irade özgürlüğümüz var mı?
ÖZGÜRLÜK, İRADE VE AHLAK SORUNSALI
İnsanın irade özgürlüğüne sahip olup olmadığına dair mesele kadim bir meseledir. “İrade özgürlüğümüz var mıdır?” Sorusunun tarihi, belki de insanlık tarihiyle yaşıttır.
Tarihin her limitinde insanın irade özgürlüğünü yok sayan, iradesine pranga vuran düşünce akımları olduğu gibi insanı kendi kendisinin yaratıcısı olarak düşünenler de hep olagelmiştir.
Tespit ve tenkitleriyle ifrat ve tefrit kutuplarında dolaşan, insanları davet ettikleri düşünce gemileri, sorumluluk yurdu olan dünya okyanusunda özgün ve düzgün olmayan mecra ve maceralara yönlendiren bu düşünce akımları mezkûr soruya cevap, soruna çözüm sunabilecek sahih bir ilmi anlayıştan yoksundur. “İnsan özgür müdür?” diye sorulan soruyu sorun olmaktan çıkarmak gayesiyle her zaman ve zeminde ilmi feraset ve ameli cesaretle tetkik ve tahkikler yapan makul ve makbul denebilecek filozoflar, teologlar, sosyologlar ve psikologlar da olmuş, doğru-yanlış birbirlerinden farklı cevaplar vermişlerdir. Fakat tüm iyi niyet ve gayretleriyle beraber sürekli gelişip genişleyen ilgi ve bilgiye rağmen farklılıklarını bir türlü izale edememişlerdir.
İnsanı tanıma noktasında müspet olan bilgiyi bir musibete dönüştürmek isteyenlere rıza göstermeyen bilginlerin irade özgürlüğüyle ilgili birbirlerinden farklı cevaplar vermeleri, amel olarak kendini dışa vuran irade olgusunu fiilden farklı olarak algılayamamalarındandır. İradenin somut hali olan amel olgusu ilim ve bilim insanları arasında farklı algılandıkça, aralarındaki farkı fark etseler de farklılıkları yine devam eder.
Amel fiilden daha özeldir.
Fiili amele dönüştüren niyettir.
Amel, kasıtla yapılan fiildir.
Her “amel”, fiildir ama her “fiil” amel değildir.
Amel, iradeyi gerektirir.
Fiil kudretin sonucu; amel ise niyet ve gayretin meyvesidir.
İstek ve irade kudretin mürşididir, Kudret, istek ve iradenin müridi.
İlim, isteğin mürşididir, fakat istek ilmin müridi değildir. Bilinen her şey istenmez, ama isteğin teşekkül etmesi için bilinmesi gerekiyor.
Amel için niyet, ilim, kudret ve istek lazım.
Fiil muafiyet, amel sorumluluktur.
Amel için akıl gerekir.
Aklı olmayanın ameli de olmaz.
Fiil için sadece güç; amel için ise ilim, irade ve kudret lazım.
Bunlar, bilmek, istemek ve güç yetirebilmektir.
Haccı bilmeyen insan, hacca gitse de hacı olamaz.
Haccı bilip de hacca niyet etmezse yine hacı olamaz.
Haccı bilip hacca niyet ettiği halde gitmeye kudreti yoksa yine hacı olamaz.
İnsanın âlemdeki konumu nedir? Tabiatın nesidir insan?
