Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar
Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 25.09.18, 11:55
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar

بســـم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

Sırr-ı Mektûmu muhtevi olan ve üzerine Allah (cc) tarafından mühür vurulan zarftır.

İmâm-ül Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ârab-î, et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin (ks) buyurdu ki ;
حَمِــدْتُ اِلــۤهـى وَالْمـقـا•مُ عَــظِــمٌ
فَـاَبــْد•ى سُرُورًا وَ الْفــُوا•دُ كَظِـيمٌ
“Ya Rabb´i Sana arz ve şükrân ettim. Makam-ı celâletin pek büyüktür. Ya Rabb´i bu şükrân ve sevinçe mahsûs izhâr ve kalbimde onu hazm etti.”
وَ مـَاعَجَبى مِـنْ فَـرْحَتى حِينَ قُورِنَتْ
بِتَـرْحَـةِ قَـلْبٍ حَـلَّ فِـيهِ عَظـِـمٌ
“Kudûret-i kalbiye ile beraber takrib ettirildiğinde, zât-ı azîm-uş şânın kalbe sığmasından mütehassıl ferah ve surura taacüb ederim.”
وَ لۤــكِـنَّـنى مِـنْ كَشْفِ بَحْرِ وُجُودِِه
عَـجِبْـتُ لِـقَـلْبـى وَ الْحَـقـا•يِـقُ هيِـمٌ
“Fakat hakîkâtler, gece gündüz amâ´da mestûr olduğu halde kalbimde ilahi vücûdun denizinde keşfine hayran kaldım.”
كَذَاكَ الَّذى اَبــْد•ى مِـنَ النــُّورِ ظَاهِـرًا
عَـلى• سَـرَفِ اْلاَجْـسـَامِ لَيـْسَ يُـقِيــمُ

“Nûr-u mahz (asıl nûr, safî nûr) olan Hakk uzaktan görülen hayal gibi ecsâm-ı ikâme ve idâme etmeyen bir nûr izhâr etti.”
وَ مـَاعَجَبى مِـنْ نُـور جِـسْمى وَ اِنَّــما•
عَجِـبْتُ لِنـُورِ الْـقَـلْبِ كَيــْفَ يَـرِيـــمُ

“Envâr-ı cismiyeme şaşmıyorum da, yalnız envâr-ı kalbiyenin nasıl temsil ve ikâmet ettiğine şaşıyorum.”
فَاِنْ كَانَ عَنْ كَشْفٍ وَ مَشـْهـَدِ رُؤْيــَةٍ
فــَنـُـورِ تَـــجَـلِّــــــيهِ عَـــلَـيْـــهِ مُقِـيــــــمٌ
“Eğer bu nûr-u mütemâyil, keşfen zâhir ve meşhed-i rû´yetten (görüş yeri) neb´ân (kaynayarak akıyorsa) ediyorsa o halde nûr-u tecelli-i ilâhî o kalbde mukimdir.”
تَفَطَّنـْتَ فَاسْـبُرْ عِـلَّةَ اْلأَمــْرِ يا• فَتى•
فَـهَـلْ رَئــْىُ خـَـلْقٍ بِالْعَـليـِمُ عَليِـــمٌ
“Dediğimi anladınsa ey delikanlı, işin esâsını tetkîk ve tecrübe eyle. Acaba halkın görüş ve fikri Alîm olan zât-ı bilebilir mi?”
تَعـَالى• وُجُودُ الذَّاةِ عَـنْ نَيـْلِ عِـلْمَنـَا
بِه عِـنْدَ فَضْـلى وَ الْـفِصا•لُ قَديــمٌ
“Ahâdiyyet-i zâti-ye bizim O´ndan ayrı bulunduğumuz zaman ilmimizin kendisine ittisâlinden münezzeh olduğu gibi bu ademi ittisâl kadîm ve ezelidir.”(sayfa 2)
فَـفُرْقَانُ رَبـىّ قَدْ اَتـاَنِـيَّ مُـخْبِـرًا
بِـتَـعْيِـينِ خَـتْـمِ اْلأَوْلِــيا•ءِ كَـريــمٌ
“Rabb´i Teâlâ´nın Rasûl-i Kerîmi Hâtem-ül Evliyâ´yı tâyin ile yani âhir zamanda İsa b. Meryem (a.s) in nüzûlü ve Deccâl-i katlini ve bunlarda nübüvvet hükmü ile değilde velâyet hükmü ile olacağını bana haber vermiştir.”
