40 bin yıllık Anu, Karakum Göksuri Uygarlığı
Sümerlerin göç ettikleri kadim Türk yurdu Anu'nun kalbinde, Türkmenistan devleti sınırları içinde bulunan karakumda meydana çıkarılan muhteşem Göksuri kentleri .
Türkmenistan'ın Karakum çölünde kum içinde kaybolmuş bu kentler, Mö 4 bin yılları öncesinde kurulmuştu.
Bu kentler yıllar sonra terkedilmiş bir uygarlığın kalıntılarıydı.
Gözden uzak olan gönüldende ırak olurmuş.
Toplumsal belleğimiz asırlarca süren zaman aşımına ugramasından dolayı bu kentler günümüze kadar hep gizli kalmışlardı.
Türkmenlerin, karakum'un son kağanı ismini verdikleri Rus arkeolog Victor İvanovic Sarianidi zamanın kısıtlı olanağından dolayı kominizm döneminde keşfettiği bu kentler ile ilgili fazla bir bilgiye ulaşamamıştı.
Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra İtalya, Ligabue vakfında görevli arkeolog Gabriele Rossi Osmida ile iletişime geçen İvanovic,Türkmenistan devletininde yardımlarıyla karakumda çalışmalara başlamışlardı.
Arkeologlar mezarlığı oluşturan kalıntıları günyüzüne çıkarmaya başladılar.
Kumların arasından günyüzüne çıkarılanların zerafetli oluşları heyecan vericiydi.
Kimdi bu insanlar ?
40 asırdan beri çöl ortasında nasıl yaşamıslardı ?
Gelenekleri ve inançları nasıldı ?
Arkeolog ve bilim adamlarının çalışmaları bu sorularımıza yanıt verecek.
Buluntular şimdiye kadar bildiklerimizi ve ilk uygarlık tanımlamalarımızı alt üst ediyordu.
Türkmenistan, hazar denizi ve Afganistan arasında ,Ortasyanın tam kalbinde bulunuyor.
Karakum çölü ise iklim koşulları nedeniyle yaşamın çok zor olduğu bir yer.
2004 yılı,Karakum'un son kağanı, Victor İvanovic Sarianidi;
"Karakum ile ilgili okulda bize öğretilenler sadece çok büyük bir çöl olduğuydu, ve insanlığın burda hiç iz bırakmadığı söyleniyordu.
Bir gün arabama bindim çöle doğru yol almaya başladım, ilerlerken çölde kent kalıntılarının izlerine denk geldim. Kalıntılar okadar çok büyüktüki, baştan yakın geçmişten kalma kent kalıntıları olduğunu düşündüm. Sonra yakından incelemeye başladım ve kendi kendime söylendim; "Tanrım bu en az mö 3 bin yıllarından kalma kalıntılar". Bundan 20 yıl önce burda hiç kimse uygarlık insanlarının yaşamış olduğu bir devletin olacağını düşünemezdi bile "
Bu muhteşem uygarlığı meydana çıkarmak için geniş çaplı bir araştırma yapabilmek için doğu blok ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarını beklemek zorundaydık.
Ve O gün gelmişti artık. Zaman, bu uygarlığın geçmişte yaşadıklarını dünyaya belgeleme zamanıydı.
Juan Carlos Dinateo ve arkeolog Gabriele Rossi Osmida, Karakum uygarlığının olduğuna ilk inananlardı.
Bu inandıklarını delilendirmek için Venedik, Ligabue arkeolojik araştırma merkezinden alan taraması yapmak için bir çok defa Türkmenistan'a yolculuk yapmışlardı. Bu gidiş gelişlerde, Ortasya eski eşya satıcılarından bir çok tarihi eserler toplayarak birde tanıtı/katalog hazırlamışlardı.
Hazine avcılarının buldukları bu nesneler, arkeologlar için çok eskilere dayanan, kaybolmuş gizli bir dünyanın varolduğuna dair delillerdi.
