Vird Zikri
Hak Teâlâ, Kur'an-ı Kerimde;
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin”[1] buyurur.
Zikri emreden birçok âyet ve hadis mevcuttur. Zikrin faydaları, sevabı ve fazileti konusunda bu kadar âyet ve hadisin gelmesi onun mümin için bir hayat sebebi olduğunu gösteriyor. Zikirle kalplerini ihya eden Allah dostları, zikrin nimetlerini ve faydalarını bizzat müşahede ettikleri için onu bütün insanlara şiddetle tavsiye etmişlerdir. Kul kalbi ve dili ile ne kadar zikir çeker ve buna devam ederse o derece ilâhî ikram ve müjdelere ulaşır. Allah dostları iman ve namazdan sonra en fazla zikrin üzerinde durmuşlardır.[2]
Kâinatın Efendisi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Her hangi bir toplum yalnız Allah rızasını niyet ederek bir arada toplanıp Allah’ı zikrederlerse, gökten bir münadi bağışlanmış olduğunuz halde yerinizden kalkın, doğrusu Allah sizin günahlarınızı sevaba çevirmiştir” diye nida eder.[3]
Yine Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Kıyamet günü Allah Teâlâ ‘Şimdi mahşer halkı, kerem sahibi kimlerin olduğunu görürler’ buyurur.
Bunun üzerine kimlerdir bunlar Ya Resulullah denilince, Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem): ‘Mescitteki zikir meclislerinin adamlarıdır’[4] buyurdu.
Bil ki, zikrin fazileti tesbîh, tehlil, tahmîd, tekbîr ve bunların benzerlerine bağlı değildir. Bunun doğrusu, Allah için iş yapan her itaatkâr, Allah Teâlâ hazretlerini zikredicidir. Saîd ibni Cübeyr (r.a) ve diğer âlimler böyle söylemişlerdir.
Atâ (Allah rahmet etsin) şöyle demiştir:
"Zikir meclisleri (toplantıları), helâl ve haramdan ibarettir: Nasıl sa*tın alırsın, nasıl satarsın, nasıl namaz kılarsın, nasıl oruç tutarsın, nasıl evlenirsin, nasıl boşanırsın, nasıl hac yaparsın ve bunların benzeri şeylerdir."[5]
Ayrıca zikir, ‘’anmak, hatırlamak, gaflet ve unutma halinde olmamak, namaz kılmak ve dua etmek’’ gibi manalara gelir.
Zikrin asıl manası, gönülden masivayı çıkarıp, Mevla'yı sevmektir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye masiva denir. Zikir nefsi ezip, yüce Rabbi yüceltmektir. Zikir fikrin meyvesidir. Fikirde muhabbetin eseridir. Muhabbet ise Allah vergisidir. Sevgisiz insan yoktur. Her insanın bir şeye muhabbeti vardır. Önemli olanda bu muhabbeti Allah'a yöneltmektir. Bu da zikir ile olur.
İmam-ı Gazali (r.ah) şöyle demiştir:
‘’Bir müminin, çarşıyı veya işyerini özlediği kadar, ibadeti ve zikir meclislerini de özlemelidir. Allah’a âşık olan müminlerin eli işte iken kalbi zikirde, aklı ahirette, gözü yeni bir hayır ve hizmettedir. Bir kusur işlerse hemen tevbe etmelidir. Çarşı pazarda tavsiye edilen zikirleri çokça söylemelidir. Gafil kimsenin manen ölü, zikredenin ise diri olduğunu bilmelidir.’’
Menkıbe
Büyük velilerden Necmüddin İsfehanî (k.s.) Hazretleri, ehlullahtan bir zatın vefatında kabri başında murakabe halinde dururken, o esnada imam efendinin ölü zata telkin verdiğini görür ve gayr-i ihtiyari Hz. Şeyh güler.
