Şeyh-i Sana
Yunus Emre bir şiirinde "Cübbe vü hırka taht u tâc, bular verirler aşka bac
Dört yüz mürîd ü elli hac, terk eyledi Abdürrezzâk"
buyurarak mevki ve makamın, taht ve tacın, hatta sufilik ve dindarlığın da birer imtihan olduğuna vurgu yapıyor.
Sözünü ettiği kişi Şeyh-i San'an olarak bilinen Şeyh Abdürrezzak'tır. Menkıbeye göre Takvası ve kerametiyle meşhur, elli yıl şeyhlik yapmış, elli kez hacca gitmiş, dört yüz müridi olan Şeyh-i San’ân Yemen’in San’ân şehrinde yaşar. Şeyh, rüyasında tüm memleketleri gezdikten sonra Rum diyarına geldiğini ve kilisede bir puta secde ettiğini görür. Huzursuz olan şeyh, Anadolu’ya gitmeye karar verir. Anadolu’ya gelen şeyh, burada bir köşkün içinde bir kız görür ve bu kıza âşık olur. Kız Hristiyan’dır. Şeyh eşsiz benzersiz güzelliğiyle
gönlünü alan kızın peşinden ağlayıp inleyerek dolaşmaya başlar. Onun bu halini gören müritleri şeyhe tövbe etmesini, bu yoldan dönmesini nasihat ederler fakat şeyh bu nasihatlere aldırış etmez. Hatta bugüne kadar âşık olmadığı için pişmanlık duyduğunu dile getiren şeyh, müritlerin tüm tavsiyelerine âşıklığıyla ilgili cevaplar verir. Sevgilisinin kapısında onun kapısının köpekleriyle dost olup yaşamaya başlayan şeyhin gün geçtikçe üzüntüsü artar, zayıflar ve sararıp solmaya başlar. Böylece kızın peşinde perişan bir yaşantı sürer. Bir gün kız köşkten dışarı çıkar. Şeyhin bu hastalıklı halini görmezden gelerek ona etmedik hakaret bırakmaz. Onu kendisine layık görmez ve şeyhe bu sevdadan vazgeçmesini söyler.
Şeyh tüm bunlara rağmen tekrar aşkını dile getirince de kız dört şart ileri sürer. Bunlar; puta tapmak,
Kur’an’ı yakmak, içki içmek ve Hristiyan olmaktır. Bu şartlardan sadece içki içmeyi kabul eden şeyh,
Hristiyan güzelin hazırlattığı içki meclisinde sarhoş olunca, bu şarhoşluğun tesiriyle kızın istediği diğer
şartları da yerine getirir. Bunca yıllık emeğini yele veren şeyh, zünnar kuşanır. Kızdan tekrar vuslat ister.
Bu defa da kız şeyhten mehr ister. Mehr için altın ve gümüş veremeyen şeyh, kızın teklifiyle domuzlarına
bir yıl boyunca çobanlık etmeyi kabul eder.
Bu arada biri hariç müritlerinin tamamı ondaki sapkın halleri gördükçe yavaş yavaş yanından ayrılmışlar. Artık kimisi onun çıldırdığını, kimisi de gerçekten Hıristiyan olduğunu söylüyorlarmış. Kayser'in kızına gelince o, isteklerine her defasında daha ağırını ekliyor ve bir türlü şeyhe rıza göstermiyormuş. Sonunda bir gün evlenmekten vazgeçtiğini söyleyip şeyhi kapısından kovmuş. Zavallı şeyh, nefsine uyup yoldan saptığıyla ve halk nazarında itibarını yitirmekle öylece kalakalmış. Kendisini terk etmeyen son müridiyle, Bizans sokaklarında, açta açıkta ve ayıplanmış olarak... Rivayete göre o son mürit, yıllar yılı şeyhe olanın Hak'tan geldiğine inanmış, hiçbir gün dedikodusunu yapmamış, aynı halin kendisine olmaması için dualar etmiş ve şeyhi hakkında daima iyilik istemiş.