Hiç bir bilgi ve araştırma olmadığı için, ait oldukları inanç ve uygarlık ile ilgili hiç bir bilgiye sahip değildik.
Bilim insanları bu uygarlığı tekrar günyüzüne çıkarmak için son derece kararlıydırlar. Uzun çalışma ve yazışmalar sonucu uydudan çekilen görüntülerle mezarlıkların ve günyüzüne çıkmamış kentlerin yerleri belirlendi
Bu görüntüler tarih sayfalarında yer almayan,zaman içinde unutulmuş uygarlığı tekrar yer yüzüne çıkarmamıza yardımcı olacaktı.
Marco polodan 800 yıl sonra tekrar doğunun gizmemli dünyasına Venedik'ten yola çıkılıyordu.
Karakum çölü haziran 2001.
Ebedi konaklama yeri olan 10 hektara yayılmış binlerce mezar.
Binlerce yıl önce kazılmış olan bu mezarlar, belkide hala Ortasyanın en geniş mezarlıklarıydı.
Yazılı kaynak bulunamadığından bronz çağından kalma kentin bir kilometre ilerisinde bulunan bu mezarlar, bu gizemli uygarlık ile ilgili bize bilgi verecek tek yerlerdi.
Çölde kurulan yaşam alanlarına yerleştikten iki gün sonra çalışmalar başlatıldı.
Uydudan çekilen görüntelerin yardımıyla arkeologlar mezarlığın yerini kolayca tespit ettiler.
Şimdiye kadar arkeologların gözünden kaçan mezarlıkların yerleri bulunmuştu, artık çalışmaya başlayabilirlerdi.
Mezarlık ilk bakışta hiç bir şeyin görülmediği bir yer gibi duruyor.
Türkmen arkeolog Ferdi Muradov mezarların topografik verilerini bitirdi.
Bu veriler önceden yapılmış çalışmalarla birleştirilerek Gabriele Rossi Osmida'nın çalışmaları eşliğinde daha gerçekci,köksel bilgilere ulaşılacaktı.
Karakum'un son kağanı Victor İvanovic, Gabriele'nin bulunduğu yerleşkeye gelerek çalışmalara katıldı.
10 yıldır sürekli birbirleriyle görüşerek bilgi alışverişinde bulunan bu iki bilim insanı birbirlerini çok iyi tanıyorlardı.
Araştırma ödeneğinin son bulduğu bu günlerde, bu uygarlık ile ilgili birşeyler bulabilmek için tekrar yeniden beraberdiler.
Ferdi Muradov ve Gabriele, çöl iklimine alışık 50 kişilik işçi ordusuyla çalışmaya başladılar.
Kökleri 40 asır öncesine dayanan uygarlık başlangıcı olan bu yerlerde baştan asırlardır üzeri kumla ve toprakla örtülü mezarların üzerlerindeki kumlar temizlendi.
İlk açılan mezarlardaki görüntü üzücüydü ,geçmişte asırlar önce bile yağmacıların değerli eşya bulma amacıyla mezarlara zarar verdikleri
görüldü.
Acel acele yapılan bu kazılarda yağmacıların herzaman arkalarında alamadıkları değerli kalıntılarda bıraktıkları biliniyordu.
İlk kazılarda kut arkeologlardan yanaydı. Yağmacıların gözünden kaçmış, pişmiş topraktan yapılmış 40 asırlık küçük bir heykelcik asırlar sonra karanlıklar diyarından çıkarak tekrar yeniden günyüzü görüyordu.
Sanatsal çizgilerle kendine özgü eşi benzeri olmayan bir çalışmanın ürünüydü bu heykelcik.
Çizgilerinin ne anlama geldiği bilinmediği için hala gizemini koruyordu.
Kimdi,neyi simgeliyordu ?
Bu halkın inançları ile ilgili ne anlatıyordu ?
Üzerindeki sır perdesi hala duruyor.
Kum fırtınalarının yoğun olduğu bu çölde işçiler ve arkeologlar çalışmalarını zor koşullar altında devam ediyorlardı.
