Kuran bize yeter diyenler için ve Müşid meselesi
Mürşidi kamilin onbir vasfı
Bu dünyada dost istersen Hz. Allah yeter,
2- Mürşid-i Kâmil istersen Hz. Kur’ân yeter,
3- Delil istersen Hz. Muhammed yeter,
4- Bunlarda yetmez dersen nar-ı cehennem yeter.
5- Kaderde ne ise o olur etme merak,
6- Uyma kendi nefsine Allah’ın emrine bak;
7- Altından ağacın olsa zümrütten yaprak
8- Akibet gözünü doyurur bir avuç toprak.
Bul erbabını danış akıl al, demek ki, ferâsettir,
Ne aldandın behey şaşkın bu can sana emanettir.
Bu kaside de evvelce misyonerlerin İslâmı bozmak için söylediği, uydurduğudur. Kur’ân-ı Kerim’e bizim dinimize, edille-i şer’iyyeye terstir.
Allah'u Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Sadıklar ile beraber olun”[1] buyuruyor. Musa (Aleyhis-selâm) Allah'u Teâlâ’dan ilm-i Ledünü öğrenmek istedi. Allah'u Teâlâ; O'nu Hızır (Aleyhis-selâm)’a gönderdi. “O öğretsin” buyurdu.[2] İşte Kitap yetmedi. Kur’ân’ı sana tam hakkıyla öğreten, eğiten olmazsa Kur’ân da yetmez. Allah'u Teâlâ’nın dostlarını bulup, onlara tâbi olup onların elinin altında yetişmezsen, Allah'u Teâlâ’nın emrine ters olur.
“Mürşid ararsan Hz. Kur’ân yeter” diyenlere; Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem): “Bana Cebrâil (Aleyhis-selâm) mürşidlik yaptı. Namaz kılma vakitlerini beş vakti vaktinde ve namazda imam olarak kıldırdı, gösterdi.”[3]buyuruyor. Bize namazı Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem); Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’e Cebrâil (Aleyhis-selâm); Cebrâil (Aleyhis-selâm)'a Allah'u Teâlâ öğretti.
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)’in sana delil olması için O’nun yolunu, izini, sünnetini, yaşantısını sana tam öğretecek birisi olmazsa “Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) yeter” derken yine Allah'u Teâlâ’nın sözüne ters gelirsin. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim’deki sadıkları bulup onlarla çalışılırsa ancak o zaman yalnız Kur'ân-ı Kerim yeter.
Kaderin değişeceğine dair çok âyetler ve hadîsler var. Ancak Kaderiye mezhebindekiler “Kader değişmez” der. Kader değişmezse; kâfir ve mü’min, kadere göre cennete veya cehenneme girecekse namaza, ibadete ne lüzum var. Yûnus (Aleyhis-selâm)’un kavminin başlarına belâ geldi. Bir tek Allah'u Teâlâ’ya çağırmaları hem belâyı kaldırdı, hem kendilerini müslüman etti.
Kaderde ne ise o olur diyorsan kendi nefsine uydun, Allah'u Teâlâ'nın emrine bakmadın. Kaderde ne ise o olacaksa haliyle insan Allah'u Teâlâ’nın emrini yapmaz. Zâten kaderimde ne varsa o olur, der. Bu şeytan itikadıdır. Şeytan Allah'u Teâlâ'ya “Alnıma böyle yazılmış, benim kabahatim yok. İlm-i Ezeliyede benim nasıl olacağım sana malumdu” dedi, tevbesi kabul olmadı. Adem (Aleyhis-selâm) “Ben kendi nefsime zulmettim. Sen beni affetmezsen ben zarar, ziyan çekenlerden olurum. Kabahatin hepsi bende”[4] dedi tevbesi kabul oldu. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz Allah’a iftira etmeyin”[5] kaderde şöyle imiş, böyle imiş gibi sözler Allah'u Teâlâ’ya iftiradır.
