Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #53  
Alt 03.07.18, 13:20
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Aslında çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar altında itibarî bir güzellik kazanır. Bundan dolayı ilk başlayanın fiili, gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf zarar olduğu halde, onun tepkisi demek olan karşısındakine bir hak vermiş olur. Böyle olabilmesi ise benzeri olma şartına bağlıdır. Benzerine riayet mümkün olmayan hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli şeyler birbirine takas edilmez. Hukukun derecelerine uymak gerekir. Mesela: gasbedilen bir şey mevcud ise aynen alınır. Misliyat (aynı şeyler)tan ise, aynı cinsten misli ile; değil ise malî misli olan kıymeti ile ödettirilir.

Kısaca meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık vermek değil, ayniyle karşılık vermektir. Misle riayet edilmeyince, doğrudan bir zarar meydana getirilmiş ve zarara zarar ile karşılık verilmiş olur. Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar vermek caiz değil, zarara zararla karşılık vermek de caiz değildir." Fakat zararı ortadan kaldırmak lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek ortadan kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek olan kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık yapılmaması ve hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da delil getirilmiştir.

İşte aynı ile olması şart koşulan, "Hürmetler, hürmetlere kısastır." genel kaidesi gereğince, haram ay da aynı haram aya takas edilir. Düşmanlar, geçen Hudeybiye senesi Zilkâde ayında müslümanlara taş ve ok atarak savaşa kalkışmakla bu haram ayın hürmetini çiğnediler. Bu sene de bunu bahane ederek antlaşma hükmünün yürütülmesine engel olacakları zannında bulunuyorlar. Siz de buna aynıyla karşılık vererek aynı Zilkâde ayında savaştan sakınmazsınız. Hasen'den rivayet edildiğine göre, Arab müşrikleri Hz. Peygamber'e: "Haram ayda savaşı yasaklasan!" demişler. "Pek iyi!" buyurmuş. Müşrikler, bunu fırsat bilip, haram ay içinde sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar. Bunun üzerine bu âyet inmiştir.

Fakat İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre Kureyş, Hudeybiye senesi Resulullah'ı ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde ayında, haram belde olan Mekke'den geri çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi yıl yine Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu, geçen Hudeybiye senesi meydana gelen men ve engellemeye takas etti. Nüzul sebebi de bu oldu ki birincisine göre âyet, Mekke'ye girmeden önce inmiş olup görünürde emir ve inşa ve zımnen (kapalı şekilde) geleceğe ait vaad ve haberdir. İkinciye göre de girdikten sonra inmiş ve müşriklere: "İşte bu geçen senekine kısastır." diye açıkça ihbarı (haber vermeyi) ve bununla beraber haram ayda doğrudan başlama şeklinde olmaması şartıyla savaşı mübah kılma emrini içine almış bulunmaktadır. Âyetin gelişi birincisine daha uygundur. Her halde bu âyetler, "kaza umresi yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında Kâbe ziyareti esnasında inmiştir. Ancak daha sonra "haram ay âdeti" mutlak olarak neshedilmiş olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve ilk olarak harp ilanına izin vermeyen hükmü, berâe" âyetleriyle kaldırılmıştır. Bunda ittifak vardır. Bundan başka ayniyle karşılık verme hakkındaki genel hükümleri ise ittifakla bakîdir.

Bunları yapınız, kendinizi koruyunuz, ve biliniz ki, her halde Allah, korunanlarla beraberdir. Ayniyle karşılık vermek caiz ise de kayıtsız olarak korunmanın gereklerinden değildir. Tatbikinde aynını geçmemek için iyi dikkat ediniz, Allah'tan korkunuz ve en iyi şekil hangisi ise onu yapınız ve her halde korununuz, müttakî olunuz, korunma âyetlerini unutmayınız. Bundan anlaşılıyor ki: "Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti mutlak değildir. Sabır, sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre dereceleri vardır. Meydana gelmiş musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı sabrın farkı vardır. Defedilip kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat gösterilecek hususlar vardır. Korunurken de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş zamanlarında ve savaş anında sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin kapsamı unutulmamalıdır. Evlere kapılarından girilmelidir. Şu da hatırda tutulmalıdır ki, harp ve çarpışma denilen şey, parasız ve malsız olmaz, masraf da ister.