فَـقُــلْتُ وَ سِرِّ الْـبَيـْتِ صِفْ لى مَـقـا•مَهُ
فَــقَالَ حَـكِيـمـًا يَـصْطَــفِيـهِ حَـكِـيــمٌ
“Ben rûhâniyeti risâlet ve Esrâr-ı Beyt-ül Harâm (Kâbe) hakkı için bana o Hâtem´in makamını tavsîf ve beyân eyle dediğimde; O bir hükümdür. Hakîm olan Allah (cc) onu intihâb (birçok kimse içinden en iyisini seçmek) ve istıfâ (birçok kimse içinden en güzelini seçmek) etmiştir; cevabını verdi.”
فَـقُـلْتُ يَـرا•هُ الْـخَـتْـمُ فَـاشْـتَدَّ قَـائِـلاً
اِذا• مـا• رَا•هُ الْخَـتْــمُ لَـيْـسَ يَـدُومُ
“Zât-ı Akdese, onu Hatem olan görebilir dediğimde, şiddet îrâz ederek cevap verdi. Hâtemi Hakîkiden başkasının gördüğü devam etmez dedi.”
فَـقُـلْتُ وَ هَـلْ يَـبْـقـى• لَـهُ الْـوَقْـتُ عِنْـدَ مـا•
يَـرا•هُ نَـعَـمْ وَ اْلأَمـْرُ فِــهِ جَــسِيــمٌ
“Hatm-i velâyet Onu gördüğü zaman, zamanın zuhûruna vakit var mıdır? demiştim. Cevâben ………(500+5+400) vakit vardır. Hatem-i Hakîki hakkında ki ise çok büyüktür dedi.”
وَلِلْـخَـتْمِ سِـرٌّ لَمْ يَـزَلْ كُـلُّ عَارِفٍ
عَـلَـيْــهِ اِذا• يَسْـرى عَلَـيْــهِ يَـحُـومُ
“Hatmin mühim bir sırr-ı vardır ki, arif-i billâh olan her kâmil veli ona vakıf ve nafîz (nüfûz ederse) olursa, onun mühr-ü etrâfında devir eder.”
اَشا•رَ اِلَــيْـهِ الـتِّرمِزِىُّ بِـخَـتْمِـه
وَلَمْ يُــبْده وَ الْـقَـلْـبُ مِنْـهُ سَلِـيمٌ
“Meşhûr muhaddis Hakim Tirmîzî (ks) ona ömr-ü dünya ve silsile-i vilâyetin hatmi olduğuna işâret etmiş, fakat izhâr etmemiş olduğundan kalbler o hatmi mârifetden (bilmekten) salim yani hâli kalmıştır.”
وَ مـَا نـا•لــَهُ الصِّـدِّيـقُ فى وَقْتِ كَـوْنِـه
وَ شَـمْسُ سَــمـا•ءِ الْـقَــرْبِ عَـديــمٌ
“Cenâb-ı Sıddîk Âzâm bile sıddîkıyet makamında bulunduğu halde hatm-i bilmeye nail olmadığından semâ-î mağribin şems-i taban-ı (parlayan güneş) onun tarafından görülmemiştir. Çünkü hatm, Cenâb-ı Sıddîk´a mercuhtur (ondan üstün makamdadır). Sebebi de kendisinde hem nübüvvet ve hem de velâyet vardır. Yani İsa b. Meryem (a.s) dır.

