Kabalanın Dili
KABALA’NIN DİLİ
Kelime hazinemiz zaman, yer ve hareket olgularına bağlı olan dünyayı algımızla sınırlı
olduğundan, manevi olguları ifade edecek ya da nakledecek kelimelere sahip değiliz.
Tüm kelime hazinemizi bu dünyada olmaktan oluşturduk ve dolayısıyla, manevi
olguları dünyevi kelimeler kullanarak adlandırmak istersek bu kelimeler yetersiz olur.
Daha önce hiç hissetmemiş birine maneviyat deneyimini anlatacak kelimeler bulmak
zordur. Manevi bir nesneyi tasvir etmek istesek bile, onu adlandıracak sadece fiziksel
dünyaya ait kelimelerimiz vardır. Tek bir olgu bile tam tekabül eden kelimeler bulmaz
ise tüm ilmin doğru anlamı mahvolur. Öyleyse, manevi dünyayı tanımlayacak uygun
kelimeler ya da dil olmadan onu anlatmak çözümlenmemiş bir problem olarak
durmaktadır.
Dünyamızdaki her nesne ve eylem manevi dünyadaki karşılığından kaynaklanır.
Dolayısıyla, Kabalistler bir birlerine bilgi ve ilim aktarabilecekleri güvenli bir yol
buldular. Fiziksel dünyamızdaki nesne ve eylemlerin (dallar) isimlerini manevi dünyaya
tekabül eden nesne ve eylemleri (kökler) tanımlamak için kullandılar.
Bu dil, hala dünyamızda yaşarken ve kusursuz olarak karşılıklarını bilen manevi
dünyaları edinmiş insanlar tarafından geliştirilmiştir. Böylece, Kabalistler en uygun
olarak buna “Dalların dili” adını verdi.
Kabalistik kitaplarda gördüğümüz tuhaf kelimeleri, garip hikâyeler ya da çocuk
masallarından algıladığımız eylemlerin tanımları gibi anlayabiliriz. Bununla beraber, bu
dil son derece kusursuzdur çünkü her kök ile onun dalı arasında kesin ve eşsiz bir
uygunluk vardır.
Böyle bir uygunluğun olduğuna şaşırmamak lazım zira dalların dilinin yaratıcıları aynı
anda hem fiziksel dünyada hem de manevi dünyada mevcuttular. Bu nedenle tek bir
kelimeyi bile değiştirmek mümkün değildir, her ne kadar anlamsız görünse bile dal
köke aynen uymalıdır.
Manevi nesneleri bir birinden ayıran yer değildir, sadece manevi uyuşmazlık ve
özelliklerindeki farklılıklardır. Dolayısıyla, ruhların sayısı yani ayrı manevi nesneler,
fiziksel dünyadaki insanların sayısını belirler.
Yaratılışın başlangıcında tek bir ortak ruh vardı: Işık (haz) ve ona tekabül eden beden
(arzu) Âdem. Bunlar kaynaşarak Yaratan’a tutunmuşlardı ve dolayısıyla maksimum
zevki aldılar. Ruhun doğası sadece haz alma arzusudur ve ruh arzusuna uygun olarak
haz ile doldurulmuştu. Ancak, hazzı alır almaz ruh utanç hissetti. Bizim dünyamızda
da, hediye ya da iyilik alan kişi aynı şekilde hisseder.
Utanç hissinin boyutu kişinin manevi gelişimine bağlıdır. Sadece bu his bizi sürekli
olarak sınırda tutar ve toplumun yasalarını benimsemeye zorlar. Aynı his, bilgi,
zenginlik, toplum tarafından tanınma ve saygı isteğimizin de altında yatar.
Alınan hazza karşılık şiddetli bir utanç hissettiği an, ruh ondan kurtulmanın tek
yolunun hazdan zevk almayı bırakmak olduğunu keşfetti. Ancak, Yaratan’ın arzusu
ruha zevk vermek olduğundan, ruh bu hazzı kendisi için değil fakat Yaratan’ın uğruna
almaya razı oldu.
Tıpkı bizim dünyamızda, çocuk yemekten ne kadar zevk alırsa, “Anne için yemek
yeme” gibi, ebeveynine de o kadar zevk verir. Bu durumda, Yaratan’ın uğruna zevk
alabilmesi için, ruh sürekli olarak aldığı zevkin miktarını kontrol etmeli.
Ancak, ortak ruh, onun doğal arzusu olan kendi için zevk almanın (o kadar harikaydı
ki!) anında üstesinden gelemediğinden sayısız parçacıklara (ruhlar) kırıldı. Bu
parçacıklarla çalışmak, egoist zevk alma arzusunu etkisiz hale getirmek, daha kolaydı.
Manevi dünyada mesafe olmadığından ve yakınlık eylemlerin ve düşüncelerin (sempati,
sevgi) benzerliğiyle belirlendiğinden, “Yaratan’ın uğruna” alan ruhlar O’na yakındırlar
çünkü bir birlerini anne ve çocuğu gibi memnun ederler.
|