Metafiziğe giriş
Metafiziğe dair tanımlar ile mutlak hakkındaki
kavrayışlar birbiriyle karşılaştırılırsa, aralarındaki
farklılıklara rağmen filozofların, bir şeyi bilmenin derinden farklı iki tarzı üzerinde mutabık kaldığı görülür. Bunlardan ilki, bilinen şeyin etrafında dolaşılan,
İkincisiyse onun içine girilen bilme tarzıdır. İlki, insanın konumlandığı bakış açısına ve kendisini ifade ettiği sembollere tâbidir. İkincisiyse hiçbir bakış açısına
tutunmaz ve hiçbir sembole dayanmaz. İlk bilgi için,
İzafî olanda durup kaldığı; ikicisi içinse, mümkün olduğu durumda, mutlak olana eriştiği söylenecektir.
Meselâ, bir nesnenin uzaydaki hareketini ele alalım. Bakış açıma göre, baktığım yere göre nesneyi
farklı hallerde, hareketli ya da hareketsiz olarak algılarım. Onu, eksen aldığım sisteme ya da kerteriz aldığım noktaya göre, yani onu tercüme ettiğim simgelere
göre farklı biçimde ifade ederim. Bu bilgiyi iki sebeple "izafî" diye' adlandırıyorum. Her iki dununda da
bizzat nesnenin dışında konumlanırım. Mutlak bir hareketten söz ettiğimde, hareket edene ruhsal durumlar
gibi bir "iç" atfeder, durumlarla sempatiye geçer ve
muhayyilemin/imgeleme gücümün çabasıyla o durumların içine kendimi sokarım. Öyleyse, objenin hareketli veya hareketsiz olmasına, falan hareketi ya da
filan hareketi sergilemesine bağlı olarak aynı şeyi tecrübe etmem. Tecrübe edeceğim şey, objenin/konunun
ta kendisinin içinde olacağım için onun hakkında benimseyebileceğim herhangi bir bakış açısına tâbi olmayacağı gibi, orijinali elde etmek üzere her tür tercümeyi reddedeceğim için objeyi/konuyu tercüme edebileceğim simgelere de tâbi olmayacaktır. Sözün kısası, hareket artık dışarıdan ve bir bakıma benim indimde [chez moi] değil; içeriden, objede, bizzat anlaşılmış olacaktır. Bir "m utlak"ı ele geçireceğim.
Yahut, bana maceraları anlatılan bir roman kahramanını ele alalım. Romanın yazarı, kahramanın karakter özelliklerini dilediğince çoğaltabilecek, onu istediği kadar konuşturabilecek ve istediği şeyleri yaptırabilecektir. Bütün bunlar, bir anlığına o kişilik ile örtüşeydim yaşayacağım yalın ve bölünemeyen duygunun yerini tutmayacaktır. O sırada, eylemler, jestler ve sözler, bana bir kaynaktan doğallıkla akar gibi görünecekti. Bunlar o zaman artık o kişilik hakkında kendi kendime kuracağım ideaya eklenen ilinekler olmayacaktı ki ilinekler bu ideayı tamamlamayı asla başarmaksızm durmadan zenginleşir. O kişilik, bütünleşikliği içinde bana bir anda verilmiş olacaktı ve tezahür eden bin türlü ıvır zıvır [incidents] o kişi hakkındaki ideaya katılıp onu zenginleştirmek şöyle dursun, o sırada tam da aksine bana, o ideadan kopmuş ve buna rağmen özünde onu eksiltmemiş veya yoksullaştırmamış görünecekti. O kişi hakkında anlatılan her şey bana, ona çok sayıda açıdan bakışı sunar. Bana o kişiliği tasvir eden ve ancak önceden tanıdığım kimselerle ya da şeylerle mukayese etmemle bana onu tanıtabilen bütün özellikler, kendileri vasıtasıyla şu ya da bu oranda simgesel olarak o kişiyi ifade eden işaretlerdir.
O halde simgeler ve bakış açıları beni o kişinin dışında bir yere kor; bana o kişiyi ancak, başka şeylerle arasında ortak olan ve münhasıran ona ait olmayan yanlarla açar. Fakat, münhasıran onda olan, onun özünü
meydana getiren şeyler ise tanımı icabı içseldir ve ne
dışarıdan fark edilebilir ne de -bütün diğer şeylerle aynı ölçüye vurulamaz [incommensurable] olduğundan- simgelerle ifade edilebilir. Tasvir, tarih ve analiz
burada beni İzafîde bırakır. Bir tek, kişiyle tamamen
örtüşmem [coincidence] bana mutlak olanı verecektir.
