Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #19  
Alt 03.07.18, 13:03
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez, hemen mahvolurlar. Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak, bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur. Ve hiçbir fenalığa düşmeden kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı, insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin) en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri tedavi eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile de tefsir olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî kastedilen şey, bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla beraber namazın bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını, ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder. Yüzünü kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar, Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet (görünürlüğ)e geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile bir mirac yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde nefisler, zahir (dış) ve batın (iç)larında kaybetmek üzere bulundukları intizamı yeniden temin ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur veya hafifletirler ve bütün bunlar ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan patlayacak dereceye gelen o fena nefisler kuvvetlerini, itimatlarını arttırırlar, sıkıntı zamanlarının kolaylıkla geçmesi için imkan bulurlar ve fazla olarak ayrıca bir saadet zevki, bir bahtiyarlık duyarlar, bir ruh kazanırlar ve bu sayede yalan dolan, karıştırma, hakkı gizleme, aldatma, aldanmak, düşmanlık, tecavüz gibi zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini kurtarırlar ve o yüzden gelecek çirkin menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda ilâhî yardımın büyük tecellilerine ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî ızdırabın esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir. Evet ama, bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? şüphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir, meleke (alışkanlık) olur.

46- o saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup Rabb'lerine kavuşacaklarını, Rabb'lerinin lika (karşılama)sına ereceklerini, ve her halde dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükafatını alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan ile olsun bilenlere, sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara ağır gelmezse, hiç şüphesiz yakîn sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez. "Zann"ın bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır. Burada bir hayli tefsir âlimleri bu mânâ ile te'vil etmişler ve bunda zan ile iman olamayacağı esasını ve "hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha hususi, özel) olması düşüncesini gözetmişlerdir. Halbuki zannı, yakîn ile te'vil etmektense, hâşiîni lügat mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na daha uygundur. Huşû "boyun eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile ilgili olabileceği gibi, galip zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip olduğunu ifade eder. Yarın gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı insan kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket edildiği takdirde bile, insana ağır gelemiyeceği açıklanınca, bunun yakîn ve iman ile hareket edildiği takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve hatta katıksız zevk olacağı öncelikle anlaşılır bu da âyetin sevkinin İsrailoğulları'na hitap olması itibariyle daha özgün ve daha faydalı olur. Burada diğer bir mânâ daha muhtemeldir ki onu da meâlde gösterdik.

Şimdi bir taraftan İsrailoğulları'nı nimeti yadetmekle İslâm'a davet eden bu hitabı kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer taraftan da geçmişte nail oldukları nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum oluşlarının sebeplerini anarak İslâm dinini kabul ettikleri takdirde o geçmişten daha şanlı bir geleceğe nail olabileceklerini ve aksi halde dehşetli bir korkutmaya maruz bulunduklarını ve bunların karşısında, düşük menfaatler arkasında dolaşmanın çok vahim (korkunç) olduğunu anlatmak için şöyle bir nida (çağrı), bir hitap daha yöneltiliyor ki, bu, bir taraftan kısaca bir özet, diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca anlatma) başlangıcıdır:

Meâl-i Şerifi

47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve vaktiyle sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

48- Ve öyle bir günden korunun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.

47- Ey İsrailoğulları, benim size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve özellikle şunu hatırlayın ki, ben sizi geçmişte (yani Musâ ve onun değişmeyen evlatları zamanında) bütün âlemlere üstün kılmıştım. Hepsinin üstüne çıkarmıştım, siz o zaman âlemin en yüksek milleti olmuştunuz. Hani onları ne yaptınız? Onları nasıl ele geçirmiştiniz ve niçin elden çıkardınız biliyor musunuz? Haydi düşünün, ne idiniz, ne oldunuz düşünün!..

48- Hem ilerde öyle bir günün hesap ve azabından sakının, korunun ki, o gün kimse, kimsenin adına bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden fidye de alınmaz, bunlara hiçbir taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse kimsenin başına gelecek azabı hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne kolaylıkla. Zorla def edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü ya bedava olacak, ya karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o kabul edilmez. Karşılığı da ya verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek yok veya başkasıyla vermektir, halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü vardır. O gelmeden bundan sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan korunmak mümkündür. Fakat geldikten sonra ahirette değil, o gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür. Çünkü: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur." (Furkan, 25/22) melekler görünüp olaylar başlayınca, o gün günahkârlar için bir müjdeye imkan kalmaz. Mu'tezile (mezhebinde olanlar) bu âyete dayanarak, ahirette buyük günah işlemiş olanlara şefaat edilmeyi reddetmişlerdir. Fakat burada şefaatin kabul olunmaması özellikle kâfirler hakkındadır. Ve hitap küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer âyetler gelecektir ve hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur. Yasaklanmış olan şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zanniyle peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki, o istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber kıyametin başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu değildir. Herkes kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.