Kazılan yerler, görüş mesafesini bir kaç metreye düşüren toz ve kum fırtınalarıyla tekrar kapanıyordu,lakin aramaları durdurmak sözkonusu değildi.
Zamanın kısıtlı olmasından dolayı Gabriele için çalışmalar daha hızlı olmalıydı.
Gabriele açılan bir mezarda, zaman ve doğa aşımından bir birine yapışmış bronzdan bir ayna ve fil dişinden yapılmış bir taraka ulaşıyor.
Burada bulunan her aygıt, her nesne şimdiye kadar bilinmeyen bu uygarlık konusunda çok önemli eşsiz bilgiler veriyordu.
4 bin yıl öncesinden kalma bu tarak ve ayna karakum'da yaşamış olan insanların yaşantıları üzerine arkeologlara yardım edecekti.
Mükemmel bir çalışma ürünü olan fil dişinden yapılmış tarak ve ayna bu insanların güzelliğe ve inceliğe ne kadar çok önem verdiklerini gösteriyordu.
Arkeologlar için bu nesnelerin mezar içinde bulunması, doğal yaşam dışında, daha sonraki bir yaşam olduğuna inanmış olmalarından dolayı, öldükten sonrada bu insanların ihtiyaçları olacağı için beraber gömülüyordu.
Gabriele Rossi Osmida;
" Başlattığımız kazılardan sonra ilk bulduğumuz nesneler, bu insanların günlük yaşamları ile ilgili bizlere fikir veriyor.
Bu insanlar için, günlük yaşamda süslenmeye ve zerafete özen gösteren bakımlı bir topluluk diyebiliriz.
Bu günümüzde anladığımız süslenme ve giyinme anlamında değil ama insanların diğer insanlarla karşılaştıklarında, özel günlerinde ve öldükten sonra Tanrı'ları karşısına temiz ve bakımlı bir görünümle çıkma arzusunda olduklarını gösteriyor.
Mezarlarda yatan insanların başları kuzeye çevrili,sağ tarafları üzerine dönük yatmaktaydılar."
Araştırmaların başından beri hep bir güzellik ve bakımlı bir yaşam izleri bulunuyordu.
Arkeologlar erkek ve kadın mezarlarında sürekli bu tür incelik ve süslenmeyle ilgili nesneler buluyorlardı.
Sapı kıvrımlı yılan biçimi olan palet, boyaları hazırlamak için kullanılıyordu.
Topuzunda koç imgesi olan bir sürme aleti ve sürme kavanozu içinde değişik süslenme kalıntıları bulunan bu nesneler, günlük yaşamda her gün kullanıldığını bize gösteriyordu."
Anu tekrar karakumda güneş gibi doğuyordu.
Kadın olarak betimlenen Tengri heykelciklerinin saç biçimlerindeki ince kıvrımları ne kadar özenli olduklarını gösteriyordu.
Yaşamda ve ölümde de karakum insanı bedenin temizliğine, bakımına olduğu gibi zerafetede çok önem verdiklerini bu heykelcikler bize gösteriyordu.
Yüzlerindeki asaletli çizimler kusursuz ve temiz olmanın bu insanlar için çok önemli olduğunu gösteriyordu.
Arkeologlar için bu insanların bu kadar bakımlı olmaları günlük yaşamda kuralları olan bir düzen içinde yaşadıklarını gösteriyordu.
Bir haftalık çalışma sürecinde 50 mezar açıldıktan sonra bir haber çölde sevinç yaşattı. Şimdiye kadar hiç bir yağmacının ulaşamadıgı ilk defa açılalacak bir mezar bulundu.
Mezardadaki iskelet sağ tarafına dönük, başı kuzeye dogru çevrili yatıyordu. Mezarlığın sessiz konukları hep bu biçimde gömülmüşlerdi.
Buradaki yatan bir kadındı,alnında bronzdan bir taç ve fayanstan bilezik taşıyordu.
Yattığı yer malzeme bakımından bayağı bir zengindi, ince ve zarif fayanstan çanaklar o kadar inceydiki sadece bir defaya özel kullanılmak için özellikle buraya konulmuştu.
