Bu, haydi şöyle diyelim, bir rulonun/dürümün
[deroulement] açılmasıdır; zira, artık yavaş yavaş rolü*nün sonuna geldiğini hissetmeyen canlı varlık yoktur;
ve yaşamak, yaşlanmak demektir. Ama bu, tam da bir
ipin yumağa sarılması gibi, sürekli bir dürülmedir, zi-
ra geçmişimiz bizi izler, yolu üstünden topladığı şim-
diyle durmaksızın büyür; ve bilinç de hafıza anlamına
gelir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu ne bir dürül-
me [enroulement] ne de dürülmüş bir şeyin açılmasıdır,
zira bu iki imge de, kısımları birbiriyle türdeş ve üst
üste bindirilebilir olan çizgilerin veya yüzeylerin tem-
silini akla getirir. Bilinçli bir varlıkta aynı iki lâhza/an
da yoktur. En alelade hissi düşünün, onun değiş-
mez/kalıcı olduğunu farz edin, kişiliği bütünüyle o
hissin içine çekin: İkinci an, önceki âna ilaveten bir de
onun bıraktığı hatırayı içereceğinden, o hisse eşlik
edecek bilinç, birbirini izleyen iki an boyunca kendi-
siyle aym kalamayacaktır. Birbiriyle aynı iki âna sahip
olacak bir bilinç, hafızasız bir bilinç olacaktır. Öyleyse
o tür bir bilinç durmadan yok olacak ve yeniden doğa-
caktır. Bilinçsizlik başka türlü nasıl temsil edilir?
O halde, bir nüanstan diğerine geçilen hissedile-
meyen derecelenmelerle bin nüansı olan bir renk tay-
fı/spektrumu imgesini kafamızda canlandıralım. Sı-
rayla nüanslarm her birinin rengine bürünerek tayfı
katedecek bir duygu akışı, her birinin ardmdan geleni
haber vereceği ve öncekini de kendinde özetleyeceği
derecelenen değişimlere uğrayacaktır. Oysa, tayfta art
arda gelen nüanslar birbirlerini her zaman dışta bıra-
kacaktır. Birbirleriyle yanyana gelirler. Uzayda yer
kaplarlar. Bunun aksine, saf süre olan şey, "yanyana-
lık", "dışsallık" ve "uzam " idealarmı tamamen dışlar.
Öyleyse, sonsuzca küçük, mümkünse bir mate-
matiksel nokta halinde büzülmüş esnek bir şey hayâl
edelim. Onu, noktadan devamlı uzayıp gidecek bir çizgi çıkaracak şekilde çekip uzatalım. Dikkatimizi,
çizgi olarak çizginin üzerinde değil, onu çizen eylemin
üzerinde toplayalım. Bu eylemin, süresine rağmen,
duraksız gerçekleştiği varsayıldığında bölünemez ol-
duğunu; orada eğer bir durak araya girerse, onunla
bir yerine iki eylem gerçekleştirildiğini ve bu eylem-
lerden her birinin bahsettiğimiz bölünemezlikte oldu-
ğunu; hiçbir zaman bölünebilir olmayanm da bizzat
bu hareketli eylem değil, uzaydaki bir izi gibi, çizginin
altına izdüşürülecek hareketsiz çizgi olduğunu göz
önünde bulunduralım. Sonra, hareketi altında yayılan
uzaydan, sadece hareketi, gerilme veya yayılma fiili-
ni/ edimini ve en sonunda da saf hareketliliği hesaba
katmak üzere çekip çıkaralım. Bu sefer, süredeki geli-
şimimizin daha sadık bir imgesini elde edeceğiz.
