanlara karşı merhametli olmanızı istiyorum ve bunu kastediyorum.”
Evet, Allah saf aşktır ve saf rahmettir, merhamettir. Allah saf duygudur. “Allah’ın rahmetinden umudu kesmeyin!” Bu ayeti biliyorsun. Ve sen kesmezsin… Allah’ın rahmetinden umudunu kesmezsin. Ama o kadar çok yanlış yapar, hata yapar, o kadar Allah’a sırtını çevirir, arkanı çevirir ve dünyaya o kadar meyleder, o kadar koşar, o kadar dünyayla haşir neşir olursun ki; bile bile, inatla ve isteye isteye bunu yaparsın ki, bir süre sonra Allah senden umudu keser.
Rabbine karşı bu kadar kayıtsız olur ve ona karşı bu kadar ciddiyetsiz davranırsan, gün içinde onun hiç hesabını yapmaz ve hatırlamazsan o senden umudu keser. Ve bunun senin gönlündeki karşılığı, sen Allah’tan umudu kestin olur. Ve Allah senden umudu kestiğinde için kararır ve Rabbini düşününce o sana çok uzak gelir. Aranızda aşılmaz bir duvar vardır. Ve sen kendini kapkaranlık derin bir kuyuda bulursun. Artık istesen de o umut yok içinde... Umudun sönükleşip kaybolmuştur.
Yani gönlüne şimdi soruyorsun, “Ben Rabbimi istiyor muyum? Rabbime gitmek istiyor muyum? Rabbime yakın olmak, dost olmak gibi bir isteğim, bir ihtiyacım var mı? Ruhumun böyle bir ihtiyacı var mı?”
Eğer sönük ve silik olarak “Evet, olsa iyi olur” diyorsan durum henüz çok fazla kötü değil! Hâlâ Allah seni seviyor. Hâlâ Allah seni istiyor. Ve henüz hâlâ Allah: “Bu kulum tamamıyla dünyaya dönmüş, dünyaya meyletmiş, dünyaya tapıyor, bu kulum bana dönmez, benim sevgime, benim aşkıma cevap vermez, karşılık vermez.” deyip umudu kesmemiştir. Demek ki hâlâ bir umut var, hâlâ ışık var yani…
Bir Arap atasözünde denir ki: “Vakit nakittir ve zaman kılıçtır, sen onu kesmezsen o seni keser.”
Hayat kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Bir köprü yani! Seni Rabbine götüren bir köprü... Ama eğer derdimiz o köprünün üzerine evler yapmak, bineklere sahibi olmak, lüks içinde yaşamak, mutlu ve sorunsuz bir hayat sürmekse bunun yeri köprünün üstü değil köprüden sonrasıdır.
Fakat eğer çok fazla dünyaya değer veriyorsak, işimiz gücümüz, içimiz dışımız dünya olmuşsa, para olmuşsa, altın olmuşsa, makam olmuşsa, bir yerlere gelmek olmuşsa, insanlara kendimizi beğendirmek, sevdirmek olmuşsa, Rabbimizi unutmuşsak, Rabbimizi istemiyorsak, Rabbimiz niye bizi istesin ki artık.
Yani Allah’ın da sabrının bir sınırı var ve biz belki de bu yaşımıza kadar o sabrı çok fazla zorlamışız. Bile bile, isteye isteye “Yarabbi ben seni sevmiyorum, seni istemiyorum.” demişiz bu yaşımıza kadar.
Gerçekten insanın Allah’a ihtiyacı olsa; diretir insan, inat eder. Gerekirse sabahlara kadar namaz kılar, sabahlara kadar secdede olur, ağlar, feryat eder, tövbe, istiğfar eder.
İhtiyaç duyar yani Allah’a... Allah’a ihtiyacı olduğunu hissettirir. Ve bunu sadece birkaç hareketle yapar. Ve bunu yapan herkes mutlaka aynı sonucu alır. Sadece iki saat başını secdeye koyup biraz Rabbiyle konuşan insan; başını kaldırdığında Allah onun gönlünü sarmış, onun gönlünü ihata etmiş, onun gönlüne esmasıyla kurulmuş olur deyim yerindeyse...
O mutluluğu, o huzuru tadıyorsun… Sükûnet halini, o Allah’a yakınlık halini, gönlümüzden dünyanın çıkmış olmasının zevkini, hazını tadıyorsun hemen. Yakınlık halini tadıyorsun yani… Sadece bir-iki saat...