Bu manâda ve yalnızca bu manâda mutlak, mükemmeliyetin eş anlamlısıdır. Bir şehri gören bütün
mümkün noktalardan çekilmiş bütün fotoğraflar sonu
gelmez bir şekilde boş yere birbirini tamamlayacak,
dolaştığımız şehir olan bu üç boyutlu ilk örneğe hiç mi
hiç denk olmayacaktır. Bir şiirin mümkün bütün dillerdeki bütün tercümeleri, nüanslara başka nüansları
beyhude ekleyecek ve bir tercümeyi diğerine bakarak
bir tür mukabeleli rötuşla düzeltmeye çalışarak şiirin
aslına daha sadık bir imaj vermeye boşuna uğraşacak
ama asla orijinalinin iç anlamını vermeyecektir. Belirli
bir bakış açısından meydana getirilmiş bir temsil, birtakım simgelerle yapılmış bir tercüme, görünüşünün
elde edildiği nesneye/konuya veya onu ifade etmede
kullanılan simgelere kıyasla daima gayrimükemmel
kalır. Buna karşılık mutlak olan, her ne ise mükemmelen o olması bakımından mükemmeldir.
Muhakkak ki yine bu sebeple, mutlak ve sonsuz sık
sık aynılaştınlmıştır. Homeros'un bir mısrasının üzerimde bıraktığı intibaı, Yunanca bilmeyen birisine iletmek istersem, mısrayı ona tercüme ederim, ardından
tercümemin yorumunu yaparım, sonra da yorumumu
açmaya çalışırım; ve böylece bir açıklamadan diğerine
geçerek ifade etmek istediğim şeye git gide daha fazla
yaklaşırım, ama ona asla varamam. Kolunuzu kaldırdığınızda, içsel olarak ona dair yalın bir algıya sahip
olduğunuz bir hareket yaparsınız; lâkin, dışsal olarak,
hareketinize bakan benim gözümde, kolunuz bir noktadan, sonra da başka bir noktadan geçer ve o iki nokta arasında yine başkaca noktalar olacaktır; öyle ki on*ları saymaya kalksam bu iş sonsuza kadar sürecektir,
içeriden görülmüş bir mutlak demek ki yalın bir şeydir; ama dıştan, yani başka bir şeye izafen, onu ifade
eden işaretlere göre bakıldığında, karşılığını kuruş
cinsinden saya saya bitiremeyeceğimiz bir altın sikke
[gibi-çev.] olur. Bölünemeyen bir idrake [apprehension]
ve bitmez tükenmez bir saymaya konu olmaya uygun
şey ise, tanımı icabı bir "sonsuz"dur.
Bundan sonuç olarak, "mutlak"m, sadece sezgide
verilmiş olacağı çıkar ki buna mukabil geriye kalan
her şey analiz ile ilişkilidir. Burada sezgi diye andığımız şey, onda biricik ve bu itibarla da dile getirilemez
olanla tam bir örtüşme [coincidence] yakalamak üzere
bir nesnenin/konunun içine kendimizi taşıdığımız
sempatidir*. Analiz bunun tam aksine, nesneyi/konu-
yu zaten bilinen, yani onda başka nesnelerle /konularla ortak olan unsurlara indirgeyen işlemdir. O halde
analiz etmek, bir şeyi, o olmayan şeye göre ifade et-
mekten ibarettir. Bu itibarla her analiz bir tercüme,
simgelerde açıp serme ve araştırdığım ızyeni objeyle/konuyla, halihazırda bildiğimize inandığımız diğer objeler arasında olabildiğince çok teması işaretlediğimiz/not ettiğimiz ardışık bakış açılarından elde edilmiş bir temsildir. Çevresinde dolanıp durmaya mahkûm olduğu objeyi/konuyu ihata etmek için duyduğu asla tatmine ulaşmayacak arzusunda analiz, her
zaman natamam kalan temsili tamamlamak üzere bakış açılarını sonsuzca çoğaltır, hep kusurlu kalan tercümesini mükemmelleştirmek için de sembolleri biteviye çeşitlendirir. Böylece analiz sonsuza kadar sürer.