195-Bunun için: Allah yolunda infak da yapın. Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere vergi, yardım verin. Fakat yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi kendinizi tehlikeye de bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının, insanları, esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini, bu tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla mümkün olacağını unutmayın.

Bu âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir. Tirmizi ve Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki: "Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye yani İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu askerler arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati: 'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî: 'Ey müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah Peygamberine yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve cihadı terketmemizdir.' demiştir. Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid olup, İstanbul'da defnolunmuştur."

Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. İbnü Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu da rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş, "Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak" demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini söylediği cemaatin görüşü de bu idi.

"Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu mânâların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına şamil olması da caizdir. Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur..."

Bu yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Ce-nab-ı Allah, Resulullah'ın ashabını bununla övmüştür: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe, 9/111). Yine: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169) buyurmuştur. Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir. Bundan dolayı sırf huzura düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından da tehlike bulunabilir. O da düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir müslümanı yok edecek olan husustur.

Müslümanlara faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve kendini öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir tehlike zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp, cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o şerefli makamı göstermiştir. Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi de işaret ile hatırlatılmıştır.

Ey müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin, yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah hep iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın ve herhangi bir kötülüğü, en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha güzeli mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası kötülük ise de, "Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96) emri gereğince kötülüğü de en güzel şekilde savın. Harbi de en güzel sebep, en güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda yapın. Yapın da:

Meâl-i Şerifi

196- Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Bununla beraber bu kurban, kesileceği yere varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olana veya başından bir rahatsızlığı bulunana tıraş için oruç veya sadaka yahut da kurbandan ibaret bir fidye gerekir. Engellemeden kurtulduğunuz zaman da her kim hacca kadar umre ile sevab kazanmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban gerekir. Bunu bulamayana ise üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde ki tam on gün oruç tutması lazım gelir. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'ın azabı gerçekten çok şiddetlidir.

196-Bu âyet de kendisinden önceki kısım gibi kaza umresi yılı denilen, hicretin yedinci yılında nazil olmuştur.

HACC: "Hâ"nın fethası ve kesresiyle önceden de zikredildiği üzere sözlükte kastetmek demektir. Fakat mutlak kasıt değil, büyük ve önemli bir şeyi kastetmektir. Dînen: Tahsis edilen bir zamanda, tahsis edilen bir yeri özel bir şekilde ziyarettir ki hac niyetiyle, tahsis edilen yer ve zamanda ihrama girip, Arafat'ta vakfe, sonra Kâbe'yi ziyaret tavafından ibaret olan mahsus (özel) fiillerdir. İhram, vakfe, tavaf, bu üç fiil, gerek farz ve gerek nafile haccın farzlarıdır. İhram şart, vakfe ve tavaf da rükündür. Tahsis edilen yer ve zaman da şartın şartı olan şartlar cümlesindendir. Buna göre haccın şartları, rükünleri ve bunlardan başka vacibleri, sünnetleri, müstehabları, yasakları vardır. Şöyle ki:

A) Rükünleri: Vakfe ve tavaftır.

B) Şartları: Sahih olmasının şartı ve vücûbunun şartı olmak üzere iki çeşittir:

1- Sahih olmasının şartı: Müslüman olmak, niyet ile ihram, tahsis edilen yer ve zamandır. Hac aylarından önce hiç biri sahih olmaz.