Spinoza,“İnsan da âlemin bir parçasıdır. Ve kâinatı yöneten kanunlar önceden belirlenmiş oldukları için, insanın hareketleri de aynı derecede tayin edilmiş olmaktadır. İnsan, kendi hareketini değiştiremez, ancak onu ve tabiata hâkim olan zorunluluğu tanıyabilir” der. Oysaki İnsan âlem taşlığında sıradan bir taş değildir, âlemde, âlemden de daha büyük bir iç âleme sahiptir. Her taş, taşlıkta bir taş olarak kalırken, âlemde âlemden de daha ulvi bir iç âleme sahip olan insan irade cevheriyle sergilediği fiillerle ya âlemin “mimarı” ya da “hımarı” olabilme gibi tercihî bir özellik ve güzelliğe sahiptir. Gerek eski gerekse de modern Cebriye Ekolü’ne mensup olan teolog, psikolog, sosyolog ve felsefeciler nezdinde, ağaç meyve verdi, su aktı, taş kımıldadı, güneş doğdu ve battı, gök kapandı, yağmur yağdı, çiçek açtı, çayır yeşerdi demek neyse, insan yaptı demek de odur. İnsanın fiilinin, tabiatın tabii deveranından hiçbir farkının olmadığını idea ediyorlar. Oysaki insanın fiilleri iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı ihtiyarî, bir kısmı de ıstırarîdir. Istırarî fiiller iradenin dışında, dıştan gelen tesirlere şuurun rolü olmaksızın verilen cevaplar, refleks ve içgüdü hareketleri şeklinde gerçekleşen, bize herhangi bir sorumluluk gerektirmeyen (göz kapaklarımızın hareketleri, kalbimizin çalışması, kanımızın dolaşımı, sindirim sistemimiz vb. gibi) icbarî fiillerdir. Mecbur fiiller me’cur (ecirli, sevaplı) değiller. Göz kırpma tikiyle göz kırpma ayni fiildir, fakat biri muafiyet öteki mükellefiyettir. Tıpkı ramazanda, gün içinde uyurgezer bir Müslüman’ın uyanmadan kalkıp su içmesi ile uyanıkken su içmesi gibi. Yapılan iki fiil de aynı fiildir, fakat birincisi muafiyet, öbürü mükellefiyettir.
Kanımızın deveranı suyun akmasından farklı değil, tıpkı saçımızın uzaması çiçeklerin boy vermesinden farklı olmadığı gibi. Dünyaya gelişimiz ve gidişimiz de güneşin doğup batması gibi kendi irademizle değildir.
İnsanın özgün hususiyetlerini, temel dinamiklerini teşkil eden iradedir. İradeyle insan seçim yapabilme, alternatifler karşısında tercihte bulunabilme, bir şeyi yapma veya terk etme özelliğine sahip olabiliyor.
Bilim adamları, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde irademizin dışında yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor. İrademiz kolumuzu kaldırıp kaldırmamamızla ilgilidir, kolumuzu kaldırdıktan sonra vuku bulan kimyevî reaksiyonlarla ilgili değil.
İnsan amelinin kontrol odasında irade vardır. İrade nimetiyle kıymet bulan insan, fücur ile takva, şükür ile küfür arasında tercihte özgürdür. İnsan ,”yüsra ile üsrayı” birbirlerinden tefrik edebilecek donanımda yaratılmıştır, şakir de kâfir de olabilir.
Biyolojik ve psikolojik etkenlerin, sosyal muhitin, yıldızların, tabiatüstü kimi kuvvetlerin, istikbalini belirtmek hususunda müessir olup olmadığına dair çok eskiden beri kendi kendine soran İnsan, iradesiz olmuş olsaydı hayvanlar gibi nefsine ve hırsına göre hareket eder, hiçbir imtihana tabi tutulmazdı. Oysaki insan irade sahibidir. İrade imtihanı, imtihan da iradeyi gerektirir. İradenin olduğu dünyada imtihan, imtihanın olduğu her yerde de irade vardır. İradeli eylemler insana sorumluluk yükler. İradeyle yapılan her fiil insanın ya aleyhine ya da lehine sonuçlar doğurur. İnsanın niyet ve gayretleri onu ya nefsâni arzuların anaforunda felaketlere sürükler ya da felaket denizinin peş peşe kabaran kızgın ve azgın dalgalarında kaptanı Nuh (as) olan nadide bir gemi misali sahil-i selamete çıkarır ve ebedi saadete erdirir.