Bu söylediklerim doğru ise erbabını bul, ondan sor, danış, akıl al. Evvelce şu yeter, bu yeter de. Kader ne ise o olacak, hiçbir kimseye gitme, Kur’ân-ı Kerim yeter. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) yeter, Mürşid-i Kâmile sormaya, ondan akıl almaya hiç lüzum yok. Kaderinde ne ise o olacak, diyorsun. Nefsine uyma diye niçin söylüyorsun? Nefsine uysa kaderde ne yazılı ise o olacak. Nefsine uyarsa, uymazsa hiçbir şey değişmiyecek, diye söylüyor. Sonunda da nefsine uyma, Allah'u Teâlâ’nın emrine bak. Allah'u Teâlâ emrine bakmayı nasip etmemişse nasıl baksın? İşte saçmalamanın en büyüğü. “Erbabını bul, ondan sor, danış, akıl al” diye niçin diyorsun? Erbabını bulma, sorma, danışıp akıl alma kaderi takdiri değiştiremeyecekse sormaya ne lüzum var. İşte hep saçma sapan sözler. Ayete, hadîse terstir. Cahil olanlar ilerisini bilmezler. Bilmediklerini de bilmezler. Bilirim iddiasında olup, bunları yazarlar, iddia ederler. Bunu okuyup bizim kardeşlerimizden cevabını istemişler. İşte cevabını veriyorum. Ben de onlardan karşılığında aynı sözlerimin cevabını istiyorum. (Vesselam.)
Mürşid-i Kâmil'in on bir vasfı:
Temsilde hata olmaz; gazetecilerin en evvelâ bir manşet atıpta ondan sonra altına açıkladıkları gibi Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri de ilk defa bir manşet atıyor ve buyuruyor ki:
“Ey Habîbim! Benim muhbitiyn kullarıma müjde et.”[6]
1. vasıf: Onlar: “(Es-sâbirûne alâ mâ esâbehüm) Allah yolunda üzerlerine gelen kazaya, belâya sabrederler.”[7] Bu yolda sıkıntı, hastalık, yokluk her şey gelir. Bunlara herkesten fazla sabrederler. Herkes ben sabrediyorum diyebilir.
2. vasıf: Allah'u Teâlâ buyuruyor ki: “(Ellezîne izâ zükirallahü vecilet gulûbühüm) Onlar Allah'ı zikrettikleri zaman kalbleri cila bulur.”[8]
O kimse Allah'u Teâlâ'yı çok zikreder. Çok zikredince de kalbi cilâ bulur. Bir âyette: “(Takşairru minhu culudillezine yahşevne Rabbehüm…İlâ Ahir) Onların derileri titrer, kendileri titrer Allah korkusundan”[9] buyuruyor. Ben Allah'ı çok zikrediyorum, kalbimde cila buluyor, diyebilir.
Yanına vardığın zaman Allah'u Teâlâ'nın zikrinden zikrullahtan konuşur. Sözü zikrullah, özü fikrullah olur. Allah'u Teâlâ'nın varlığını, birliğini, kuvvetini, kudretini, azametini, büyüklüğünü düşünür. Bakışı ibretullah olur. Her baktığından ibret alacak bir akıl, bir göz, bir imana sahip olur. Veysel Karanî Hz.'nin Hz. Ömer (Radiyallahu anhu)'e yapmış olduğu tavsiyelerden birisi de: “Ya Ömer! Sözün zikrullah, özün fikrullah, bakışın ibretullah olsun,” buyuruyor. Bütün Peygamberler ve Evliyalar böyle olmuşlar. Hakiki Mürşid-i Kâmil, Allah'u Teâlâ'nın zikrinden, varlığından, birliğinden, kuvvetinden, kudretinden, âyetten, hadîsten ve edille-i şer'iyyeden konuşur.