Bu özetleme ve korkutma (veya sakındırma)dan sonra, o nimetler ve bunlara karşı İsrailoğulları'nın durumları gelecek şekilde açıklanıyor.

Birincisi:

Meâl-i Şerifi

49- (Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun ailesinden de kurtardık, (onlar) size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.

49-(Âyetin başındaki vav ), "nimeti hatırlayın" ifadesine mâtûf (bağlı)dur. Şu halde (ibarenin takdiri): "hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" demek olur. Burada "nimetimi hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" takdirini tercih edenler varsa da gelecekteki hatırlatmalar nimete ve ona karşı vaki olan durumları da kapsadığından, hatırlatmayı ıtlakı (genelliği) üzere bırakmak daha belağatlı olacaktır. Bu gibi hatırlatma ve ihtar yerlerinde biz "hani" deriz. "Hani" kelimesi gerçi esasen "nerede" mânâsına yerini sormak içindir. Bununla beraber, "hani o günler" gibi hasret çekme ve "hani hatırlarsın ya!" gibi mücerred (soyut) hatırlatma için de kullanılır ki, öncekinin gereğidir. Ve bu makamda kullanma meâl olarak uygun olabilir.

Ve hem o zamanı hatırlayın ki, hani sizi Firavun ailesinden tamamen kurtarmıştık. Çünkü o zaman kurtarılan yalnız dedeleriniz değil, onların dolayısıyle sizdiniz, bütün İsrailoğulları idi. Siz İsrailoğulları onların elinde ne halde idiniz? O Firavun ailesi size azabın kötüsünü peyliyor, canınıza kıyıyorlardı.

"Sevm = , mal peylemek, zulüm yüklemek, derde sokmak salmak, bir sîmâ vermek (yani dağlamak) mânâlarına gelir ki, her biriyle tefsir edilmiştir. Her halde bir suikast mânâsını ifade eder. Hikaye ediliyor ki, bunlar sınıf sınıf esir, amele gibi ayrılmış ağır yapı yapmakta, yıkmakta, dağlardan kayalar yontup taşlar taşımakta, kerpiç, kiremit pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha bunlar gibi ağır hizmetlerde çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş. Fakat bir çok tefsir âlimine göre buradaki kötü azab kendisinden sonra atf bulunmadığından şu cümlelerle açıklanmış olandır: oğullarınızı boğazlıyorlardı da kızlarınızı ve kadınlarınızı güya sağ bırakıyorlardı. Elbette bu bırakış da hayır için olmuyordu. O kızlar bu elemler (acılar) içinde büyüseler bile, oğlanlar kalmayınca, hepsi başkalarının elinde kalacak, neticede bütün nesil yok olacaktı. Diğer bir mânâ ile: Kadınların rahimler (döl yataklar)ini yokluyorlar, çocuk alıyorlardı. Üçüncü bir mânâ ile: Kadınlarınıza haya edilecek (utanılacak) şeyler yapıyorlardı. Birincisinde "istihya", "hayat" kelimesinden; ikinci ile üçüncüde "haya"dan gelmiştir. ve bu sırada Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan vardı. Azab ile imtihan, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için imtihan; necat (kurtuluş) ile deneme de kendi başına bir devlet ve millet oluşturarak, yeryüzündeki diğer devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşama imtihanıdır.

"Belâ = aslında tecrübe ve imtihan demektir. Fakat bu deneme, bazan hayır ve bazan şer ile olur. Ve çoğunlukla başlangıç şer ve sıkıntı mânâsını içine alır. Burada iki yön de vardır. Azab, bir bela ile imtihan; kurtuluş da bir hayır ile imtihandır.

Malumdur ki Fir'avn, Mısır'da Amalika hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna "ferâine" denilir. Nasıl ki Rum krallarının bazısına Kayser, bazısına Herakl (kral); Habeş krallarına Necaşî; Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına Kisrâ; Türkler'inkine Hâkân deniliyordu. Buradaki Firavun'ın ismi hakkında da çeşitli rivayetler vardır:

1- Velid b. Mus'ab (İbn İshak ve diğerleri)

2- Fantus (Mukâtil).

3- Mus'ab b. Reyyân.

4- Mugîs (bazı tefsir bilginleri).

5- Kabus (Ebu Hayyân), "Tarih-i Kâmil" de Kabus b. Mus'ab b. Muaviye diye göstermiş ve yerine kardeşi Velid'in geçtiğini de nakletmiştir. Bu isimler hep Arapça olduklarına göre, o zaman Mısır halen Araplar'ın elindeymiş demek olur. Ancak Fantus ismi diğerlerine benzemiyor ve böyle olması bazı genel tarih kitaplarına uygun düşüyor.