Yine de bu imge eksik olacak ve her mukayese de
zaten yetersiz kalacaktır; çünkü süremizin rulosunun
açılması, bazı yanlarıyla süreç halinde ilerleyen bir ha-
reketin birliğine, diğer yanlarıyla ise açılıp yayılan du-
rumların bir çeşitliliğine benzer ve hiçbir metafor da
bu iki veçhesinden birini kurban etmeksizin diğerini
veremez. Bin çeşit nüansı olan bir tayftan dem vurur-
sam, süre devamlı olduğu halde, olup bitmiş bir şeyi
göz önünde tutarım. Eğer uzayıp giden bir esnek cis-
mi, gerilen ve boşalan bir zembereği düşünürsem, ya-
şanmış sürenin karakteristik olan renk kartelasmın
zenginliğini, bilincin o yolla bir nüanstan diğerine
geçtiği yalın hareketi artık görmemek için unuturum.
İç hayat aynı anda şunlarm hepsidir: niteliklerin çeşit-
liliği/varyetesi, ilerlemenin sürekliliği, istikametin
birliği. İç hayat imgeler vasıtasıyla temsil edilemeye-
cektir.
Ama iç hayat kavramlar, yani soyut ya da genel
veyahut da yalın idealar vasıtasıyla çok daha az tem*sil edilebilecektir. Şüphesiz ki hiçbir imge kendimde-
ki akıştan edindiğim orijinal hissi bütünüyle vereme-
yecektir. Fakat, imgenin onu vermesine çabalamam
da zorunlu değildir. Kendi varlığının kurucu süresi-
nin sezgisini kendi kendisine vermeye muktedir ol-
mayacak bir kimseye, — ne kavramlar ne de imgeler
— hiçbir şey o sezgiyi asla vermeyecektir. O halde bu
noktada felsefenin yegâne konusu, insanların çoğun-
da, hayata en faydalı zihin alışkanlıklarını köstekle-
meye meyilli bir çalışmayı kışkırtmaktır. İmge de en
azmdan bizi somut olanda tutma avantajına sahiptir.
Hiçbir imge, sürenin sezgisinin yerini tutamaz, ama
çok farklı şeylerin aranjmanından ödünç alınmış pek
çok değişik imge, işlevlerindeki birlik yoluyla, bilinci,
yakalanacak bir sezginin olduğu bariz bir nokta üze-
rine yönlendirebilecektir. Mümkün olduğunca çeliş-
kili imgeler seçerek, imgelerden herhangi birinin, çağ-
rıştırmakla yükümlü olduğu sezginin yerini gasp et-
mesi engellenecektir; çünkü o esnada o imge, rakibi
olan başka imgeler tarafından hemen kovalanacaktır.
Görünüşteki farklılıklarına rağmen, imgelerin hepsi
zihnimizde aynı dikkat türünü, bir bakıma da aynı ge-
rilim derecesini gerektirmekle, bilinci azar azar çok
özel ve sınırları iyiden iyiye belirlenmiş bir hazır bu-
lunuşluğa alıştıracaktır ki bu hazır bulunuşluk da
açıktır ki bilincin bizzat kendine arada perde olmadan
görünmesi için benimsemesi gereken hazır bulunuş-
luktur2. Fakat onun çaba harcamaya razı olması da ge-
rekir. Zira, ona hiçbir şey gösterilmiş olmayacaktır.