Canlı-cansız bütün mahluklar Allah'u Teâlâ'yı zikreder, konuşur.[10]
3. vasıf: “(Vel mugîmi's-salâti) Namazlarının üstünde mukim olur.”[11]
Çok namaz kılar, beş vakit namazını ayrıca kaza ve nafile namazları kılar, kılar da kılar. Ama bu vasıf kendinde olmayan bende şu kadar çok namaz kılıyorum filan gibi şeyler diyebilir. Çünkü gizlidir, yapıp yapmadığını kimse görmüyor.
Hadîs-i Şerîf:
“Gizlide kılınan namaz cemaatle kılınan namazın iki mislidir.”[12]
“Cemaatle kılınan namazdan daha makbul benim Ravzam'da kılınan namazdır. Ondan da daha makbulu Kâ'be'de kılınan, ondanda makbulu bir tek Allahu Teâlâ'nın bileceği, evin bir köşesinde kılınan iki rek'ât namazdır.”[13]
Onun için tarikatta uzlet yapıp gizlide ibadet, zikir yapılır. Namaz kılınır, seher vaktinin ibadeti de gizlidir.
4. vasıf: “(Ve mimmâ razegnahüm yunfigun) Rızıklarından, yiyeceklerinden fakir fukaraya yedirir, içirirler.”[14]
İşte bunun gizlisi yoktur. Evine yaşlı-genç, hasta-sakat hepsi gelir, yeriçer. Köylü-şehirli, uzaktan-yakından, tüccar-esnaf her çeşit insan geliyor mu? Rahatlıkla yeyip, içip, yatıp rahat edebiliyor mu? Onlara kendi malından yiyecek dağıtıyor mu? Bunu herkesin gözünün önünde yapıyorsa herkes bilir, yapmıyorsa bu da belli olur. Rızkınızdan fakir, fukaraya, yetimlere yedirin, içirin, garibleri doyurun, infak edin, dağıtın. Bunların hakkında çok âyet vardır.[15]
Yukarıda saydığımız bu dört alâmet kimde varsa o büyük zattır. Mürşid-i Kâmilin bir alameti de budur. Bu vasıflardan bir tanesi noksan olursa Mürşid-i Kâmil değildir. Çünkü Allah'u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de bu dört vasfı ile tamamlıyor.
İşte bir Mürşid-i Kâmilin tekkesi açık olmalıdır. Yeryüzüne ne kadar Evliya, büyük Mürşid-i Kâmil, Şeyh gelmişse hepsinin tekkesi açıktır. Orada köylü-şehirli, zengin-fakir, ihtiyar-genç, hasta-sakat hepsi gelir rahatça yer-içer yatar. Bu vasıfların mutlaka olması lâzımdır.
Bir adamı şöyle büyük zât, böyle büyük zât diye överler. Onun evine gidip bakınız. İnfak, yedirip içirme, fakir-fukaraya dağıtma ve bu gibi şeyler o kimsede yoksa, onda parmağını bir yere sürüpte ona bulaşacak toz kadar Evliyalıktan birşey yoktur. Rızıklarından fakir-fukaraya yedirir, içirir, dağıtırlar. Başta bu olacak. Bu varsa öteki vasıfları aramalı, bu yoksa hiç aramamalıdır.
(Sûre-i Bakara, Ayet 268)
“Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur, fakir olursunuz diyerek hayır yapmanıza sadaka vermenize (malınızı Allah yolunda harcamanıza) mani olur) ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf vadeder. Allah herşeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.”
Yeryüzüne gelen Peygamberlerin içinde cimri, mıhrız, nekes bir peygamber gelmemiştir. Mıhrız, sofra sahibi olmayan, yedirmeyen, içirmeyen bir Evliya, bir büyük zât, bir Mürşid-i Kâmil, müceddid gelmemiştir. Diğer üç vasıfla beraber hepsi de bu vasıflara sahip olarak gelmiştir. Lâkin ilk saydığımız üç vasıf kendisinde olmadan o vasıflar bende var diyebilir. Ama bu dördüncü vasıf kendinde olmadığı halde var diyemez. Çünkü herkes fakir fukaraya infak edip, dağıtıp, dağıtmadığını, evinde yedirip-içirip, içirmediğini herkes gözü ile görüyor.
