Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #79  
Alt 03.07.18, 13:29
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

3- Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" suretiyle iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede titiz davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında batan borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu imkanı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"den vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felakete sürüklenmesi demek olur.

4- Ribâyı caiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek imkanını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.

5- Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden zararlarını göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam anlamıyla anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sabit olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Binaenaleyh biz, sebep ve hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.

276-Sonuç olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de onbir lira yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ, gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî mevzuatı, Hakk'ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin yegane ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler arasında bulunur. Cenab-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil, ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helal sayanların saradan kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilal gibi küçülte küçülte nihayet gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları "irba" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemalandırır. Ribâ, mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de batmasına sebep olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenab-ı Allah, haramı helal tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç birini sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan razı olur. Ribâ ise pek kâfirane ve pek günahkârane bir iştir.

277-Buna karşılık iman edip iyi işler, salih ameller yapan ve özellikle namazlarını doğru dürüst kılıp zekatlarını veren kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan dolayı mahzun olacak da değiller.

278- Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun azabından korunun! "Geçmişte yaptıkları kendisine aittir" âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi gerektirir.

279- Şayet yapmazsanız, yani Allah'dan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır da yine terketmezseniz Allah ve Resulü tarafından bir harbe maruz kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Resulü tarafından kendinize harb ilan ediniz.

Burada ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helaldir inancına dönmüş mürted veya ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla amel etmeyip ribâya devam eden fasık mümin olsun; her ikisine de Allah Teâlâ, savaş ilan etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekatı inkar eden veya inandığı halde vermemekte direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler. Dışardaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zaruri ve gerekli olmadığı halde, bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî görev olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de imkansız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri müslim arasındaki ribânın haramlığı sakıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saadet'te müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilan edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti, ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilan etmek bütün müslümanların dinî görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı terketmeyenlerin Allah tarafından savaş ilanını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur'ân dilinde "Allah ve Resulü'nün harbi" deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsirle ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya manevi anlamda ilâhî savaştan kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte "Allah, ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir." veya lânet etsin, buyurulmuştur.

Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe muhatap olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve hatta bütün mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz. 'dan buraya kadar bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan bir takım kimseler hakkında nazil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda açıklanacağı şekilde daha başka birkaç nüzul sebebi de rivayet edilmektedir:

Mukatil'in rivayetine göre, Taif'deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a adlarındaki dört kardeş hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi. Hz. Peygamber Taif'i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muğire'deki alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş ve İslâm'a rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih'ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivayete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin mevzu', yani metruk ve sakıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab ibni Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nazil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi: "Onlar buna razı olurlarsa ne âla, yoksa onlara savaş ilan et!" Ata ile İkrime'nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir alışveriş sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu da faizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Süddî'nin rivayetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, cahiliyet devrinde ortak olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a girdikleri zaman eskiden kalma pek çok faiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında nazil oldu.

Hadis kitaplarında sahih rivayetlerle yer almış bulunan bilgilere göre, Abdullah b. Ömer ile Cabir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmişlerdir ki; Resulullah, Vedâ Haccı günü Mekke'de, yani Cabir'in açıkça bildirmesiyle Arafat'taki meşhur hutbesinde "Cahiliyyet devrindeki ribâların hepsi batıl ve sakıttır. İlk iptal edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın ribâsıdır" buyurmuş idi. Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci senesinde, Veda Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra da Hz. Peygamgamber vefat etmişti.

Bundan anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilan buyurulmuş ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara dokunulmamış ve alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas'ın faiz alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak âyetin hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman olan kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu gibi kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin hükümlerine aykırı ve fakat kendi aralarında muteber ve geçerli olmak üzere yapmış oldukları işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; lakin İslâm'a girdikten sonra ortaya çıkan sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre çözüme kavuşturulur. Mesela, kendi aralarında caiz ve fakat İslâm'a göre caiz olmayan bir nikah yapmış bulunsalar, bu nikah geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir iken süt kardeşiyle nikahlanmış ve onunla yatmış ise, bu nikah eskiye göre muteber ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat İslâm'a girdikten sonra onda devam olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte ibaresi yalnızca ribayı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delaleti bakımından birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi, Veda Haccı Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna da delalet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm'a göre fasit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Zira biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş ribâların iptalini fiilen ilan eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait akitlerin uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı. Demek ki, bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış olan sözleşmeler, orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış olanlar iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fasit kısım, yani İslâm hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani fethin hükmü, daha öncesine şamil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu sonuçları alabiliriz: Evvela şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi, sadece Veda Haccı'ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için, onu inkar edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene savaş açmanın faraz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi, dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilan etmek değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey müminler Allah'dan korkun!" diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye buyurulmamıştır. Müminlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a aittir. Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, İslâm uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği halde, İslâm'ın zimmetini kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ yememek ve ribâ yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını bildirmek üzere onlara söz vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz veya Allah ve Resulünden harb açılacağını bilmiş olunuz." diye yazarak bu âyetin içerdiği hükmü tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet ehlinin sözleşmesi, hukuk açısından müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibadet ile yükümlü değil, fakat muamelat ile yükümlüdür.