Bilinç sadece istenilen çabayı harcamak için ve kendi kendine sezgiye ulaşmak için takınması gereken tavra
yerleştirilmiş olacaktır. Tersine, fazlasıyla yalın kav-
ramların benzer bir konudaki sakıncası, simgeledikle-
ri objeyi ikame eden ve bizden hiçbir gayret talep et-
meyen sahici simgeler olmalarıdır. Onlara yakından
bakılınca, her birinin, objeden sadece, onun başka ob-
jelerle arasmda ortak olan şeyleri alıkoyduğu görüle-
cektir. Kavramların her birinin, obje ile ona benzeyen
şeyler arasmda bir mukayeseyi, imgenin yaptığından
daha iyi ifade ettiği görülecektir. Ama mukayese bir
benzerliği ortaya çıkardığından, benzerlik objeye ait
bir özellik olduğundan, bir özellik de onu ihtiva eden
objenin bir kısmî izlenimini tastamam verdiğinden,
kavramları yan yana koyarak objenin bütününü kı-
sımlarıyla yeniden terkip edeceğimize ve onun âdeta
zihinsel bir eşdeğerini elde edeceğimize kolayca ina-
nırız. Böylece, "birlik", "çokluk", "süreklilik", sınırlı
ya da sınırsız "bölünebilirlik", vb. kavramların altını
çizerek sürenin sadık bir temsilini şekillendirdiğimize
inanacağız. Açıktır ki burada bir illüzyon vardır. Hem
de bir tehlike. Soyut idealar, analizin, yani diğer her
şeyle bağıntısı içinde objenin bilimsel bir incelenmesi-
nin hizmetine koşulduğu oranda, sezginin yerini, ya-
ni objenin, özünde ve münhasıran onda bulunan şey-
lerde metafizik tahkikatının yerini tutmaya elverişsiz-
dir. Bir yandan, aslında uç uca eklenmiş bu kavramlar
bize ancak bazı genel ve bir bakıma da "kişisiz" veç-
heleriyle sembolize edilebilecek objenin yapay bir ye-
niden terkip edilişini verecektir: o halde, bize kendisi-
ni puslu bir şekilde sunmakla sınırlı kalacak bir reali-
teyi kavramlar vasıtasıyla sezmeye bel bağlamak boş
iştir. Ama diğer yandan ise, illüzyon bakımından çok
vahim bir tehlike vardır. Zira kavram soyutlarken ay-
nı zamanda geneller de. Kavram münhasıran bir şeye
ait olan özelliği ancak onu sayısız başka şeye de müş*terek kılarak sembolize edebilir. Öyleyse, genişletmek
yoluyla onu hep az çok deforme eder. Metafizik obje-
nin sahip olduğu bir özellik yerli yerine konduğu o
objeyle tam tamma örtüşür, onun üzerine ısmarlama
gibi oturur, onunla aynı hatları alır. Metafizik nesne-
den çıkarılmış öz olarak ve bir kavramda temsil edil-
miş haliyle ise özellik, sonsuzca genişler, bundan böy-
le o objeyi diğerleriyle birlikte içermesi gerektiğinden
onu aşar. O halde bir şeyin özelliklerinden şekillen-
dirdiğimiz değişik kavramlar, o şey etrafmda çok da-
ha geniş pek çok çember çizer ki bunların hiçbiri tam
olarak ona uygulanmaz. Ve bununla birlikte, şeyin
kendisinde, özellikler o şeyle tam olarak örtüşür ve
dolayısıyla da birbirleri arasında da tam olarak örtü-
şür. Demek ki tam örtüşmeyi yeniden sağlamak üze-
re herhangi bir yapaylık aramak zorunda kalacağız.
Bu kavramlardan herhangi birini alacağız ve onunla,
diğer kavramları bir araya getirmeyi deneyeceğiz. Fa-
kat, falan kavramdan ya da filan kavramdan yola çık-
mamıza bağlı olarak, bir araya getirme işlemi aynı
tarzda yapılmayacaktır. Meselâ, "birlik"ten ya da
"çokluk"tan yola çıkmamıza bağlı olarak, sürenin bir-
liğini veya çokluğunu farklı şekillerde kavrayacağız.
Her şey, kavramlardan hangisine ağırlık verdiğimize
bağlı olacaktır ve bu ağırlık da, objeden çıkarılmış öz
olarak kavram ağırlıksız ve bir cismin gölgesinden
ibaret olduğundan, her zaman keyfî kalacaktır. Böyle-
ce, incelenen realiteye ne kadar dışarıdan bakış açısı
ya da onu kapsayacak ne kadar daha geniş çember
varsa bir o kadar da farklı sistem türeyecektir. Öyley-
se yalm kavramların tek sakıncası, objenin/konunun
somut birliğini çok sayıda sembolik ifadeye bölmesi
değildir; bir de, felsefeyi farklı ekollere ayırır ki bun-
ların her biri kendi yerini alır, kendi fişlerini /marka-
larını seçer ve asla bitiremeyeceği kendi parsasını top*lar.
|