Her zaman vakur ve ciddi olan Hazretin, hiç mutadı olmayan bu gülüşüne orada bulunanlar hayret ederler. Ve sorarlar:
Böyle bir yerde neden güldünüz?
Hazret, keşf hali olduğu için söylemekten çekinir. Fakat ısrar edilince mecburiyette kalarak, buyurur ki:
Telkini, diri ölüye yapar. Bu mezarda ki zatın kalbi manen diridir. O taaccüp etti ve manen dedi ki: “Elhamdülillah benim kalbim diridir. Bana telkin veren imamın kalbi ölüdür. Ölünün diriye telkinine hayret ettim” demesi üzerine gayr-i ihtiyari güldüm, buyurur.[6]
Muaz bin Cebel (r.a), Allah’ın Resulü’nden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: Allah Resulü’ne sordum: ‘’Allah’a hangi amel daha hoş gelir?’’ dedim. “Dilin, Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmendir” dedi. [7]
Adamın biri Resul-i Ekrem’e (sallallâhü aleyhi ve sellem)
“Şer’i hükümler çoğaldı. Bana sıkı sıkıya sarılacağım birini söyle” dedi.
Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Dilinden Allah’ın zikrini eksik etme, dilin daima onunla yaş olsun” buyurmuştur.[8]
İmam Şaranî (k.s) hazretleri diyor ki: ‘’Burada dilin yaş olmasından maksat, gafil olmamaktır. Çünkü kalp gafil olursa dil kurur ve yaş olmaktan çıkar’’ [9] buyurmuştur.
Büyük müfessir İmam Fahreddin Razî (r.ah) “Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin” [10] ayet-i celileysnii tefsir ederken şöyle demiştir:
Yüce Allah bu ayette zikir ile şükrü bir arada anmıştır. Zikir de şükür gibi üç çeşittir. Bunlar, dil, kalb ve beden ile yapılan zikirlerdir. Dil ile zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleri ile anmak, Ona hamdetmek, tesbihte bulunmak, Kur’an’ı okumak ve dua etmektir.
Kalb ile zikir de, yüce Allah’ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür.
Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah’ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[11]
Büyük arif İmam-ı Rabbani (k.s) yüz doksanıncı mektubunda buyuruyorlar ki, “Zikrin faydalı olması ve tesir edebilmesi için şeriata uymak şarttır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve haramlardan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak lazımdır. Bunları da ehil olan âlimlerden öğrenerek yapmalıdır.”
Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor; “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o kalptir.‘’ [12]
Manevi terbiyede ilk olarak kalp ele alınır. Bütün Allah dostlarının tecrübe ve tespitlerine göre, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için en etkili ilaç Allah Teâlâ’yı zikretmektir.
İbadet ve amellerde bir çeşit zikirdir. Fakat kalbe ilaç olacak, nefsi ıslah edecek zikir, hepsinden ayrı özel bir ameldir. Allah dostları kalbin ilacı olan zikri, günlük yapılan zikir (vird) haline getirmişlerdir.
Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur:
‘’Zikre devam ediniz, virde önem veriniz, çünkü kalbin tek ilacı zikirdir. Nefsin çirkin sıfatları ancak zikir ile değişir. İnsan mürşit nezaretinde sürekli çektiği zikir sayesinde terbiye olur.’’ [13]
Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler, “zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışırken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah Teâlâ’yı zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allah Teâlâ bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiş.
Bir ayette yüce Allah, kendisi ile her an beraber olanların halini şöyle belirtir:
‘’Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah'ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği (ahret) günden korkarlar.’’ [14]
Allame Alusi (r.ah), bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
‘’Birçok tasavvuf ehli, özellikle Nakşibendî büyükleri ayette emredilen daimi zikir haline ulaşmışlardır. Bu zikre ulaşmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Zikir onların kalbinde hiçbir nedenle kesintiye uğramaz. Öyle ki hiçbir halde zikirden gafil olmazlar.’’