"Âl = " kelimesi "Ehl = "den alınmış ise de aralarında fark vardır. "Âl", başlıca şan ve şöhret sahiplerine söylenir. Âl-i Firavun, Firavun'un dininin ehli, kavmi ve bilhassa tâbileri ve köleleri. "Firavun'dan kurtarmıştık" denilmeyip de "Firavun ailesinden" buyurulmasında önemli bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun'sa da, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Firavun yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır.

Deniliyor ki bu şekilde İsrailoğulları'ndan öldürülen çocukların toplamı dokuzyüz doksan bine ulaşmıştı. Buna sebep de bunlardan doğacak bir çocuğun Firavun'un hükümetini yok edeceği hakkında kâhinlerin verdiği bir haber veya Firavun'un gördüğü bir rüya olduğu öteden beri nakledilir. Ne ibrettir ki, bu zulümler bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine beslettirilmiş, Hz. Musa olmuş ve yine Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna gücü yeten Cenab-ı Allah'ın o kadar masum (günahsız)un kesilmesine izin vermekte hikmeti ne idi? Buna Ebu's-Suûd, tefsirinde işaret ediyor. Fakat daha önce Muhyiddîn Arabî hazretleri "Füsûs"unda meâlen şöyle izah etmiştir: "Bu çocuklar hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini takviye (kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir. Çünkü bunların her biri Musa diye, Musa hesabına, hasılı Musa için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu çocukların hayatı ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait maksatlarla kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi devrindeki- fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye öldürülen bütün bu çocukların hayatları toplamı olacak ve Musa'nın hayatı bunların toplamına denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet Musa'nın olacak, Musa'da tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve öyle tertemiz büyüseler, toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet hasıl olacaksa Musa'nın ruhunun kuvveti ona denk olacaktı. Firavun'un başındaki orduya karşı, Musa, başlı başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen çocukların ruhları, Musa'nın ruhunun emri altında idi. İşte Allah Teâlâ onlardaki güçleri ve kuvveti toplamış, Hz. Musa'ya vermişti ve vermek için bunu yapmıştı. Bu da Hz. Musa'ya verilmiş bir ilâhî özelliktir ki, ondan önce peygamberlerden hiç birine nasip olmamıştı..."

İmam Râzî hazretleri der ki: "İnsanın başka bir el altında ve üzerinde istediği şekilde kullanılabilecek bir halde bulunması, özellikle bu hal içinde bir de ağır, zor, pis işlerde kullanılması azab şekillerinin en şiddetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna maruz kalanlar çoğunlukla ölümü temenni ederler. İşte Cenab-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan kurtulma nimetidir."

Demek oluyor ki, bu âyette önce hürriyet ve istiklal nimeti anılmış ve esirlik mahkumluğunun feciliği hatırlatılmıştır.

İkincisi:

Meâl-i Şerifi

50- Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık da Firavun'un adamlarını suda boğduk, siz de bakıp duruyordunuz.

50- ve hani sizinle -bölük bölük- denizi yarmıştık da sizi toptan kurtarmıştık. ve başınıza bela kesilmiş olan Firavun ile adamlarını suda boğmuştuk. siz de bakıp duruyordunuz. Gözlerinizin önünde olan bu olay, sizin için ne büyük nimet idi. Bu deniz Mısır'ın civarındaki denizlerden birisi ki, adına "İsaf" denilirmiş ve bugün ona "Bahr-i Kulzüm" adı veriliyor. Bizim "Şap Denizi" dediğimizin aslı "İsaf" denizi imiş. Bugün 'Kızıldeniz" adıyla anılmaktadır. "Kulzüm" şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir şehir imiş. Kulzüm esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona "Kulzüm Denizi" denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un adamlarıyla birlikte orada suda yutulmuş olmasından dolayıdır. Kâmus Şerhi'nde böyle naklediliyor. Bu âyette Firavun'un boğulması açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde asıl Firavun ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dahil edilmiş. İleride bu boğulmayı daha ziyade açıklayan âyetler gelecektir. "Sizinle yarmıştık" demek, yaran bizdik, siz de buna bir sebep, bir vasıta olmuştunuz demektir. "Sizin için" diye de tefsir edilmiştir. Şuna dikkat edilmek gerekir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, bu gibi olayların olduğu tarihleri değil, asıl taşıdıkları fevkalâde ibret noktalarını ve yüce yaratıcının kudretiyle ilgili yanlarını anlatmak ve hatırlatmak istiyor.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147