Yani yirmi yıl, otuz yıl, kırk yıl Allah’tan uzak kalmışsın ve ona sadece bir-iki saat yöneliyorsun; o yirmi, otuz yıllık, kırk yıllık bütün o günah kiri komple gidiyor. Allah onun yerine sevgisini veriyor senin içine… Aşkını veriyor içine ve diyor ki; “Sana bunu vereyim ki buradan ayrılma, diğer tarafa dönme! Bak buradaki huzur, buradaki zevk çok daha fazla. Dünyaya dönme! Burası daha güzel, benim yanım daha güzel!”
Sana bunu tattırıyor, oradan ayrılmaman için. “Benim yanımda kal!” diyor, “gitme” diyor, “bir daha gidip kaybolma, uzaklaşma benden! Tekrar dünyaya yönelme, beni sever gibi başka şeyleri sevme, başka şeyleri ilah edinme, senin ilahın benim, senin mabudun, maksudun benim, matlubun benim, maşukun benim. Senin benden başka ilahın yok! Başka yöne gitme ve ömrünü başka yerde bensiz tüketme!”
Yani deyim yerindeyse sana rüşvet veriyor. Yaşayacağın güzellik ve temizliğin avansını veriyor sana… Sana tattırıyor. Bak iki saatlik sermayeni ona verdin, karşılığında bir huzur aldın, sükûnet aldın, bir itminan hali aldın, bir rıza hali aldın. İç huzuru ve neşe aldın. Gönlün coşkulu bak! Şimdi daha fazlasını ver ve çok daha fazlasını al!
Ve ayet: “Allah ile yaptığınız ticaretten dolayı sevinin!”
Mutluluk, huzur, neşe içimizde, Rabbimizde… Şükürler olsun! Şunu okuyalım!
Bir kadının gözleri uykudan uyandı ve o hemen aynaya koştu. Gözlerindeki çapağı sildi ve dedi: “Ah benim gizemli güzelliğim!”
Ve tuvalete gitti, temizlendi çıktı ve dedi: “Ah benim esrarlı güzelliğim!”
Dişlerini uzun uzun fırçaladı ve dedi: “Ah benim benzersiz güzelliğim!”
Ve duşa girip kirlerinden arındı ve dedi: “Ah benim eşsiz güzelliğim!”
Ve aynanın karşısında gözlerinin altındaki morluklara ve yüzündeki kırışıklıklara itinayla makyaj yaptı ve dudaklarını rujla kalınlaştırıp kaşlarını inceltti ve kirpiklerini uzatıp yüzüne bir sürü şey sürdü ve dedi: “Ah benim tanımlanamaz güzelliğim!”
Saçlarını boyadı, kalçalarını toparlak gösteren sıkı bir tayt giydi ve göğüslerini belirgin ve diri gösteren bir sutyen giydi ve dedi: “Ah benim ışıltılı güzelliğim!”
Ve sonra bir sürü parfüm sıktı ve dedi: “Ah benim can yakıcı güzelliğim!”
Dışarı çıkarken de mırıldanarak duasını yaptı: "Rabbim! N'olur, ruhumdaki asalet ve ihtişamı ve kelebek kanadı gibi narin olan kalbimin güzelliğini görecek, hislerime ve duygularıma değer verip beni sarıp sahiplenecek birini karşıma çıkar!"
Ahhh! Ey dünyada köşe bucak Rabbini arayan insan!
Ey her cadde ve sokakta sevgi dilenen insan!
Beş dakika sonra öleceğini öğrensen ne yaparsın? Öleceğini anlayan biri ne yapar acaba? Yani artık dünyadaki işin bitti ve sana “gel” dendi. "Yapacaklarını yaptın, yeter bu kadar, gel!" ya da "yapmıyorsun, yapamıyorsun, yapmaya niyetin yok, sadece oyalanıyorsun, bu kadar yeter!" Ve huzura çağrılıyorsun...
Beş dakika ömrü kalmışsa ne yapar insan? Oturup tövbe istiğfar edip abdestini alır, namaz mı kılar? Hayır! Kıbleye karşı oturup “la ilahe İllallah” diye, “Allah, Allah, Allah” diye zikir mi yapar? Hayır! Bir ağaç diker, insanlara yardımcı olur, bir çeşme yapar, bir camiye yardım falan mı yapar?
Hayır! Hiçbir ibadeti yapmaz. Hiçbir şey yapamaz. Ne ibadet yapmaya gücü vardır onun, ne de günah işlemeye! Tek bir gücü vardır, sadece feryat etmeye... Sadece ağlamaya, bağırıp çağırmaya gücü olur. Sadece üstünü başını yırtmaya, saçını başını yolmaya...