Ayağın yoldan sapması, aciz insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir ve insana dengeyi kaybettirir. Üstelik bu denge kaybı küçük bir inhirafa, küçük bir kulluk zafiyetine bağlı olarak bir bela-yı nâgehan misali birden geliverir. Burada marifet kulluğun acziyeti içinde ayağı sapıp itibarını kaybeden değil de sabit kadem olup o itibarı koruyan olabilmektedir. Çünkü iyi bir ad edinmek kolaydır da, o iyi adı koruyabilmek oldukça zordur. O yüzden mü'min kişi her elini açtığında "Rabbenâ, lâ tüziğ kulûbena... (Rabb'imiz! Bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki Sen, bağışı bol olansın!)-(Âl-i İmran, 8)" diyerek dua etmeli, istiğfar üzre olmalıdır. Aksi takdirde iman ile küfür, kulluk ile şeytanlık, itaat ile isyan, güzel ile çirkin arasındaki o hassas ve ince nefis ipi üzerinde cambazlık etmek -ki biz buna ömür diyoruz- en büyük denge sınavlarından sayılır. Allah korusun, bir yanlış adım dengeyi bozuverir de ayağın kaymasına yol açarsa düşüş etrafa gümbür gümbür yansır. Burada da müminin tavrı düşene gülmek değil, bilakis Allah kendisini de aynı sınava tabi tutmadığı için şükretmek olmalıdır.Bize düşen, onlara hidayet, kendimiz için de hak yolda ayaklarımızın sebatını dilemektir. Zira Mevlevi hazretlerinin "bin kere tevbeni bozmuş olsan da" hitabı o vakit anlam kazanır. Horasan'da bir eşkıya iken gördüğü bir işaret üzerine hak yola eren veli, Bağdat sokaklarında bulduğu kâğıtta Allah adı yazıyor diye öpüp başına koyarak mertebeler kazanan âbit veya Belh'te tac u tahtı terk edip hakikat yolculuğuna başlayan sultan, başlangıçta tıpkı Bizans yollarında nefsinin arzusunu arayan San'an şeyhi Abdürrezzak gibi değiller miydi?
Kaldı ki Abdürrezzak'ın yanında kalan o son mürit var ya!.. İşte o temiz insan, şeyhine asla gülmemiş, diğerleri gibi asla dedikodusunu yapmamış, olup biteni Hak'tan bilmiş ve onun eteğini hiç bırakmamış. Şeyh, sonunda onun duası berekatıyla kendine gelmiş ve sahip olduğu nur ona yeniden dönmüş. Eski azgın hallerine tevbe edip Bizans'tan ayrılmış.
Şeyh ayrıldıktan sonra, kız bir gece rüyasında güneşin yanına düştüğünü görür. Güneş kıza
şeyhin ayağına düşmesini, onun yoluna girmesini, Müslüman olmasını söyler. Ona şeyhe verdiği zararı
hatırlatır. Sabah olunca kız yola koyulur. Perişan bir halde yola koyulan kız şeyhe ulaşmak ve doğru yolu
bulmak için Allah’a dua eder,günlerce dağ bayır izini sürmüş. Aç susuz yollara serilmiş. Sonunda bir çölde şeyhi bulmuş. Ne var ki bu buluşmaya canı dayanmamış artık gücü kalmadığını ahirete göçmek istediğini söyler ve şeyhten af dileyerek Hakk’a kavuşur. Şeyh yanında kalan son müridin yardımıyla onu öldüğü yere defnedip başında dualar etmiş. Sonra da Kâbe'ye yönelmiş. Bu yolcuk onun için yeniden "Leyla'dan geçme, Mevla'yı bulma faslı" olmuş ve Kâbe'nin eşiğine yapıştığı an o da canını vermiş. Ölürken yüzündeki mutluluğa yine o son mürit şahit imiş...
Sınavı kazanan o son mürit olmuş…
Alıntı-Derleme
__________________
Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler.(Meryem 76)
|