“Aylardır adam gibi bir yağmur yağmadı” dedi babası, camdan dışarı bakarak. Cıgarasından derin bir nefes çekti ve dönüp “eğer böyle giderse, ürün almamız mümkün olmaz” dedi. Konuşurken, aynı anda ağzından az önce çektiği cıgaranın dumanı da çıkıyor ve bu görüntü Ahmeti büyülüyordu. Onun gibi olmak, onun kadar güçlü olmak, onun gibi bakmak istiyordu. Belkide konuşurken Ahmete bakan gözlerinindeki hüzün sebebiyledir, Ahmet çok seviyordu babasının bu bakışlarını.
Hastaydı Ahmet. Doğuştan kasık fıtığı idi. Henüz 5 yaşındaydı ve bu 5 yıl boyunca defalarca annesi ve babasının ovarak yumurtayı keseye itmesi ile rahatlamıştı. Çok ağrıyordu, çok. Şimdiye kadar köyün yaşlı ebesi Hatice teyzesinin öğrettiği bu mesajla rahatlamıştı. Ama babası onu üç ay önce doktora götürdüğünde öğrendiler bunun fıtık olduğunu. Doktor, “ameliyat edilmezse ölüme bile götürür” diyene kadar, basit bir hastalık zannediyordu Ahmet’in anne ve babası bu rahatsızlığı. Ahmet’in testislerinden biri testis torbasının içine girmemiş, yukarıda karın boşluğunda kalmış anca şişlik fark edildiği ve ağrı yaptığı zamanlarda masajla indirirlerdi annesi ve babası yumurtayı torbaya. Ahmet ne zaman koşsa, atlasa zıplasa arkasından ağrı geleceğini bilir, o yüzden arkadaşları çember çevirirken seyretmeyle yetinirdi. Kısa vadeli zararı verdiği bu ağrıydı. Uzun vadede sorun çok daha büyüktü. Çünkü, yumurtanın içinde bulunduğu ortamın ısısı vücut ısısından düşük olmalıdır ve yumurta karın boşluğundayken bu mümkün değildir. Bunun sonucunda, fıtığa sebep olan yumurta çürür. O nedenle bu işin bir an önce çözülmesi gerekir. Ahmet, üç ablası olan ve ilerde babasının tüm işlerini yürütebilecek olan erkek evlattır. Herşeyden önce evlattır. Babası, erkek olduğu için onu diğer evlatlarından üstün tutan biri değil, sadece bu rahatsızlığından dolayı Ahmet’in üzerine titreyen dışarıdan bakıldığında sert mizaçlı ama iç dünyasında çok duygusal bir insandır.
“Peki, hocam ne zaman yapalım bu ameliyatı?” diye sordu Ahmet'in babası. Doktor, muayeneden dönüp masasına geçerken “en kısa zamanda yapalım” diye kısa ve net bir cevap verdi. Benim yukarıdaki paragrafta bahsettiğim şeyleri, tıbbi bir terminoloji ile anlattı Ahmet'in babasına. Adamcağız, bilmediği, anlamadığı kelimeleri duydukça daha çok korkuyor, arada sırada Ahmet’e dönüp bakıyor ve o nasırlı elleriyle önünde tuttuğu kasketini biraz daha sıkıyordu. Ahmet’in annesi Ahmet’i giydirirken o da bir doktora, bir kocasına bakıyordu. Ahmet mi? O, iğne faslını bekliyordu ya. O fasla geçilmeden üzerini giydiği için seviniyor duvardaki "sus" işareti yapan hemşire resmine bakıyor, az önce gördüğü hemşirelerden hangisinin resmi olduğunu merak ediyordu.