İnsan, irade sahibidir. Şükür ile küfür, hayır ile şer’in varlığı, iradenin varlığının kanıtıdır. Hayrın ve şer’in anlam kazanabilmesi için hayır ve şer noktasında tercih yapabilecek irade sahibi bir varlığın var olması gerekir. Seçim yapan insan olmamış olsaydı, hayır neden hayır, şer neden şer olmuş olurdu? İradeden yoksun canlı ve nesneler için hayır ve şer denen değerler değerlendirilebilir mi? “İnsanı imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık” (İnsan, 2) diye buyuran adil ve kadir olan Allah, insanı, insani özellik ve güzelliklerle donatmasaydı imtihan etmezdi.
Sağır olan insan işitmekle mükellef tutulur mu?
Düşünce tarihiyle ilgilenen insan, tarihin özgürlüğü ve özgürlüğün tarihiyle de ilgili olmuştur. Bediidir ki özgürlüğün tarihi, tarihin özgürlüğü vardır; fakat tarihin özgürlüğü, özgürlüğün tarihi kadar sağlam ve sağlıklı değildir. Özgürlüğün tarihi ontolojik, tarihin özgürlüğü ise sosyolojiktir. Biri zerreden küreye kadar her şeyin hâliki ve maliki olan Allah’ın insan için secimi, öbürü insanın tercihidir. İnsan ontolojik özgürlüğün nesnesi, sosyolojik özgürlüğün öznesidir.
Ontolojik özgürlüğe sahip olmak, insanın özgürlük çemberinin dâhilinde değildir. Kevni özgürlük insanın özgürlük çemberinin dışındadır. İnsanın bir kazanımı olmayan kevni özgürlük ilahi bir nimettir. Mezkûr nimetin kıymetini hakkıyla özümseyenler, insanın geleceğini, geleceğin insanını ihya edebilirler.
Özgürlüğün tarihinin aksine, tarihin yalanı, yalanın tarihidir. İnsanın ontolojik özgürlüğü yaratılış özelliğinden kaynaklanırken, sosyolojik ve psikolojik özgürlüğü yaratılış gayesinden kaynaklanır. Birçok koldan, yoldan saldıran şaşkın insanlar aşkın olan bu değeri anlamasalar da hakikat budur.
Paul-Henri Dietrich Holbach gibi filozoflar “İnsanın eylemleri asla özgür değildir; onlar her zaman insanın kendi doğasının, edinilmiş fikirlerinin, ulusunun, doğru ya da yanlış onu biçimlendiren mutluluk anlayışının; örnekle, eğitimle, günlük deneyimle pekiştirilmiş kanılarının zorunlu sonuçlarıdır” deseler de, düşünsel ve tarihsel derinliği olan özgürlük insana reddetme imkânı verir, fakat reddetme imkânına sahip olan insan, özgürlüğü reddetme imkânına sahip değildir. Zira özgürlüğü reddetmek de bir tür özgürlüktür. Özgürlüğe hüküm giymiş müebbet bir mahkûmdur insan. İnsan, özgürlüğe mahkûm olduğu gibi özgürlüğünü doğru kullanmaya da mahkûm değildir, sapma özgürlüğüne sahiptir. İnsanın asıl sorumluluğu, sapma özgürlüğünü, özgürlüğün sapmasına dönüştürüp dönüştürmemesidir.
İnsanın özgünlüğü, özgürlüğüdür. Birçok algı ve yargının aksine o ne hayvan gibi serbest, ne de nesneler gibi mecburdur. Özgürlükten yoksun olan hayvan ve nesneler imtihana tabi tutulmazlar. İmtihan, özgürlüğü gerektirir. Mükellefiyet özgürlüğü varsayar. Özgürlük serbestîyet değildir. Serbestîyet başıboşluktur. Hayvan serbest, insan özgürdür. Kuvveti kudrete dönüştüren irade olduğu gibi serbestîyeti özgürlüğe çıkaran unsur da iradedir. İrade insanı özgürleştirir, eylem ve söylemlerinden sorumlu kılar. Zorunluluk sorumluluğu kaldırır. Zorunlu davranışların ahlaklılığından bahsedemeyiz. Ahlaki eylemler, amaçlı ve bilinçli eylemlerdir. Zorunlu olan eylem ve söylemlerin ne suç ve cezasından ne de mükâfat ve mükellefiyetlerinden söz edebiliriz.