5. vasfı: Mürşid-i Kâmil'in diğer bir alâmeti de Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hz. buyuruyor ki: “(Ve nünezzilü minel Kur'âni mâ hüve şifâün ve rahmetün lil mü'minîne velâ yezîdüz-zâlimîne illâ hasârâ) Biz, Kur'ân-ı Kerim'i mü'minlere şifa ve rahmet olarak indirdik. Zalimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.”[16]
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz Hz. “(El Kur'ânu hüve devaün) Kur'ân bütün ilaçtır.”[17] buyuruyor. İşte Kur'ân-ı Kerim'in içinde bu şifa var. İsm-i Azam, Kur'ân-ı Kerim'in içindedir.
Ünvanı hacı, hoca, müftü, vaiz, Kur'ân Kursu hocası olup, Kur'ân öğretiyorlar. Bunlar bu zamana kadar Kur'ân okuyupta kaç hastayı iyi ettiler, böyle bir şey var mı? Kur'ân-ı Kerim'in içinde bu şifa, bu rahmet yok mu? Var. İsm-i Azam Kur'ân'da mı? Kur'ân'da. Bu zamana kadar ne yaptın? Hiç bir şey.
Kur'ân-ı Kerim'de barut var, kurşun var, azze var. Amma bunları hedefine yetiştirecek iyi bir tüfek, iyi de bir nişancı lâzımdır. İşte müceddidin hakikisi Allah'u Teâlâ'ya sevilen Evliyaullah, büyük Mürşid-i Kâmil'in kalbi, okuması iyi tüfek, iyi nişancı gibidir. Hastalık, maraz, illet bunlarda hedef gibidir. Bu zât okuduğu zaman kurşun gibi, o hastalık geçer. Kur'ân'ın şifası açığa çıkar. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem): “Evliya kendi kerâmetini saklasın.”[18]buyuruyor. Ama bunu Kur'ân'ın şifasını, okumayı aşikâreye çıkartmayı Allah'u Teâlâ yasaklamıyor bilâkis emrediyor. Kur'ân'ın şifasının ve rahmetinin meydana çıkması lâzım. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)'in evvelki Peygamberlerin, Mürşid-i Kâmillerin, büyük Evliyaullahların okuması ile dertliler deva bulur, hastalar şifa bulur, müşkül işler hallolur. Bu gizli değil, açıktır. Uzaktan, yakından herkes onun yanına gelir, orda kalır. Orada kaldığı müddetçe müşkülü hallolur, derdine deva bulur. Bunu Kur'ân-ı Kerim'in bu şifasını bu zamanede Bilâl Babam'ın kabrine gelen burda okunanda oluyor. Bir adama derler ki: “Sen sözünde doğru musun?” “Evet doğruyum” der. “Sen sözünde doğru, haklı isen müslüman, ehl–i kıbleden yalan söylemeyecek iki şahit getir,” derler. O iki şahit getirir de şahidi dinlerler “bu adam doğrudur” derler. O kimse iki değil iki yüz şahid getirir. O şahidler de “Ben hastaydım, bunun yanına geldim, iyi oldum, müşkül işim halloldu, sıkıntıdaydım kurtuldum, şöyle oldu, böyle oldu” diye yüzlercesi anlatır. Bir adam iki şahid getirirse ona inanılıyor da, bu yüzlerce şahid getiriyor. Buna neden inanılmıyor? Hem de güneş gibi aşikaredir. Güneş doğmuyor, yok demekle kimseyi inandıramadığınız gibi Bilâl Babanın okumasında da bir şey yok demekle kimseyi inandıramazsınız.