Bronzdan küpeler, altın'dan ve değerli taşlardan incilerle sonraki yaşamına hazırlanmıştı.
Gabriele'ye göre bu, ana tanrıçanın saygın temsilcisinin sonraki yolculuğunda Tanrı'nın karşısına temiz ve güzel bir biçimde çıkmaya hazırlanmış olduğuydu bu takıların anlamı.
Bu buluntu gerçekten önemliydi, şimdiye kadar bu insanların inançları ve tanrıları ile ilgili hiç bir bilgiye sahip değildik.
Gabriele; " inanılmaz bir incelikle yapılmış bu takılar her zaman, her yerde göreceğimiz şeyler değil. Yüz kısmı beyaz taştan yapılmış tanrıça heykelciğinin geri kalan bölümü, keçi derisi betimli kara taştan yapılmaydı. Bu giysiler tipik karakum insanının özelliklerini taşıyor, bu tapılan ana tanrıçayı ilk defa bir mezarda buluyoruz".
Geniş gönüllü görüntüsüyle, bereketiyle tanınan bu ana tanrıça insanlara yaşam veren ve öldükten sonrada onları karşılayan şefkatli tanrıça olarak mezarlıkta yatanların başları ucunda bulunuyordu.
Karakum insanları Tengri'yi bir ana gibi koruyup kollayan, şefkatiyle,merhametiyle kullarına ancak bir ananın sevgisiyle yaklaşacağı için kusursuz güzellik anlamına gelen gadın/kadın gibi betimlemişlerdi.
Karakum insanları için Tengri'de kusursuz güzellikteydi.
Anu,Karakum insanlarının kadını Tanrı gibi yüceltme anlayışına günümüzün en çağdaş,asri uygarlıkları bile ulaşamışlardı. Aksine kadını bir sex metası gördükleri için verilen özgürlük ve değer, gerçek anlamda kadına verilen hak ettiği değer değildir.
Kadın konusunda ortaçağ karanlığı bataklığında kalmış, kadını iyice köleleştiren Arap anlayışının ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz.
Devam eden çalışmalarda açılan diğer mezarlarda bulunan heykelciklerde aynı amaç için mezarlara konulmuştu. Hepsi kadın olarak betimlenmiş, aynı Tanrı'yı simgeliyordu.
Bazılarının üzerinde iki delik vardı, bu yuvayı koruması için ev'in baş köşesine asıldığını gösteriyordu.
Tanrı'nın kadın gibi betimlenmesi bu uygarlıkta kadını kutsayan, ana erkil bir topluluk olduğunuda gösteriyordu.
Bilgi bakımından çok verimli olan bu yerde Gabriele hiç zaman kaybetmeden mezalıkta araştırmasına aralıksız devam ediyordu.
Gabriele; " bu mezarlar çok ilginç, burdaki bulunanlar bizi çok ilgilendiriyor, bu iskelet inguş/harapa'dan gelen bir kişi gibi görünüyor,çünkü bu bilezik, harapa özelliklerini taşıyor. Harapa karakumun bin kilometre uzağında olan, Pakistan-Hindistan çevresinde oluşmuş indiguş uygarlığının merkezini oluşturan bir yer."
Bu bilezik buralara nasıl gelmişti ?
Bunu öğrenmek için Gabriele iskeletin kafasını gövdeden özenle çıkarttıktan sonra Türkmen antropolog Oraz Babakov'dan hangi uygarlığa ait olduğunu ögrenmesini istedi.
Kafa tasının yapısını inceleyecek olan antropolog, bu kişinin hangi uygarlığa ait olduğunu ve nerden geldiğini öğrenecekti.
Burda her şey açık meydandaydı.
Oraz Babakov için bu kadın indiguş insanından hiç bir özellik taşımıyordu, aksine bu mezarlıktaki diğer iskeletlerle aynı özellikleri taşımalarının yanısıra, kafa tası yapısı günümüz Türkmenleriyle akraba olduklarınıda gösteriyordu. Fayanstan olan bilezik ise ticari yollardan elde edilmişti.Ticari yollar kullanılarak insanlar eski dönemde bir birlerinden alışveriş yapmışlardı.