Velhasıl dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve dinden çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar, her iki şekilde de Allah'ın ve Resulünün harbine muhatap olmuş olurlar. Fakat tevbe edenlerin de ana paraları, eksik ve fazla olmadan aynen korunur. Şu kadar ki, bunun hemen ödenip ödenmiyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına bağlıdır.

280- Ve eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak gerekir. Ve bu gibi borcunu ödeyemiyecek borçlulara alacağınızı sadaka edip bağışlamanız, sizin için onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer bilirseniz böyle yaparsınız. Bu âyetin hükmü, delaleti ve kapsamı açısından her çeşit borç için geçerlidir. Hükmü bütün borçlara şamildir. Bu husus da borçlanmayla ilgili hükümler arasında temel hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun gerçekten sıkıntı içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.

281-Ey iman ehli! Bunları yapınız ve öyle bir günden korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz, yahut döneceksiniz. Sonra herkese kazandığı aynen ödenecek. Ve onlar zulüm görmüş de olmayacaklar. Onlar kıyamette ebedî cezaya ve azaba uğrasalar da asla zulüm görmüş olmayacaklar, çünkü kendi kazançları neyse onu almış olacaklar.

Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki, bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'in en son nazil olan âyetidir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, hac farizasını ifa ettiği zaman "kelâle" âyeti, yani "Sana soruyorlar, de ki, Allah size kelâle hakkında hüküm bildiriyor..." (Nisa, 4/176) âyeti nazil olmuştu. Sonra Arafat'ta vakfede iken "İşte bugün size dininizi ikmal ettim..." (Maide, 5/3) âyeti nazil oldu. Sonra da işte bu âyeti nazil oldu. Ve Cebrail Aleyhisselâm "Ya Muhammed! Bunu Bakara'dan ikiyüz sekseninci âyetin başına koy." dedi. Ve bu âyetten sonra Resulullah seksenbir gün yaşadı ki, yirmi yirmibir gün veya yedi gün, yahut sadece üç saat yaşadığı da söylenmiştir.

İyi veya kötü amellere ileride verilecek ecir veya ceza, sahiplerinin kendi kazancı olmak üzere Allah katında defterlerine geçirilecek bir karşılık, bir yükümlülük derecesinde bulunduğundan son nazil olan bu âyetin, ölümü veya kıyamet gününü ihtar ederek nazil olması çok anlamlıdır. Ayrıca özellikle ribâ konusunu izleyerek borçlanmayla ilgili hükümlerin arasında yer almış olması da çok açık seçik ve anlamlı bir uyarıdır.

İnfak ile ilgili hükümler, kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla ilgili hükümlere, bu da borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her şeyden önce yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir özellik olduğundan, Cenab-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak ve nihayet en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindarlık ve takva duygusuna bağlamış ve fakat takva duygusunun helal kazanca engel olacak olumsuz bir yöne sapmaması için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı belgelere bağlanmasını ve nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı sayılabilecek açık belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:

Meâl-i Şerifi

282- Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit onu yazın. Hem aranızda doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri yazsın. Yazı bilen biri, Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Bir de hak kendi üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri yazarken Rabbi olan Allah'dan korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu bir bunak veya küçük bir çocuk veya söyleyip yazdıramıyacak durumda biri ise velisi doğrusunu söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan iki kişiyi şahit de yapın. Şayet iki tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şahitlerden bir erkekle iki kadın ki, birisi unutunca, öbürü hatırlatsın, şahitler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da az olmuş, çok olmuş, onu vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun olduğu gibi; hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım satım yaptığınız vakit de yine şahit tutun. Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz, o işte mutlaka size dokunacak bir günah olur. Üstelik Allah'dan korkun. Allah size ayrıntılarıyla öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147