Zikrin bu derece bütün vücuda yayılmasına arifler zatî zikir, sultanî zikir ve devamlı zikir ismini vermektedirler. Zatî zikir, insanın bütün zatını, duygularını ve maddi varlığını saran, nefes alıp vermek gibi vücudun tabii hareketi haline gelen zikirdir.
Gavs-i Bilvanisî (k.s) şöyle derdi: “Nakşibendîlikte esas; zikir ederek kalbi ıslah etmektir. Nakşibendî amelinin tamamı kalbin çalışması içindir. Çalışmaya başlayan kalb, tıpkı saat gibidir. O sahibi başka işlerle meşgul olsa bile, çalışmasına devam eder. Bundan dolayı insanın her anı ibadetle geçer.” [15]
Gavs-ı Sâni (k.s) hazretleri ise şunları söylemiştir:
"İnsanın kalbine zikir yerleşince daha durmaz. Çarşıda, pazarda alışveriş yaparken kalp 'Allah' der. Siz istemeseniz de çalışır. Nasıl ki mideniz sizin elinizde olmadan gıdaları hazmediyor, siz uyurken bile işine devam ediyorsa, içine zikir yerleşen kalp de öylece zikreder. Bunun sevabını yalnızca Allah bilir.’’ [16]
Menkıbe
Resûlullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) kalp ile yapılan gizli zikrin faziletini şöyle anlatmıştır:
"Hafaza meleklerinin işitmediği gizli zikir, açık zikirden yetmiş derece daha üstündür.’’
Kıyamet günü olduğunda Allah Teâlâ bütün halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler, yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyarlar. Allah Teâlâ onlara,
'Bakın hele, kul için yazmadığınız bir şey kaldı mı?' diye sorar. Melekler de,
'Rabbimiz! Biz bu kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık' derler. O zaman Allah Teâlâ o kula,
'Senin bizim yanımızda gizli/özel muhafaza edilmiş bir dosyan/defterin var. Onu melekler bilmezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir' buyurur.[17]
Menkıbe
Gavs'ın bir müridi vardı, cahildi, bilgisizdi, bilgisizliğinden dolayı bir gün Gavs'a,
"Kurban, dedi, kalbimden zikir yaptığım zaman melâikeler yazmıyorlar. Fakat sesle zikir yapıp salâvat getirdiğim zaman meleklerin yazılarının, kalemlerinin sesini duyuyorum. Ama kalben zikir yaptığımda sesleri duyamıyorum."
Tabi bunu bilmediğinden söylüyordu, bildiğinden değil. Gavs (k.s) cevaben:
"Doğrudur, buyurdu, kalben yaptığın gizli zikirleri Allah Teâlâ'nın melekleri yazmazlar, yazamazlar. İnsanın ağzından çıkmayana kadar onlar yazmazlar. Fakat insanın o zikri de melekler yazmadı diye kaybolmaz. Allah'ın yanında, Allah'ın emanetinde kalır, tâ kıyamete kadar." [18]
Şeyh Safî (k.s.) der ki: “Bir gün bir kimse kalbini kötü huylardan temizlemeye niyet etse ve gece gündüz La ilahe illallah demekle meşgul olsa ve kalbini tamamen temizleyemeden ölse o kimseyi kabrine bıraktıkları zaman zikrettiği o zikirler gelir ona arkadaş olurlar. Kabrinde ona zarar ve azap verebilecek haşaratı yılan vesair azap ve işkence mahlûklarını yakar yıkar mahveder. O kişi selamete erer.”[19]
Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, kişinin zikre devam etmesi gerekir. Arifler, işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir.
Gavs-ı Sânî (k.s) şöyle buyurmuştur: ‘’Sûfî üç gün zikir çekmese kalbi hasta olur. Beş-on gün, bir, iki, üç ay, dört ay zikir çekmezse kalbi (iyice) hasta olur. Zikir kalbin hakkıdır.‘’
Muhammed Emin Erbili (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Maneviyat yolcusunun yemeği, ilim öğrenmek ve Allah Teâlâ'nın ismini zikre devam etmektir.’’