6. vasfı: Yine hadîs-i şerîfte; Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem):
- Yâ Resûlullah! Biz o dediğin zâtı, o Mürşid-i Kâmil'i nesinden bilelim? deyince buyuruyor ki:
- “(Bis-sâhâ-i ven-nasihati lil müslimîn) Onu cömertliğinden, halka ve müslümanlara bol nasihatından bilirsiniz”[19] buyuruyor.
Nasihatı, bütün müslümanlara en gerekli olan konulardan âyetten, hadîsten, edille-i şer'iyyeden vaaz eder. “(Bis-sahâ-i) Cömertliğinden bilirsiniz.” ve “(Vennasihatı lil müslimin) Müslümanlara bedava, bol nasihat ettiğinden bilirsiniz.” İnsanı ayıktırıcı söz söylemiyor, ilm-i ledün'den vaaz etmiyor, konuşmuyor, bu hâller kendinde zuhur etmiyorsa yine olmaz. Bu şartların hepsinin olması gerekir.
7. vasfı: Yanına gelip oturanlarda usanmak olmaz. Yanında cemaat ne kadar dursa usanmaz, sıkılmaz. Bir insan kahveye gider, kağıt oynar, üç-beş saat geçince usanır, bıkar. Bir insan başka bir mesleğe girer, biraz çalışır ne kadar hevesli olursa olsun sonunda usanır. Her şeyde bu (usangınlık) bıkkınlık olur. Ama bunda bıkkınlık olmaz. Yanına millet ilk geldiğinde aşkı, feyzi, sevgisi, muhabbeti az olur. Yanında durdukça, durdukça, aşk, feyiz, muhabbet çoğalır. Yanına gelen adam bu vaazın, nasihatın, biraz daha uzun sürüp devam etmesini ister. Onun cemaatında bulunanlar kim olursa olsun küfrü inadî değilse diğer mü'min, kâfir münâfık, fasık ne kadar oturursa otursun kalkıp gitmek aklına gelmez. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)'in yanına gelen kâfirlerin çoğu müslüman oldu. Münâfık fasık'ta müslüman oldu. Yalnız Peygamberimizin her sözünü tam kabul edemediler. Bir alâmeti de budur.
Yanında durdun, biraz daha durdun, bu alâmetler kendinde yok, üstelik kalkıp gitmek de istiyorsun. Fakat bazı kimseler o meclislerde duramaz, canı sıkılır. Zâten o kimse ya zahiren ya batınan hastadır, onlar müstesnâ. Ama Allah'u Teâlâ'yı Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)'i seven, bilen o meclislere aşık olup arayan bir kimse O'nun meclisinde durdukça durası gelir. Çünkü ilm–i Ledünden söylüyor. İlm-i Ledün zuhur ediyor. Hatta diyebilirim ki küfrü inadi olmadıktan sonra kâfirde olsa sözü tesir eder, düzelir. Nitekim Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) kâfirlerin bir çok meclislerine gidip mübarek sözleri mucizeleri ile onları imana getirdi. Bu da Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem)'in vekili olduğuna göre sözü peygamber sözü gibidir.[20] Onun için buda aynı yola getirir. Küfrü inadi ise kalbi, gözü, kulağı mühürlenmiştir,[21] düzelmez.