2- Vacib olmasının şartı: Bu da ikidir:

a- Vacib olmasının kendi şartıdır ki İslâm, hürriyet, akıl, büluğ, hacca gitme gücü, vakit, İslâm yurdunda bulunmak veya düşman yurdunda ise haccın farz oluşunu bilmiş olmaktır.

b- Edasının vacib oluşunun şartıdır ki vücut sağlığı, hissî engeller bulunmaması, yol güvenliği, kadın hakkında iddet bekleme durumu olmaması, kocası veya bir mahreminin, yanında beraber bulunmasıdır.

C) Vâcibleri:

1- İhramı mîkattan veya bir sakıncası yoksa daha önceden giymek,

2- Arafat'ta vakfeyi, güneşin batışına kadar uzatmak,

3- Müzdelife'de de vakfe yapmak,

4- Safâ ile Merve arasında yedi şavt sa'y etmek,

5- Sa'yi, ona hazırlık olan bir tavaftan sonra yapmak.

6- Tahsis edilmiş olan yerde taş atmak,

7- Halk veya taksîr, yani başını kazıtmak veya saçlarını kısaltmak,

8- Mekke'ye dışardan gelenler için "tavaf-ı sader" denilen veda tavafı yapmak,

9- Tavafa Hacer'ül-Esved'den başlamak,

10- Tavafı sağdan yapmak,

11- Özrü yoksa tavafta yürümek,

12- Tavafta, cünüblükten ve abdestsizlikten temizlenmiş olarak bulunmak,

13- Avret yerlerini örtmek,

14- Tavafın yedi şavtından son üçünü yapmak (ilk dördü farzdır).

15- Sa'ye Safâ'dan başlamak,

16- Kıran ve temettu' haccı yapanlar için kurban kesmek,

17- Her yedi tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak.

18- Şeytan taşlama ile tıraş olma arasındaki tertibe riayet etmek.

19- Kurban kesme günlerinde kurban kesmek.

20- Tıraşı yerinde ve zamanında olmak.

21- Ziyaret tavafını, kurban bayramının ilk üç gününde yapmak. Bu vâciblerden biri terk edilirse kurban kesmek gerekir.

D) Sünnetleri:

1- Kudûm tavafı yapmak, yani Mekke'ye girince Kâbe'yi tavaf etmek.

2- Kudûm tavafında veya farz tavafta "remel" yapmak, yani tavafın üç şavtında -devrinde- harp meydanında savaşa çıkmış pehlivan gibi omuzlarını titreterek yürümek.

3- Safâ ile Merve arasındaki iki yeşil direk arasında koşmak.

4- Tahsis edilen günlerde geceleyin Mina'da yatmak.

5- Mina'dan Arafat'a güneş doğduktan sonra, Müzdelife'den Mina'ya da güneş doğmadan önce hareket etmek.

Bunlardan başka daha birtakım hususlar ki müstehabları ve edepleri ile beraber tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.

E) Haccın Yasakları: Bu da iki çeşittir:

1- Şahsın kendinde yapmaktan men edildiği şeylerdir ki cinsi münasebet, saç ve kıl kesmek, tırnak kesmek, koku sürünmek, başını ve yüzünü örtmek, dikişli bir şey giymektir.

2- Başkasına yapmaktan men edildiği şeylerdir ki birisini tıraş etmek; gerek Harem ve gerekse Hıll bölgesinde av yapmaktır.

İhramdan çıkıncaya kadar bunların hiç biri yapılamaz, yapılırsa ceza lazım gelir. Gerçi Haremin ağacını kesmek dahi yasak ise de bu yasaklık, hacca ve ihrama mahsus değildir. Şâfiî mezhebinde Safâ ile Merve arasında sa'y ve bir görüşe göre tıraş veya saçları kısaltmak da haccın farzlarından ve hatta rükünlerindendir.