“Hocam, ne kadar tutar bu ameliyat” dedi, Ahmetin babası. Doktor, “ameliyat, hastane masrafları da dahil 2bin lira tutar, ama sen yinede git bir hastane muhasebesine sor” diye cevapladı, çekinerek sorulmuş bu soruyu. 2bin lira, doktor için söylemesi, benim için yazması, sizler için okuması ve çoğumuz için kazanması kolay olan bu meblağı, acaba Ahmet’in babası verebilecek miydi? Şu an için veremezdi. Geçen sene aldığı traktörün kredi taksitlerini bile ödemekte zornanıyordu. Hatta en son iki taksiti, hanımının bileziklerinden son üç tanesini bozdurarak ödeyebildi. Traktörsüz olmuyordu. Kiralayınca astarı yüzünü geçiyordu, kimden emanet istese, bin dereden su getiriliyordu. Canına tak edip, ani bir kararla girmişti traktör galerisinden içeri. İlk zamanlar, öyle işine yarıyordu ki, kah pulluk takıyor tarlayı sürüyor, kah tohumluyor, gübreliyor.. kısacası kazancına kazanç katılacağını hissediyordu. Ama öyle olmadı.
Bir kuraklık başladı. Aylarca yağmur yağmadı. Yağana yağmur denmezdi. Hafif bir nemlendirip geçen bir iki sepelemeydi sadece olan şey. Allah'tan gelene razı olabilen bir adamdır Ahmet’in babası. Sadece, belini bükecek olan, Ahmet’in ameliyat parasını denkleştirme mücadelesi olacaktı. Köy ahalisi, köyün imamından yağmur duasına çıkılmasını talep etti. İmama giden heyet içinde Ahmet’in babası da vardı. Birkaç kere çıkıldı yağmur duasına. Sonuç hüsrandı…
Kahvede, kasketler masada, ellerde demli çaylar, ya kül tablalarında ya ağızlarda, kah sarma, kah filtreli alafranga cıgaralar vardı. Yüzlerde aynı çizgiler, güneşin sebep olduğu aynı renkler, aynı hüzün vardı. Kimi küfrediyordu, kimi “küfretme, Allah’ın dediği olur” diyordu. O gün kahvede, biçerdöverci Rüstem amcanın, şehirde okuyan oğlu da vardı. İki aylığına eve gelmişti. Çok okuyan biriydi, dindardı, mütevekkil bir gençti. Babasını kaç kez ikna etmeye çalıştı, “baba garibanların işinden az para al” diye. Ama Rüstem amca Nuh der, peygamber demezdi. Kahvedeki kasvet hali bunalttı onu da. “Ya amcalar, ağabeyler Allahın izniyle çıkıp gidip yağmur duası yapalım” dedi. Kahveci Cemil, onun önüne çayı koyarken, “üç kere çıktık” dedi. Nasıl çıkıldığını dinledikten sonra, “olmamış” dedi Rüstem amcanın oğlu, “tekrar çıkacağız, ama bu kez çocuklarınızı, hanımlarınızı, hatta hayvanlarınızı da getireceksiniz” diye ekledi. İmama tekrar gidildi. İmam efendi de çok üzülüyor, kendini suçluyordu. Aslında suçu yok sayılmazdı. Çünkü Rüstem amcanın oğlunun dediği gibi yapılması gerekirdi. Tekrar bir gün ve saat belirlediler. Cuma sabahı, cemaat sabah namazını kıldıktan sonra tüm aile eşrafları ile birlikte yağmur bulutlarının geleceği tepeleri gören bir yer olan Ahmetlerin tarlasında toplanacaklardı. Burası köyden yürüyerek 25 dakika uzaklıkta bir yerdi.
Ahmetin babası eve geldi. Eşi hemen soğuk bir ayran verip “Ahmetin ameliyatını yaptırabilecekmiyiz, beyim” dedi. “İnşaallah” dedi Ahmetin babası, ayranından başka yudum almadan bıraktı, gitti abdest almaya. Namazını kıldıktan sonra tüm evdekilere köyde alınan kararı söyledi. Ahmet çok sevindi, tüm arkadaşları, hayvanlar, ağabeyler, ablalar hepsi orada olacaktı. Bayram yeri gibi. Oyunda oynayacaklardı. Hayvanlar gelecekse, dayısının şimşek adlı atı da gelecekti o zaman. Ona da bindirirlerdi belki Ahmeti.