مَـزَاقًا وَلۤـكِـنَّ الْفُــۤؤدَ مُـشَاهِــدٌ
اِلى• كُـلّى مـَا يُـبْدهِ وَ هُوَ كَــتُومٌ
“Cenâb-ı Sıddîk Âzâm (r.anh) zevken idrâk etmemiş, fakat hatm-in kendisi ketûm (gizli) olduğu halde izhâr ettiği her âsârı (eserler ve işaretleri) kalben müşâhede etmiştir.(sayfa 3)
بَـغـَارُ عَلـى• اْلأَسـْرَارِ اَنْ تَـلْحَـقَ الـثَّـرى•
وَ اِن تَـمْتَـطِيـهـا• الــزَّهـْرُ وَهـْىَ نُـجُـومٌ
“Safâyı esrârını gubâr alır olmaktan kıskanır. Şayet kendisine bir lem´â (ışık) munakis olsa (aksetse) oda lemât-ı kevâkib olabilir.”
فَـاِنْ اَبـْدَرُوا اَوْ اَشْمـَوُا فَـوْقَ عَرْشِـه
وَ كـا•نَ لَـهُـمْ عِنْــدَ الْــمَقَـامِ لُــزُومٌ
“Bu esrârın balâyı arşın (arşın üstünde) bir yerinde, tabân (dolunay) veya şems-i rahşan (parlak güneş) zuhur etse, makâm-ı hatim´de onda telâzîm ve iltisâk (lüzumlu olmuştur) etmiştir.”
فَـرُبـَّمـا• يَـبْـدُوا عَلَـيـْهِــمْ شُــهُـودُهـا•
فَـمِنـْهـُمْ نُـجـُومٌ لِـلْهـُـد•ى وَ رُجُــومٌ
“Bazan ashâb-ı esrâr-a o esrâr-ı muşâhede zuhûr eder ki, o esrârın bir kısmı rehber-i hidâyet-i râfia (yüksek hidâyet rehberi) diğer bir kısmı da efkâr ve akâid-i fasideye (bozuk akide) racmi şeyâtîn âsa birer mâniâdır.”
فَسُـبْحَـانَ مَـنْ اَخْـفى• عَـنِ اْلـعَـيْـنِ ذ•اتَـهُ
وَ نُـورِ تَـجَـلِّــيــهـا• عَـلَـيْـهِ عَــمِــيـمٌ
“Ahadiyyet-i zâtiyyesini nazarı cismâniyyeden ihfâ eden zât-ı akdesi tenzih ve takdîs ederim. Bununla berâber o zât-ı baht-ın (asıl zât olan) envâr-ı tecelliyât-ı kalb, zi-hayata (hayat sahibi) umûmîdir.”
وَ لۤـكِـنَّـهُ الْمَرْمُورُ لا•يــُدْرِكُ السَّـنـا•
وَ كَيـْفَ يَـر•ى طِـيبَ الْحَيـا•ةِ سَقيِمٌ
“Fakat şeb-pere(yarasa) çeşm (gözlü) olan kimseye ziyâ yaklaşamaz. Seâdet ve huzurlu hayatı hasta olan nerede görecektir.”
فَاَشْخـا•صُنـا• خَمْسٌ وَ خَمْسٌ وَ خَمْسَةٌ
عَلَـيْهِمْ نَـر•ى اَمْرَ الْـوُجُـودِ يَـقُـومُ
“Kendilerine nasb-ı nazar ettiğimiz şahsiyetlerimiz on beş kısıma taksim edilmiştir. Hâdiseler ve mevcûdat-ı kâinât bunlarla kıyamını görüyoruz.”(Bunlar: Rasül, Nebî, Âlim, Veli, mü´min- i ümmi—Aktâb, Evtâd, Vüzerâ, Havâs-u Abdâl, Nükabâ—Müslüman, Kâfir, Tâbî, Tâbî olmayan, Âsî)
وَمَـنْ قـا•لَ اِنَّـهُ اْلأَرْبــَعِـينَ نِهـا•يَـةٌ
لَـهُـمْ فَـهْوَ قَــوْلٌ يَــرْتَـضِيـهُ كَـلـِيمٌ
“Kırkların adetleri adet-i nihâyettir. Bu söz ile hükmedenler bu hükme rızâdâre olmuş olan müttefiklerdir.”