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor ki:
“Ben ilmin şehriyim Ali' de kapısıdır…(ilâ âhir).”[22] Bu ilim; maneviyat ilmi, ledün ilmidir. Musa (Aleyhis-selâm)'nın Hızır (Aleyhis-selâm)'dan; Hz. Ömer (Radiyallahu anhu)'in Veysel Karani Hz.'den öğrendiği ilimdir. Yunus Emre Hz.'nin Taptuk Şeyhin kapısında on sekiz sene sırtıyla odun çektikten sonra öğrendiği ilimdir. Bu ilim kendisinde olur. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor:
“Ulema meclisinde olursanız ilminiz artar.” Bu hadîs-i şerîf çok güzel açıklıyor. “Siz, ulema, âlim, hoca, vaaz meclisinde olursanız ilminiz artar. Hükema meclisinde ilm-i hikmet, Mürşid-i Kâmil meclisinde olursanız (yuhyi kalb) ölü kalbiniz dirilir.”[23] buyuruyor. Yani bir vaiz vaazda söyler söyler ve millete öğretir. Ama bunu yapan yoktur. Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın der fakat millete yaptıramaz. Çünkü kalbleri ölüdür. İnsanın kalbi bir tarlaya benzer. Tarlanın içini çalı, diken, ot bürümüş, tarla sürülmemiş. Oraya ne kadar tohum eksen hepsi boşa gider. Kalb tarlası da böyledir. İçini günah kaplamış, o tarla güzelce bir kötenle sürülecek, onun üstünden ikinci bir sefer tekrar sürülecek, tekrar tekrar sürülecek tarla toprak köpürecek ve ekin zamanı gelince o tarlaya ne ekersen onu yetiştirir. Sen onun kalbine bak. Seher vaktinde kalkıp Estağfirullah el azim, Estağfirullahel azim diye beş yüz ders ver. Her gün beş yüz sefer Estağfirullah el azim çekerse onun kalbi kötenle sürülmüş ve temizlenmiş gibi olur. Ondan sonra günde beş yüz sefer seher vaktinde kalkıp salâvat-ı şerîfe çektirme ile onun kalbini ikinci bir sefer sür. “Lâ ilâhe illallah” zikri ile bir daha sür. Lafz-ı Celâl “Allah, Allah” ismi ile de sür. Onun kalbi tam imar olsun. O tarlaya ne eksen olur onun gibi o artık ne dersen onu kabul eder, yapar. İşte âlim meclisinde bilginiz artar. Hükema, ilm-i hikmet meclisinde olursanız ölmüş kalbiniz dirilir ve yaptığın vaazı harfi harfine yerine getirir, yapar. Çünkü kalp diridir.
Sakal bırakmak sünnet mi? Sünnet. Sevap mı? Sevap. Zahir âlimlerinden yetmiş-seksen yaşını geçtikleri halde sakal bırakmayanlar var. İşte bunlar biliyor ama yapmıyorlar. Misvak kullanmak sünnet mi? Sünnet. Bunu zahir âlimlerden bir çokları yapmıyor, neden? Biliyor yapmıyor?
Tarak sünnet mi? Sünnet. Saç bırakmak sünnet mi? Sünnet. Kuşak sarmakta sünnettir. Bu sünnetler niye yapılmıyor. Söyleme var, bilgi var, yapma ve uygulama yok. Şalvar giyme hakkında hadîs-i şerîf var.[24] Bu hadîs-i şeriflere göre sünnettir, niye yapılmıyor? Bilgi var ama yapma (amel) yok. Dervişte bilgi yok, zannedersin ama duyar duymaz yapıyor. Zahir alimin kalbi ölü, dervişin kalbi sağlam ve diridir.
Gece kalkıp ibadet yapmayı, Allah'u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de buyurduğu için bizim de yapmamız lâzım. En azından sünnettir. Bunu niçin yapmıyorlar? İşte bilgi var, uygulama yok. Çünkü kalbi dirilmemiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de gece kalk ibadet et, tesbih çek, istiğfar yap. Gecenin tümünü ibadetle sabahla; gece yarısından sonra sabaha kadar ibadet ile sabahla; gecenin üçte biri kalınca ibadetle sabahla diye âyeti kerimeler gayet çoktur.[25]Bunlar niye yapılmıyor, okuyor biliyor, yapmıyor. Ama bunu bir derviş duyunca yapıyor. Çünkü kalbi sağlam ve diri, öbürünün kalbi ölüdür. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem): “Siz çarşıda gezerken bazı adamlar görürüsünüz, onları diri zannedersiniz onlarda kalp yok ölüdür.”[26] buyuruyor. Siz diri adam ile konuşmuyor, ölü ile konuşuyorsunuz. Kalbi ölü. (Allah muhafaza etsin).
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|