Cuma sabahı Ahmetin içi içine sığmıyordu. Annesi ablaları abdest aldılar. Hava karanlıkken çıktılar evden. Camide sabah namazı kılındı ve Ahmetlerin tarlasına doğru yürüyen bir insan ve hayvan topluluğu vardı. İnsanın aczinin bir yansımasıydı bu karartı. Karartının en arkasında Ahmet yürüyordu. Hastalığından habersiz Ahmet. Yağmur duasına gidiyordu. Dua edecek ve yağmur yağacaktı. İmam efendi “durun” dedi “duamızı burada yapalım inşallah”. Nasıl yapılacağını biliyorlardı. Bu konuda uzmanlaşmışlardı artık. Zaten hep aynı şeyler yapılıyordu. Rutine bağlanmıştı bu dualar. Yine dua edilecek, yine yağmayacak ve eve dönülecekti.
Dua başladı, dua sırasında kimseden çıt çıkmadı. Hayvanlarda bile bir gariplik vardı. Çok kıpraşmıyorlardı. Dua ettiler. Her seferinden farklı olarak bu kez bir rüzgar takip etti duayı. Rüzgar tamda yağmur bulutlarının gelmesini umdukları yerden esiyordu. Gözler tepelerin üzerindeydi. Derken gri kocaman bir bulut belirdi. Kalabalık içerisinde heyecan sesleri yükseldi. Cemaatten bazıları "Subhanallah"", bazıları Elhamdülillah", bazıları ise "Allahuekber" diyordu. Gri bulut yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Evet, bekledikleri yağmuru getireren bulut buydu. Çünkü üzerinden geçtiği yerleri ıslattığı belli oluyor, hatta o yağmur toprak buluşması kokusu geliyordu. Rahmetin kokusu bu, lütfun kokusu. Başladı rahmet, sevinç çığlıkları içinde yere düşen koca yağmur damlaları minik minik toz bulutları yapıyordu ayakların diplerinde. Ahmet'in babasının sevinci bambaşkaydı. Yüzü gökyüzüne dönüktü, yüzündekiler gözyaşı mıydı, yağmur damlaları mıydı kimse fark etmiyordu. Aklına Ahmet geldi. “Ahmet” dedi. Kalabalık içinde onu aradı gözleri. Birkaç kişiyi iterek kalabalığın arkasına doğru ilerledi. Gördü Ahmetini. Ahmet, elinde babasının telleri kırık bir şemsiyesini tutuyordu. Yağmurun yağacağından o kadar emindi ki Ahmet, şemsiye getirmişti yanında. Düğmesine basılınca fırlayan küçücük şemsiyeyi hangi ara akıl edip almış, kimse bilmiyordu.
İki ay sonra hasat kalktı. Ahmetin babası hem ürün satışından, hem traktörünü kiraya vermekten baya bir gelir elde etti. Ahmet’in ameliyatı ise eline geçen ilk 2 bin lira ile halledilmişti zaten. Çok iyiydi Ahmet. Herkes çok mutluydu.
Rasim amcanın oğlu, köyden gidecekti artık. Ahmetin babası ile aynı anda kahvedelerdi yine. Ahmetin babası, onun orada olduğunu fark edince gidip onun masasının yanındaki sandalyeyi çekip oturdu. O genci severdi zaten, ama artık hayran olmuştu. Sordu, “hele bir anlat gardaşım, yağmur duasına herkesin gelmesini istedin, o yetmedi hayvanları istedin, bumuymuş yani yağmuru yağdıran? Hele bi de, nerde okudun sen bunu?”.. “Yağmur duasına öyle gidilir zaten Ramazan abi” dedi ve ekledi, “ama o gün yağmurun yağmasına sebepbu değildi. Ahmet’in yanında şemsiye getirecek kadar, yağmurun yağacağına olan inancı, rabbine olan güveniydi, yağmuru yağdıran. Yağmur bu yüzden yağdı abi”..
Hasta olan arkadaşlarım, her şeyin bir vakti olduğu gibi, kuraklığında, hastalığında bir vakti vardır. O vakit geldiğinde Rablerinin emriyle gelirler. O vakit başka bir vaktin daha başlangıcıdır. Dua vakti de gelmiştir. Sebepleri yerine getirip dua ipine sarılıp, Allah’ın Şafi ismine şüphe duymadan inanan hiç kimse şifa dağıtan kapıdan boş dönmemiştir.
Hepinize sağlık, sıhhat, afiyet dilerim.