Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #51  
Alt 03.07.18, 13:19
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,940
Etiketlendiği Mesaj: 896 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Şimdi ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine, "yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin, fakat:

Meâl-i Şerifi

188- Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.

188-Bu âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler. Ancak bunu hakkiyle tatbik edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye ettirecek ibadetlerin kıymetini bilmek ve onu güzel bir şekilde eda edip "nefs-i mutmainne" makamını elde etmekle mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç âyetlerini takib etmiştir. Şöyle ki:

Ey müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir şekilde (meşru bir sebep olmaksızın) yemeyin.

Bir malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden dolayıdır.

Birinci kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya hayvanlardandır. Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı olma yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı, sağlığı veya aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar, zehirler; sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi dışında kullanılan ilaçlar; aklı yok edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar yenen ve yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile kesilmedikçe helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değildir. Hayvanın işkembesinde bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh kitaplarındadır.

İkinci kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır. Şimdi bir malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme gibi. Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya karşılıklı rıza ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır, ganimetler gibi. Yahut da alanın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı alınır, zekat vermekten kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi. Karşılıklı rıza ile alınan da ya bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret gibi. Yahut da karşılıksız olarak alınır, hibe ve vasiyet gibi. Böylece kazanma ve elde etme için altı kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh kitaplarındadır.

Düşününüz, Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten Allah'ın emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını haksız olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara yaraşan daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların mallarından bir kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla hakimlere, hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere, hükümetlere bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.

Muamelelerinizde birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve gerek birbirinizi yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle ikna ve bağlamaya uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede lehinize hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı sanmamalısınız, hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve hükümeti, yeme yeri sayarak halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan sakınırsanız; hükümetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler hakkiyle görülür. Allah'ın kullarının işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed çekilir, bunun sonucunda siz mutlu bir hayat yaşarsınız.

BATIL: Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı "batıl sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın, itibara değer meşru bir sebep olmaksızın demek olur.

Haksız yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan sakınmanın, dinî terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini takib etmesinden anlaşılır.

Rivayet edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer dava etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber (s.a.v.): "Gerçek şu ki, Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminlerini az bir para karşılığı satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca İmrü'l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti. Bunun üzerine, işte bu, "yemeyiniz" âyeti nazil oldu.

Bir de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi. "Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana muhakeme için geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini diğerinden eksik ifade eder. Ben de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş parçasını hüküm vermiş olurum.' Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve her biri: 'Benim hakkım arkadaşımın olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız. ondan sonra da birbirinizle helâlleşiniz' buyurdu. "

Yukarıda kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış bulunduğundan haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi orucun farzından sonra İslâm binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme sırası gelmiş ise de, bu hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve bunların vakit ve zaman ile de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman ölçüsü tayini, hikmet ve menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın görülmesi meselesi münasebetiyle bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden hazırlık olmak ve aynı zamanda başlı başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim öğütleri de içinde taşımak üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

189- Sana hilâllerden soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından gelin, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.

189-EHİLLE: Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın insanlara ilk göründüğü sıradaki hâlidir." Bu tariften anlaşılır ki hilâl kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır. Hatta görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan olunuyor. Zira bu maddenin mânâsının esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki "ay!.. sesi de buna uygundur. Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl denmez. Ayın başından iki gece hilâl adını alır. Çünkü ilk görünüşü bunlardan birinde olur. Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem demiştir ki: "Kamere, ayın başından iki gece, yine ayın sonundan da iki gece hilâl denir. Arasında da "kamer (ay)" adı verilir."

"Mevâkît" kelimesi, vakit maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe ayrılan müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli bir yer mânâsına da gelir ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz olmayan yerler demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat müşterek bir lafızdır. Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber; bunlara ulaşma, ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit alâmeti sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi müşterek olması da mümkündür.

Ey Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut soruyorlar. İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan bazıları: "Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b. Cebel ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?

Hilâl, iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da eksile eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.

Bundan başka yine rivayet olunuyor ki:

1- Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine kapısından girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.

2- Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel sokmazlar, bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer acil bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina sahibi olan mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar veya arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler ise çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini "iyilik" sayarlarmış.

3- Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının arkalarını delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı "humûs = kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sekif, Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları ihramlı oldukları zaman dinî işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler, tere yağı ve keş yemezlermiş.

Bir gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah ihramla harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona "Çekil!" denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen ihramlı olduğun halde kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da "Ey Allah'ın Resulü! Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin, ben de girdim." demiş. İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden biri bu âyetin inmesine sebep olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler de kaldırılmıştır. Bu soruya cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar için ve hac için mîkatlardır, vakit işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan işlerinin ve özellikle haccın vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ: "Allah aya menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (Yunus, 10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece alâmetini giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden lütuf talep edesiniz, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ, 17/12) âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.

Açıklaması:

Aylarla zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde insanlara birtakım faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da dünyaya aittir.

Dinî olanlar:

1- "O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).

2- Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).

3- a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler." (Bakara, 2/234).

b) Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç aydır." (Talâk, 65/4).

4- Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.

Dünyaya ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme müddeti ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin bölümleri olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat olduğunda şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın değişiklikleri, yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan vakit hesabına daha çok elverişli ve halk için kolaydır. Ay yaratılış itibariyle başlı başına bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme görülmediğinden dolayı yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar üzerindeki hareketleri gizli işlerden olmakla ay denmesine münasip olmayacağı gibi, güneş yılında ay, açık bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre itibarî ve gizli bir ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de bu ölçünün yaratılışa uygunluğundan dolayıdır. Nihayet ay, geceleri itibariyle gün hesaplarına da açık bir alâkaya sahiptir. Buna göre günlerin isimleri genellikle buna tatbik edilerek yedi olmuştur.

İşte insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit hesabı için böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında uydurma suretiyle de olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak, insanlara gerçekten çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.

Bunlardan başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök cisimlerinin de değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve birliğinin büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın, düşünürlerden başka en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan seçkin bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek ilâhî bir işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61). Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir." cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek için özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.

Bu soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı söyle, şunu da ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere arkalarından, sırtlarından gelmek değildir.

Bu ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet olmadığı gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir. İyilik sahibi, ancak Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü... çevirmeniz iyilik değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman edenlerin davranışlarıdır." ifadesinden "İşte takva sahipleri onlardır." (Bakara, 2/177) ifadesine kadar vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu cümleden olarak peygamberin arkasına düşerek bağın kapısından girip gölgelenen kimsedir. Bunu bilin. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun şekilde girişin, eksiklik etmeyin, bir soru sorarken de halinizi bilin, gereksiz şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir, çok anlamlı bir darb-ı mesel şeklinde kulağınıza küpe olsun da peygambere hilâlin değişmesinin astronomik sebebini sormaktan şimdi vazgeçin. Önce kavminizin cahiliye adeti olan şu aksiliğin ortadan kaldırılmasıyla kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini sorun. Kurtuluşa ermeniz için de Allah'tan korkun ve yukardaki takva özelliklerini kazanarak Allah'ın koruması altına girin ve şu emri dinleyin:

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147