Üç haftalık arama sonucunda sonuç korkunçtu, mezarlıkların yüzde doksanı eski çağ hazine avcısı yağmacılar tarafından zarar görmüştü. Bu yağmadan arda kalanlar sadece o zamanlar haydutlar için fazla değeri olmayan küçük nesnelerdi.
Victor İvanovic için genellikle amulet ve damgalardan oluşan bu eşyalar içerdikleri bilgi bakımından değerleri ölçülemeyecek derecede önemliydiler.
Bunlar kaybolan dünyanın görüntüsünü yansıtan son delilleriydi.
Son buluntular arkeologların diğer eski uygarlık ilişkileri ile ilgili bilgilerde içeriyordu.
Victor İvanovic;
" Bu insanların geçmişlerini anlamamız için elimizde yazılı hiç bir veri yok. Bunun için bu sanatsal nesneler üzerinde yoğunlaşarak özelliklede damgalar ve mühürler üzerinde çalışmamız gerekiyor.
Örneğin bu fayanstan mühür; Bu inguş damgalarının benzeri. Mezopotamya eserleri üzerindedeki çalışmalarımızdan da anlaşıldığı gibi bu uygarlıklar birbirleriyle bağlantıdaydılar.
Bir başka üst düzey soylu olduğunu düşündüğümüz mezarda bulduğumuz bir başka damga suriye özelliği taşıyor, çünkü kanatlı bir tanrıça panter üzerinde oturuyordu.
Görüyormusunuz !!!
Suriye neresi bura neresi. Bu iki uygarlık orta doğunun en uç noktalarında bulunuyorlar."
Değisik bir kaç damgadan öğrendiklerimiz, karakum çölündeki uygarlıkla diğer uygarlıkların birbirleriyle iletişimde olduklarıydı.
Karakumla ilişkili olan uygarlıklar öğrendikleriyle, yeni bilgilerle örfsel ve inançsal geleneklerini oluşturuyorlardı.
Anadolu'da oluşmuş kıbela gibi ana tanrıça kültü gibi inançlar, Karakum Göksuri uygarlığından binlerce yıl sonra oluşmuştu.
Anadolu tanrıça kültlerinde kadın ve erkeklerin cinsel organları gibi sadece cinsellik içeren anlayışları öne çıkartan simgeleri karakumda bulmak pek mümkün değildi.
10 binlerce yıl öncesinden kalma ilkel heykelciklerde göğüsleri görünen tanrıça yerine Karakum Göksuri insanları daha sonra Mö 4 bin yıllarından kalma heykelciklerde tanrıçayı hep giysili kadın olarak betimlemişlerdi.
10 binlerce yıl öncesinden kalma ilkel heykelciklerde Tanrı'dan yaşam suyunu alan Atana/Atapa heykelciklerinin daha sonraki dönemlerde yapılmadığıda görülüyordu.
Oysa karakum uygarlığından binlerce yıl sonra oluşmuş anadolu kıbela kültü tapınakları kerhane ,sahipleri ise fahişelerdi.
Göksuri uygarlığı Tengri inancı ile kıbela kültü birbirinden farklı, çok değişik, birbirine zıt inançlardı.
Benzetme ve kıyaslama bile yapılamaz.
Kıbela kültü, Anu'da ilk başta kadın olarak betimlenmiş Tengri inancının binlerce yıl sonra anadoluda bozulmuş, yozlasmış bir örneğidir.
Mezarlıkta bulunan bazı türbeler bu uygarlığın bina yapıpımında da diğer uygarlıklara göre çok ileri olduklarını gösteriyordu. Ne yazıkki hepsi eski yagmacıların hoyratça saldırısı sonucu yıkılmış durumdalardı.
Mimar Akmedov Annamurad'ın yardımıyla Gabriele bu türbelerin ne biçimde, hangi özellikle inşa edildiklerini öğrenmeye çalıştı.