Ama hayır! Buna bile gücü takati kalmaz insanın... İçinde tufanlar olur, kıyametler kopar. Ve insan sadece bir noktaya dikilip kalmış gözleriyle hiçbir şey düşünemeden dona kalır. Ve konuşanların ne dediğini anlamaz. Etrafı kararır, görüntüler bulanıklaşır. Sesler derinden gelir ve ne söylendiğini anlamaz.
Hayatından hiçbir şey anlamamış, hayat hakkında, yaşamın gayesi anlamında hiçbir şey düşünemez ve hiçbir anısı aklına gelmez.
Sanki hiç olmamış, sanki dünyada hiç yaşamamış. Şuuru kapkaranlık bir girdaba girip ondan uzaklaşıyor gibi bir hisse kapılır. Aklına ne dünya gelir, ne yarım kalan işleri, ne ana babası ne eşi ne çocukları ne ahiret ne Allah… Boş boş bakınır sadece. Ve nefes almakta zorlanır insan. İçi boşalır, nabzı yavaşlar, tansiyonu düşer. Yüzü-alnı ısınır, vücudunu ateş basar. Suratı asılır, yüzü kararır. Boğazı kurur ve yutkunmaya çalışır.
Sonra çocukluk yıllarında bir anısına gider. Sanki yaşar o anı yeniden... Ve huzur duyar, çocuklaşır adeta... Yüzünde bir gülümseme... Daha sonra tüm hayatı, normalde unutmuş olduğu ve hiç aklına gelmeyen yüzlerce hatırası kafasının içinden geçer ve bir anda bu güne gelir.
Ve şimdi şaşkın... Neredeyse beş dakikasını dolduramadan kalbi duracak, canını teslim edecek. Sonra yavaş yavaş kendine gelir gibi olur. Rahatlar ve tebessüm ederek: “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” der. Biz Allah'a aidiz ve ona dönmekteyiz.
Ya da belki “Ya leyteni kûntu turaba!” Keşke toprak olsaydım...
Ahhh! Geç kaldın değil mi? Rabbin çağırmadan gitmen gerekiyordu. Ve kirlerinden, nefsinden kurtulman gerekiyordu. Ve ölmeden evvel ölmen gerekiyordu. Ondan gelmiştik, ona dönmeli ve ona gitmeliydik. Biz Allah'a aidiz. Bizde onun ruhu var. O emanet!
Burada imtihandayız. Ya burayı sevecek, alışacak ve burada kirlenip ruhumuzdan mahrum kalacağız ya da beden olmadığımızı kabul edecek, bilecek ve Rabbimize yolculuk yapacağız.
Rabbimiz bu konuda bizden misak almıştı, bizimle ahitleşip bizi buraya göndermişti. Bizim bir tek hayatımız var; bu yüzden Rabbimizi biraz ciddiye alalım. Rabbimiz bizi seviyor. Ve O, Erhamür Rahimin'dir. O bizi aşkla sever. Ve bizi ister. Bizi kendisi için yarattı. O bize aşkını tattırmak ve sadece ona âşık olduğumuzu görmemizi ister ki bunun için bu dünya sahnesini yarattı.
Rabbimiz sevilmeyi seviyor. Ve hamd olsun ki biz, en çok Rabbimizi seviyoruz. Ve ona değer veriyoruz ve ahiretimizi önemsiyoruz. Bizi severek yaratan ve her an bizimle olan, bizi görüp gözeten, her an bizi izleyen Rabbimizi çok seviyoruz.
Ve tüm hatalarımız, kusurumuz ve günahlarımıza rağmen ona şirk koşmuyor, ona sevgide ortak tanımıyoruz. Kulların değil Allah'ın hesabını yapıyoruz. Rabbimiz bunu çok sever. Kendisini seven kalbi çok sever. Kendisini seven kulunu çok sever. Burda da Rabbimiz O, ahirette de Rabbimiz, sahibimiz, dostumuz, sevgilimiz, yardımcımız O'dur.
Evet, ölüm sana seslendiğinde, seni aşkın menbaına, aşkın merkezine çağırır. Müsterih ol! Çünkü duan kabul oldu, dileğin tuttu. Sil gözyaşlarınla o yüzündeki boyayı; zira Rabbin, seni kendi boyasıyla boyayacak.
Ve derin bir nefes al, çünkü hak ettiğin hakiki aşk, bir nefes ötemizde.
|