Ebu Yakub Nehrecurî’ye (k.s) Allah Teâlâ’nın rızasına nasıl kavuşulur diye sordular. O da “Cahillerden uzak kalmak, âlimlerin sohbetinde bulunmak, ilmi ile amel edip, Allah Teâlâ’yı anmaya devam etmek” diye buyurdu. [20]
Tasavvuf büyükleri, manevi terbiyeye ilk adımı atan kimselere evvela bu yolun sevgisini, muhabbetini kazandırırlar. Bu sevgi ile müritlerini Allah Teâlâ’yı zikretmeye ısındırırlar.
Büyük arifler zikrin kâmil bir mürşidin gözetiminde, onun nezareti altında yapılmasını faydalı görmüşlerdir. Bunun birinci faydası mürşidi kâmilin dua ve himmet desteğidir. İkinci faydası kalbin ve çekilen zikrin kontrol altında olmasıdır.
Seyyid Muhammed Raşid (k.s) hazretleri 1985 yılından Ankara'da yaptığı bir sohbette şöyle buyurmuş:
‘’Sofiler bizlere geliyorlar, biz onlara tövbe veriyoruz. Sonra beş bin zikir veriyoruz. Onlarda takliden günde beş bin kere Allah diyorlar, zikir çekiyorlar ama Sadatlar araya giriyor, onların bereketi, duası ile Allah Teâlâ sofilerin çektiği zikri kabul ediyor. Üstelik on misli ile yani elli bin zikir sevabı olarak onların amel defterine yazıyor.’’
Belli sayıdaki zikir adım adım takip edilir. Zikri mürşit kontrol eder. Gereken müdahaleleri o yapar, kalpte bir tıkanma ve usanma olursa o ilgilenir, kalbin yolunu o açar. Zira mürşit, şeytandan gelebilecek vesvese ve engelleri bilir, müridin bunları aşmasına yardımcı olur.
Zikir vücutta bir meleke haline gelene kadar, mürşit müridini kontrol eder. Meleke haline gelmek demek, vücuttan ayrılmaz bir parça haline gelmiş sıfat demektir.[21]
Kendi başına yapmanın elbette sevabı vardır, fakat ileri safhada şeytanın hileleri de vardır. Kişi zikirle nefsini beğenmek, zikirden zevk alıp onu asıl hedef gibi görmek ve birçok vesveseyle baş başa kalır. Bir mürşide talebe olanlar manevi terbiye ve tedavide onun talimatlarına uyanmalıdırlar. Kendi başına farklı zikir seçmeleri, başka zikre heves etmeleri şeytandandır. Zikrini artırmak ve değiştirmek isteyen mürşidine danışmalıdır.
Zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikri seçerken yanılabilir, uygulamada yanlışlık yapabilir, sayıyı karıştırabilir.
Ancak kâmil bir mürşidin terbiyesine giren kimse bu tür durumlarda yalnız değildir. Kamil mürşid, manevi hastalıklarda mütehassıs doktordur. O, hangi manevi hastalığa ne tür zikrin ilaç olacağını bilir.
Gavs-ı Sânî (k.s) buyurmuşlar ki: ‘’Virtlerinizi sağlam çekin, ara vermeyin. Bir çekip bir çekmemek kalbi tahriş eder. Nasıl ki doktorun verdiği ilacı bir alıp bir almazsanız faydası olmaz. Bu da öyledir. Bir de ne az ne fazla verilen sayıda çekmek lazım. İlacı az alırsanız faydası olmaz, çok alırsanız zararı olur.’’
Alıntı
__________________
''.Ey Kadiri’ler, Gizli Nakşi’ler, Ehl-i Tarik’ler, Zikir edelim.''
|