İnsan sorumlu bir varlıktır. İrade, insana sorumluluk yükler. Kendi kimlik ve kişiliğinin mimari olan insanın eylemini, hayvanın hareketinden ayıran şey iradedir. Eylem ve söylemlerinden sorumlu olan insanı, bir kaya parçası, bir meteor, denizde kabaran bir dalga, hiç durmadan kısalıp-uzayan bir gölge veya dalından kopmuş, pervasızca esen rüzgârın kollarında cirit atan kuru bir ağaç yaprağı gibi değerlendiremeyeceğimiz gibi, belli bir etki sonucunda belli bir tepki veren Pavlov’un köpeği kategorisinden de değerlendiremeyiz. İnsan, tercihlerinde muhtardır, muztar (zorlanmış, mecbur, çaresiz) değil…
İnsan, ahlaki bir varlıktır. Ontolojik olarak ahlaki olan her insan, ahlaklı olmayabilir. Ahlaklılığın kaynak ve dayanağı özgürlüktür. Özgürlük nimetiyle kıymet bulan insanın, ahlaka karşı geliştirdiği davranışlar da ahlaklı davranışlar da ahlakî davranıştır.
Elektronların bile iradesinin olduğunun iddia edildiği bu çağda, değer yaratan ve yargılara sahip olan insan iradesini işlevsiz bırakan tüm girişimler, ahlaka yapılan gayrı ahlakî girişimlerdir. Ekseri insanlar kendi iradeleriyle iradelerini işlevsiz bırakarak ölü kefaller gibi ortalıkta dolaşsalar da ahlaklılıktan kurtulmazlar. Ahlaka karşı olmakta ahlaklılıktır. Ahlaklılık hem ahlakın hem de ahlaksızlığın sebebidir. Özgürlük ve ahlak arasında ontolojik bir bağ ve bağlantı var. Yaşam için ruh ne ise, ahlak için de özgürlük odur. Ruh olmadan yaşam olmadığı gibi, özgürlük olmadan da ahlak olmaz.
Özgürlük iradeyi, ahlak özgürlüğü gerektirir.
Özgürlük iradenin sonucu, ahlakın sebebidir. Bir eylemin ahlaki olabilmesi için özgür olması lazım. İrade olmadan özgürlük, özgürlük olmadan da ahlak olmaz. İrade özgürlüğün, özgürlük ahlakın önkoşuludur. Ne sessiz, sözsüz ve cansız nesnelerin ahlakından, ne de tabiatları gereği tabiat yasalarına uyan, tabiatla uyumlu yaşayan hayvanların ahlakından söz edilebilir. Zira hem hayvanlar hem de nesneler iradeden yoksundurlar. Meteorolojik, biyolojik, fizyolojik, anatomik, genetik, politik, ekonomik, psikolojik, sosyolojik, pedagojik, coğrafî vs. etkenler ve nedenler insan davranışları üzerine etkileyici olsalar da asıl ve asil belirleyici olan unsur iradedir. İnsan içten yönetilir. Etki ve itkisi güçlü olan birçok harici unsurun kalıcı tesirine rağmen insanın davranışlarını belirleyen asıl aktör iç faktördür.
İç âlemini hayra, bilgiye, iyiliğe, arınmaya, kulluğa yönlendiren insan “felah yolunun” sarp ve kıvrımlı yolunda kutlu yolculuğa revan olmuştur. Onun yolculuğu dünyevî ve uhrevî kurtuluş istikametindedir.
|