Ama sezgi, şayet mümkünse, yalm bir fiildir/edimdir.
Bu ortaya konduğunda, pozitif bilimin mutat işlevinin analiz etmek olduğu rahatlıkla görülecektir. Pozitif bilim her şeyden önce simgeler üzerinde çalışır.
Doğa bilimlerinin en somut olanları, hayat bilimleri
bile canlı varlıkların görünür formuyla, organlarıyla,
anatomik unsurlarıyla yetinir. Formları birbiriyle mukayese eder, en karmaşık formları en basitlerine geri
götürür ve en nihayet hayatın işleyişini, bir bakıma
onda görsel simgeler olan şeylerde araştırır. Şayet bir
realiteye, onu izafi olarak bilmek yerine mutlak olarak
malik olmanın, onunla ilgili bakış açılarına yerleşmek
yerine bizzat kendisine yerleşmenin, onu analiz etmek
yerine sezgisini elde etmenin ve nihayet onu her tür
sembolik ifadenin, tercümenin ya da temsilin dışında
sezmenin bir yolu mevcutsa, metafizik bu yolun ta
kendisidir. O halde metafizik, simgeleri aşma iddiasında
olan bilimdir.
Yalın analiz yoluyla değil, hepimizin sezgiyle içeriden yakaladığımız en azından bir realite vardır. Bu,
zamanın etrafındaki akışı içindeki kendi kişimizdir.
Süregiden, bizim "ben"imizdir. Başka hiçbir şeyle entelektüel veya daha ziyade spiritüel bir sempatiye geçemeyiz. Buna karşın, kendimizle kesinlikle sempati
kurarız.
Aktif olmadığı farz edilen kendi kişiliğim üzerinde bir gezintiye çıkarsam, bilincimin iç bakışıyla öncelikle, ona maddî dünyadan gelen bütün algıların yüzeyde sertleşmiş bir kabuk gibi kuruduğunu fark ederim. Bu algılar nettir, seçiktir/ayrı ayrıdır, yan yana
bitiştirilmiştir veya bitiştirilmeye uygundur; bu algılar, objelerde öbeklenmeye can atar. Ardından da bu
algılara az çok bitişmiş ve onları yorumlamaya yara*yan hatıraları fark ederim; bu hatıralar, benim kişiliğimden kopmuş, onlara benzeyen algılar tarafmdan
periferiye çekilmiş gibi oluverir; mutlak bir halde, bizzat ben olmadan, benim üzerime konmuştur. Ve nihayet, eğilimlerin, harekete geçiren alışkanlıkların, bu algılara ve hatıralara sımsıkı bağlı bir yığın zımnî/örtük
eylemin kendisini ifşa ettiğini hissediyorum. Formlarda zaptedilmiş bu unsurlar bana, birbirlerinden ayrı
oldukları kadar fazlasıyla "ben" den ayrı görünmektedir.
İçten dışa doğru yöneltilen bu unsurlar birleşerek
genişleme ve dış dünyada kaybolma eğilimindeki bir
kürenin yüzeyini meydana getirir. Ama, şayet kendimi periferiden merkeze doğru toplarsam, kendimin
temelinde en tek biçimli, en metin ve en kalıcı olan şe-
yi ararsam, bambaşka bir şey bulurum.
Usta işi kesilmiş bu kristallerin ve yüzeydeki bu
donuk kabuğun altında, akış halinde gördüğüm şeyle
hiç de mukayese edilebilir olmayan bir sürekli akıştır.
Bu, her bir durumun, kendinden önce gelen şeyi içerdiğini ve de onun peşinden geldiğini ayan beyan gösterdiği bir durumlar ardışıklığıdır. Doğrusunu söylemek gerekirse, durumlar ancak, ben o durumları şimdiden arkamda bıraktığımda ve izlerini gözlemlemek
üzere geriye döndüğümde çok/çeşitli bir hale gelir.
Ben o durumlardan geçtiğim halde, onlar öylesine sı-
kı sıkıya organize olmuştur ki ortak bir yaşamdan öyle derinlemesine hayatiyet bulmuştur ki, aralarından
herhangi birinin nerede bittiğini, bir diğerinin nerede
başladığını söylemeyi başaramam. Gerçekte, onların
hiçbiri ne başlar ne de biter, onların hepsi birbirinde
uzayıp gider.
|