وَ اِنْ شِـئْتَ اَخْـبِـرْ عَنْ ثَـمـا•نٍ وَ لا•تــَزِرْ
طَريقَـتُـهُـمْ فَرْدٌ اِلَــيْـهِ قَـوِيــمٌ
“Arzu edersen sekiz tanesini say ve fazla söyleme. Bunların yolları da birdir. (Rasül, Nebî, Âlim, Aktâb, Evtâd, Havâs, Abdâl, Nükabâ)
فَسَـبْعَـتُـهُمْ فى اْلأَرْضِ لا•يــَجْـهَلُـونَهـا•
وَثـا•مِـنُـهـُـمْ عِــنْدَ النُّـجُـومُ لَـزِيـمٌ
“Yukarıdaki sekiz adetten yedisi herkesçe bilinir. Fakat sekizincisi tecelliyât-ı Rabbânîde gerekli ve devamlılığı olandır. Makâm-ı Hatm sahibidir.”
فَـعِِـنْدَ فَـنـا•ءِ خـا•ءِ الـزَّمـا•نِ وَ دا•لِـهـا•
عَـلى• ذ•اكَ مَدْلُــولَ الْـكَــرُومِ يَقُــومُ
“Dünyanın ömrü fena bulduğunda ve ahir zaman geldiğine zaman delâlet ettiğinde hadiseler ve hatm gelecektir.(sayfa4)
مَـعَ السَّـبْـعَةِ اْلأَعـلا•مِ وَ الـنّا•سُ غُـفُـلٌ
عَـلِــيمٌ تَـبْديــرُ اْلأُمــُرِ حَــلـِيـمٌ
“Bu sekizin içinden yedi müşahit kişi halk gaflete düşmüş iken zuhur edecektir. Onlar işlerini hilm ve sükûnetle işleri idâre edeceklerdir.”
وَ فى الـرَّوْضَــةِ الْـخَـضْـر•اءِ اِسْـمُ عُـد•اتِـه
وَ صـا•حِبُـهـا• بِـالْـمُـؤْمِــنِـينَ رَحِــيمٌ
“Şam şehrinde Ravza-i Hadrâ (yeşil bahçe) da Hatm´in düşmanları bulunacaktır. Fakat Ravza-i Hadrâ´ya mâlik olacak mü´minlere şefkatli merhametli Hatm´dir.”
وَ يَـخْــتَـصُّ بِالــتَّدبِــيرِ مِـنْ دُونِ غَـيـْرِه
اِذ•ا فـا•حَ زَهْــرٌ اَوْ يَـحُــبُّ نَـسِيـمٌ
“Hatm bir işi yapmak isterse veya bir emr-i mânevî aldığında, yukarıdaki kişilerden hiç birine kayıtlı olmayarak işleri dilediğince yapar.”
تَـر•اهُ اِذ•ا نـا•و•اهُ فى اْلأَمـْـرُ جا•هِـلٌ
كَـثِــيرُ الـدَّعا•وِي اَوْ يَكِـيدُ زَنِــيمٌ
“Cahil ona bir iş hususunda müracaat ettiği zaman sen O Hatm´i çok da’vâ eden veya hasım gibi görürsün.”
فَـظا•هِـرُ اْلإِعْـر•اضُ عَـنْـهُ وَ قَـلْـبُـهُ
غَـيُـورٌ عَلى• اْلأَمــْرِ الْـعـَزِيـزِ زَعِــيمٌ
“Zâhiren Hatm´i cahilden yüz çeviren olarak görürsün. Fakat temiz kalbi ölçülmeyecek kıymetli, işlere hâkim ve kefildir.”