Haccın şer'î sebebi Beytullah'tır. Çünkü hac, ona muzaf olur da "Beytin haccı" denir. Beyt ise bir olup tekrar edilmediğinden hac, müslümana ömründe bir kere fevren, yani ilk imkan senesinde farz olur. Sonraya bırakma yoluyla farz olup acele edilmesinin daha faziletli olduğu da rivayet edilmiştir. Bu âyetlerin nâzil olduğu kaza umresi yılında Peygamber efendimiz, Zilkâdede umre suretiyle Kâbe'yi ziyaret etmiş ve bir yıl önce müşriklerin engellemeleriyle tamamlayamadığı umreyi bu şekilde kaza ettikten sonra antlaşmaya göre üç günden fazla Mekke'de kalamayacaklarından hacdan önce geri dönmüştü.

Ertesi yıl, hicretin sekizinci yılında Hudeybiye antlaşmasının müşrikler tarafından bozulmasından dolayı, Ramazan-ı Şerifte hareket edilmiş ve Ramazanın son on gününde Mekke fethedilmiş; Şevval içinde Huneyn savaşı, Taif kuşatması yapılmış, Resulullah, yine bir umre yaparak hac vaktinden önce Medine'ye dönmüştür. O sene Mekke'de vali bırakılan Attab b. Üseyd, Arab geleneğine göre insanlara hac yaptırmıştı. Daha ertesi hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) Hz. Peygamber tarafından hac emiri tayin buyurulmuş, ilk olarak bu yıl İslâmî hac yerine getirilmişti. Bundan sonra Beyt-i Şerif'in (Kâbe'nin) çıplak olarak tavaf edilmemesi ve müşriklere hac yaptırılmaması ilan olunmuş ve nihayet hicretin onuncu yılında bizzat Resulullah, ilk ve son olarak haccı eda etmiş ve hac ibadetini tamamen öğretmişti... Bu seneye "Haccetü'l-vedâ" denilmiş ve ertesi yıl Peygamberimiz vefat etmiştir. Bundan dolayı Resulullah'ın yaptığı bu son haccın, farzı eda için olduğunda şüphe yok ise de öncekilerin farz olduğu sabit değildir. Bu, "Hac ve umreyi Allah için tamam yapın." (Bakara, 2/196) emri, haccın aslının farz olduğunu kesin olarak ifade etmeyip, başlanmış olan herhangi bir hac ve umrenin tamamlanmasının vacib olduğunu ifade ettiğine göre hac, daha sonra: "Yoluna gücü yeten her kimsenin, o beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) delili ile farz kılınmış ve Peygamber tarafından da ilk imkân senesinde ertelenmeden yerine getirilmiştir.

Bununla beraber haccın daha önce bu âyetlerle kaza umresi senesinde farz kılınmış olması düşünülmekte ve bu takdirde Peygamber tarafından gecikmeli olarak eda edilmiş olması da muhtemel bulunduğundan haccın farz oluşunun fevrî (tehirsiz) olup olmaması imamlar arasında ihtilaflıdır. İmam-ı Azam'dan iki rivayet vardır. Birini İmam Ebu Yusuf, diğerini İmam Muhammed tercih etmiştir. Daha sahih olanı, Ebu Yusuf rivayeti olan fevrîdir. İmam Mâlik'ten tercih edilen rivayet ise İmam Muhammed gibi sonraya bırakmadır.

Haccın hikmetine gelince, bunun, dini ve dünyevi birçok faydayı kapsadığı her türlü şüpheden uzaktır. Bu cümleden olarak kıble işinde açıklanan, "Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi bir araya getirecektir." (Bakara, 2/148) ifadesinin yüce kapsamındaki sosyal birliği fiilen tecelli ettirecek olan en büyük ve en geniş bir kulluk nişanesidir ki bunun şümûlünün genişliğini, yer küresi üzerindeki hiçbir yerde bulmak mümkün değildir. Zira Kâbe-i muazzama kadar kutsallığı eski olan hiçbir tevhid mabedi yoktur. Kâbe'nin, İbrahim milletiyle ilgisi, bütün semavî dinlerce kabul edilmiş; hatta Hz. Adem'e kadar ulaştığı da rivayet edilegelmiştir.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147