İki günlük çalışma sonucu yıkılmış olan türbenin ne biçimde olduğunu meydana çıkartacak olan parçalar tekrar birleştirildi.
sonuç sevindiriciydi. Gabriele Rossi Osmida ;
" Bu mezar duvarları olan aynı küçük bir ev gibi inşa edilerek iki kısımdan oluşmakta. Bir taraf gece, bir taraf gündüz için ayrılmış. iki pencere olan bölümün karşısında bir ocak var.Buranın sakini ocağın yanında yatıyordu.
Bu ne anlama geliyordu ?
Bu uygarlıkta öldükten sonra başka bir yaşama inanılıyordu. Öldükten sonra yaşamın zamandan öte bir yerde devam edeceğine inanılmasından, değerli özel eşyaların bulunduğu güzel bir ev inşa ediliyorduki öldükten sonraki yaşamında da buna benzer bir yerde huzur içinde devam edilelineceğine inanılıyordu."
Bu yapıtlar ve eşyalar arkeologlara Karakum/Gonur Tepe insanlarının sanatta, bilimde,zerafet ve süslenmede ne kadar ileri olduklarını gösteriyordu.
Bu buluntular bize bir biçimde zamanının diğer uygarlıklarıyla karşılaştırmasınada olanak veriyordu.
Yazım biçimlerini baştan silindir damgalara görselleyen karakum insanlarıyla aynı benzer ilk yazım özelliklerini gördüğümüz sümerler mezopotamyada ilk yazıyı yazacaklardı.
Nihayet güneş gibi dörtbir yanını aydınlatan Anu'nun kalbinde yer alan karakum Göksuri uygarlığının varlığı ispatlanmıştı.
Ne yazıkki arkeologların günleri daralıyor, araştırmalara son verme günleri yaklaşıyordu.
Gabriele için bu geniş alana yayılmış uygarlık sırlarının hepsini henüz vermemişti.
Gabriele diğerlerine göre çok büyük olan bir mezar içinde çalışmaya baslamıştı. Kuşkusuz bu bir kağan mezarıydı.
Kayda değer hiç bir şey bulunmuyordu .
Gabriele; " Bu mezarda anlaşılmayan bir şeyler var, burda yatan soyluya ait bir sürü kırılmış seramikler bulunuyor, hepsinin kırık olması galiba hırsızların değerli eşya bulamadıklarından olsa gerek, sinirden bu seramikleri kırmış olmalılar. Bu bize burda saklı birşeylerin olabileceğini gösteriyor "
Gabriele Tanrı'ya sunulan eşyaların burda bir yerde saklı olduğundan emindi. Mezarın tabanının bir bölümünde çamurla karışık taşlardan yapılmış sert tabana odaklanarak ümidini yitirmeden çalışmasına devam ediyor. Devamında tabakanın altında çok ince kumdan oluşmuş katmana ulaşıyor.
İlk baştan çok ender bulunan bronzdan uzunca gagalı bir vazo meydana çıkıyor. Bu bulgu bize mezarın sahibinin çok önemli ve varlıklı birisi olduğunu gösteriyordu.
Mezardan çıkan çevresi özenle işlenerek biçimlendirilmiş büyükçe bir tas için Gabriele; "eski çağlardan kalma eşyalardan simdiye kadar bu kadar güzelini görmemiştim, bu yaşamımda gördüğüm en güzel nesne" yorumunu yapıyordu.
Bu nesneler, eski çağ hazine avcısı hırsızların aradıkları eşyalardı.
10 yıldır bu çölde çalışan arkeologlar için bu hazine tam umutsuzluğa düştükleri zamanda meydana çıkıyor.
Gabriele, mammamiya diye haykırarak bulduğu bu değer biçilemez hazine karşısında sevincini gizleyemiyordu.
İlk defa Gabriele ve Victor İvanovic bir soyludan arda kalan eşyaların tamamını inceleyerek bir sonuca varacaklardı.