اِذ•ا مـا•بـَقـى• مِـنْ يَـوْمـِه نِـصْفُ سـا•عَـةٍ
اِلى• سـا•عَـةٍ اُخْـرى• وَحَــلَّ حَــريـمٌ
“Hatm´in ömründe yarım saat kalsa, ondan diğer saata kadar mutlaka o akîde-i hal edecek ve işleri bitirecektir.[Yani İsa (a.s) gelecektir ki, Hatm O´dur. Çünkü geldiği zaman dünyanın sonu ve velâyetin bitişi olacaktır. Bunun için Hatm (mühür-son) dir.]
فَـبَهْــتَزُّ غُصْـنُ الْـعـَدْلِ بَـعْـدَ سُـكُـوتِـه
وَ يَـحْيى• نَـبـا•تُ اْلأَرْضِ وَهْـوَ هَـشِـيمٌ
“Hatm´in gelmesi ile adâlet ağacının dalları titremeye başlar. Yeryüzündeki ağaçlar ve bitkiler kurumuş iken hayat bulurlar.”
وَ يَظْـهَـرُ عَـدْلُ الله شَـرْقًا وَ مَـغْرِبـًا
وَ شَخْـصُ اْمـا•مُ الْـمُؤْمِـنِينَ رَمِــيمٌ
“İmam-ül Mü´min´in cesedi pakisi toprağa verilse de yine getirdiği Allah (cc)´ın adâleti doğudan batıya zahir ve intişar edecektir.”
وَ تَـمَّ صَـلا•ةَ الْـحَـقِّ تَـتْـر•ى عَـلى• الَّذى
بِـه لَـمْ اَزَلْ فـى حـا•لَـتـى اَهــيمٌ
“İşte burada yani bu işin sonunda Allah (cc)´ın beyanı salâtı kendisine hayat ve ölümde aşık olduğum zât-ı risâlete olsun.”Amin (sayfa 5)

[Kitabın başından başlayıp burada tamamlanan manzûmede Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri Efendimiz Hz. İsa (as) kelimesini, geliş zamanını ve Hatm´in ismi ile geleceğini ve yanındaki yardımcılarını kısmen işaret ve kısmen sarâhatle beyan ve ifâde buyurmuştur. Bundan sonra yine ve küçük bir manzûme ve bir tavsiyesi ile bu kitabı yazmaktan maksadı ne ise ona intikal edeceklerini izah etmişlerdir. Allah (cc) sırrını takdis, yardımını ve feyzini üzerimizde kılsın. Amin]

Hakk Teâlâ’ya arz edilen hamd ve senâyı mukaddem ve Sultân-ı Enbiyâ sallallâhü aleyhi ve selleme takdim edilen hitâmında bir olan salâttan sonra
فَـدَبِــّرْ اَيــُّهـا• الْـحَـبْـرُ اللَّبِـيبُ
اُمـوُرًا قـا•لَهـا• الْفِـطَنَ الْمـُصِيـبُ
Ey Fâzıl-ı akl! Rey saibe sahib olan ha….bu umûru muhimme hakkında söylediğimizi tedbir ve tefekkür ile;
وَ حَقِّـقْ مـا•رَمى• لَـكَ مِـنْ مَعـا•نٍ
حَـو•اهـا• لَـفْظُـهُ الْـعَزْبُ الْــعَـجِيـبُ
Elfâz-ı lutfiye ve acâibinin ihtiva ettiğini ve sana beyan edilen maânî münifeyi tahkik et.
وَ لا•تــَنْـظُــرْهُ فى اْلأَ كْوَانِ تَشْـقى•
وَ يَـتْـعَبُ جِـسْمُـكَ الْـفَــزُّ الْـغَـرِيبُ
Sırf mânaya ait olan o şeye nazar-ı kevnî ile bakma ki, yolu yanılırsan bu babda münferid kalan cismin yorulmuş olur.
اِذ•ا مـ•ا كُـنْـتَ نُـسْخَـتُهـ•ا فَـمـ•ا لى
اَرُومُ الْبـُعْـدَ وَالْـمَـعْـنـى• قَـريـبٌ
O umûru maneviye ve maânî acîbenin bir nushaî zi-hayatî olursan yani Letâif-i Rabbâniye halinde taltif edersen uzaklara gitmeye lüzüm görmem. Çünkü mâna garibdir.

ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs´te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velilerden. İsmi, Ebu Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebu Abdullah´tır. İbn-i Ârâb-î ve Şeyh-i Ekber diye meşhur olmuştur. Ailesi meşhur Tayy kabilesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhur Adiy bin Hatem´in kardeşi Abdullah bin Hatem´in neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs´teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638) senesinde Şam´da vefat etti. Kabri Şam´da olup sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.
Küçük yaşında ilim tahsil etmeye başlayan Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye´ye gitti. Pek çok alimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekası, kuvvetli hafızası ile dikkatleri çekti.
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î pek çok ilimleri tahsil etti. Filozof İbn-i Rüşd´le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs´ten ayrılarak Tunus´a, 1195´de Fas´a gitti. Karşılaştığı birçok alimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs´e dönüp Kurtuba´ya geldi. 1201 senesinde tekrar Endülüs´ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus´a geçti. Hacca giderken Mısır´a uğradı. Oradan Mekke-i Mükerreme´ye giderek hac farizasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke´de kalıp, Medine-i Münevvere´ye geldi ve sevgili Hz. Peygamber (sav) Efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti.
Endülüs´te, Fas´ta, Tunus´ta, Mısır ve Mekke-i Mükerreme´de kaldığı zamanlarda hadis ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü´l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekine, İbn-i Ülvan, Cabir bin Ebu Eyyub gibi büyük alimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük alimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek suretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.
Tefsir, hadis, fıkıh, kıraat gibi pek çok ilimlerde büyük alim oldu. Tasavvufta, Ebu Medyen Magribi, Cemaleddin Yunus bin Yahya, Ebu Abdullah Temim, Ebü´l-Hasan ve Seyyid Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin ruhaniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhur oldu. Mekke´de bulunduğu sırada Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.
Gavs-ül-a´zam Seyyid Abdülkadir Geylâni Hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemaleddin Yunus bin Yahya´yı yanına çağırarak; “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddin isminde, Allah (cc)´ın çok sevdiği evliyasından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” buyurdu. Yunus bin Yahya, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î´ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î hazretleri, zamanında, ilminden ve feyzinden istifade etmek için kendisine müracaat edilen belli başlı büyük alimlerden oldu.
Şam, Irak, Cezire ve Anadolu taraflarına seyahat etti. Konya´ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikram ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tayin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i aliyyeden ve kelam alimlerinden olan Sadreddin-i Konevi´nin hocası ve üvey babası oldu.
Hocasının üstadı olan Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddin-i Konevi´ye giydirdi.
Konya´da bir müddet kaldıktan sonra Halep´e giden Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î Hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya´ya döndü. Aynı sene içinde Sivas´a, oradan da Malatya´ya gitti. 1230 senesinde Şam´a giderek oraya yerleşti.
Büyük alimler, Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î´nin hal, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabul ettiler. Evliyanın büyüklerinden Ebu Medyen Mağribi ona; “Ariflerin Sultanı” demiştir. Şeyh Safiyyüddin bin Ebu Mensur onun hakkında; “O, şeyhtir, imamdır. Hem de tam kamil ve hakîkâti bulanlardandır. Onu üstün irfan sahiplerinin başında saymak lazımdır. Öyle açık gönül alemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşif alemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hallere gelince, ancak “Harika” diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak alemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velayet ahkamına dair tasavvuf deryasında pek uzun kulaçlar atardı. O ummanın da süratli bir yüzücüsü idi. Nihayet o, bu yolda vaz geçilmez bir zat idi. Böyle kabul edip, onun şanını bu şekilde yüceltmek ona layıktır.” derdi.
Talebelerinden Sadreddin-i Konevi şöyle anlatmıştır: “Hocam İbn-i Ârâb-î, geçmiş peygamberlerin ve velilerin ruhlarından istediği ile rüyasında veya uyanık iken görüşürdü.”
Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri kendinden nasihat isteyen bir kimseye buyurdu ki:
“Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Her şeyden önce sana lazım olan, sana kendi ayıp ve kusurlarını gösterecek, seni nefsine itaatten kurtaracak bir rehber, bir mürşid lazımdır. Şayet böyle bir zatı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bazı nasihatlerde bulunayım. O zatı bulduğun zaman, huzurunda, edepli ol. Sakın hatırına o zata karşı itiraz gelmesin. Halini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzurunda, kölenin, efendisinin huzurunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyanı veya başka bir halini arz ettiğin zaman, ona cevabını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile beraber olma. Arkadaşlık etme. Mürşidini seveni sen de sev ve ona yardımcı ol. O zata, hiçbir işinde itiraz etme. “Bunu niçin böyle yaptın?” deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdar olduğunu unutma. Edebi asla terk etme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayayı azaltır, ona karşı hürmeti kalpten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak suretiyle göster. O zata yemek ve yiyecek takdim ettiğin zaman, diğer lazım olan şeyler ile beraber önüne bırak, kapının yanında edeple dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, itiraz etmeden ye. Başkasına verme.
O zatın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bazen onlar, talebelerini denerler. Onunla beraber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zata karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu halde, sana müsamaha gösterdiğini, seni cezalandırmadığını görürsen, bil ki o seni denemektedir. O zat, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyan etme. Şayet seninle istişare ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvafık olduğunu söyle. Haddizatında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtaç olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle bir zatı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri razı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyan içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgul olmaktır.
Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemaatle beş vakit namaza ve evinde nafile namaza devam et. Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyayı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duaları oku. Tevazu ve huşu içerisinde, kibir halinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü haya ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hali üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabul eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabb´inin nimetlerini müşahede etmek için yıka. Sonra Allah (cc)´a hamd ü senada bulun. Hz. Peygamber (sav) Efendimize salat-ü selam oku.
Namaz kılarken, Allah (cc)´ın huzurunda durur gibi dur. Yüzün ile Kabe-i Muazzama´ya döndüğün gibi, kalbin ile de Allah (cc)´a dön. Kul olduğunu, Rabb´ine ibadet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbir al. Rükudan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allah (cc)´ın kudreti ile yaşadığını düşün. Selam verinceye kadar ve selam verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.
Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerife yi oku. Yemekten sonra Allah (cc)´a hamd ü senada bulun.”
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î Hazretleri velilik yolundaki yüksek derecesini ifade ederek buyurdu ki:
“Allah (cc) bana öyle nimetler ihsan etti, bildirdi ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, kutupları, isim ve nesepleriyle bildirebilirim. Fakat bazıları inkar ederler de, manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.”
Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison´u (1847-1931) dahi “Üstadım” demek mecburiyetinde bıraktı. Fatih Sultan Mehmed Hanın İstanbul´u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim Hanın Şam´a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu´maniyye fi Devlet-il-Osmaniyye (açıklamasını yazacağımız) isimli eserinde; “Sin, Şın´a gelince, Muhyiddin´in kabri meydana çıkar.” buyurdu. Muhyiddin-i Ârâb-î hazretleri, Şam´da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabi´ul-ahir ayının 28. Cuma günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam´da fani dünyadan ahirete irtihal etti. Salihiyye´de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı Sultan Yavuz Selim Han Şam´a geldiğinde; “Sin, Şın´a gelince, Muhyiddin´in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î´nin vefatından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allah (cc)´a değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î; “Arifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor. İslam alimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: “Allah (cc)´ı tanıyan kimse, beladan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, dert ve belaların sevgiliden geldiğini, O´nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet dua ederek, gitmesini söyler. Fakat, dua etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O´ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmayanları harap etmekte, onların belalarına sebep olmaktadır.”
Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri hadis ilminde sahib-i isnat ve fıkıh ilminde içtihat makamında idi. Buyururdu ki: “Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, “Hesaba çekilmeden evvel, hesabınızı görünüz.” emri ile, bazı meşayıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesaba çekiyor. Ben, hesapta onları geçtim ve işlediklerimle beraber, düşündüklerimde de hesabımı görüyorum.”

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147