Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #16  
Alt 03.07.18, 13:02
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Rabbın meleklere bunları arzetti ve gösterdi de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz hilafet yeteneğinizi göstermekte sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade kendileriyle değil, isimleriyle de tanıtabileceklerini sorarak önce melekleri, aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu da anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri şeyleri, yeteneklerinin mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bilmeye ve bundan başka bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında da isimleriyle anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha fazla bir özellik ve meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin, diğer deyimle hakikate uygun konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi vardır. Bu olmadan hükümleri yerine getirmek mümkün değildir.

32-Bu imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana ya Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi bilen ve daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten sensin ve ancak sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular, tesbih (Allah'ın yüce ve münezzeh olduğunu ifade) ettiler.

SÜBHÂN, tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe başlangıcı olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim bilmiyorlarsa, o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı, demek olur. O halde bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit olur? Gerçekte esma (isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler ise, meleklerin bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır. Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri men' etmeyeceğinden kelam sıfatına engel olmaz ve bu şekilde meleklerin liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip, başka bir hikmetin meydana çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler ile olan ilâhî hitaplaşma (konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün başka olmak ve ilim sıfatı ile te'vil edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir. Önceki umum (genel) takdirinde bu zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı Âdem'in haber vermesiyle öğreneceklerdir. Burada Kelâm ilminin güç bir meselesine gelmiş oluyoruz. Şu kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü ve bir özel inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir alâmet ile naib (vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakikatin bizzat bir vechi vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır. Çünkü ismin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan şey demektir ve ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi de bir şey olmakla beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması bakımındandır. Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete liyakat, isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve Allah bunu başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. Ve işte beşerî ilimler, vekilliği olan bu kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait ilim ile, isme ve fikre ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki, Cenab-ı Allah ile meleklerin önceki konuşmaları hiçbir isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat hakikat vechi üzerinde vaki olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları, tesbihleri, takdis (kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir ki bununla, asıl kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark, açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri bulunabilirse de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri olmaz. Ve bunun için denilmiştir ki, melekler ancak nass (dinî delil) ile amel ederler. Beşer ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de açıktan yetenek iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik olarak görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söylediklerinde de hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri ile ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle hakkı ve doğruyu bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve delaletinde de ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile yalan söylenir. Sonra kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam ve vekalete ait suretler ile, karışmış olan fikre ve tasavvura ait suretler bizzat hak ilim yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı başlar. Halbuki Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına mazhar kılmış ve kendine isimleri öğrettikten sonra meleklerin karşısında yeteneğini isbat için bir de imtihan yapmıştır.

33-Melekler aczleri (güçsüzlükleri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve halifenin kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.

"Âdem" isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü) vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî, Ebu's-Suûd ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî bunun "azer" ve "a'zer" gibi İbranî dilinden olduğunu ileri sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla daha uygun olmuş olur. Arapça ise özel isimlik ve fiil vezninde olduğundan dolayı; Arapça olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir. Ve her iki takdirde bir cins ismi olmayıp, özel isim olduğu muhakkaktır. Âdem beşer, insan gibi cins ismi yerinde kullanılacak olursa çoğulu "avadim" gelir ve o zaman çoğulu gayr-i munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif (cer ve tenvini kabul eden) olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir ki, "âdemiyen" " (ferden min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu hariçte her cins ismi başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid (tek), çoğa -tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka İbranî ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulunduğu anlaşılıyor. Sâbiede isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla beraber Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle yad olunduğu da nakl ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de açıklamasına göre Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir" derler. Ve Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür. Fakat diğer tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde "mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." diye zikreder. En açığı, Adem isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması gerekecektir.

İşte Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve Âdem onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o arzolunan şeyleri isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere: "Ben size her halde ben semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim." buyurdu. Ve bununla önceki "ben sizin bilmediklerinizi bilirim" yüksek sözünün mânâsını genişletti ve açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl (kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır. Şu da anlaşılır ki, meleklere olan kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir. Lafza ve isme ait suretler değildir, yoksa icmali söyleyen tafsîli söylemiş olmazdı. Yukarda hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu şey) de genel değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk eden hilafetin sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkarmaktır ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve liyakatin sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî sanatını böyle sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona karşı hiçbir sebep ile yetenek ve hak etme davasına kalkmakta da hak yoktur. Çünkü o bir şey murad ederse böyle yeni sebepler yaratır ve neticesini de o suretle ihsan eder. Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile hak iddiasına kalkışmak mânâsız olur. Aslî ve hakiki sebep ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir. Görülüyor ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum cevap üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile beraber imtihandan geçirip, meleklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis göreviyle meşgul olması, bu yeni makama liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da göstermiş ve nihayet onları Adem'e boyun eğdirmek için hazırlamıştır.

Hasılı bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek ince bir üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan enfüsî (subjektif) ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî rububiyete bilgi temin edildikten sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca bir hatırlatmaya tabi tutulmuştur. Şöyle ki:

34- dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla ki biz meleklere: "Âdem'e secde ediniz." diye emrettik de İblis'den başkası derhal secde ettiler. O dayattı ve kibirlendi yahut melekler hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı ve kibirlenmek istedi. ve esasen kâfirlerden idi. Kehf sûresinde geleceği üzere aslı Cin denilen gizli yaratıklardan idi ki, bunların kâfirleri de vardır. Bu emir üzerine itaattan dışarı çıktı, kâfir oldu. Sonucun böyle olacağını da Allah Teâlâ ilâhî ilminde biliyordu. Bu itibarla kaderde, kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa İblis'in Âdem'e secde emrine kadar küfrü geçmemişti. "Rabb'inin emrinden (dışarı) çıktı." (Kehf, 18/50). Fakat Allah böyle bildiği için o kâfir olmadı, o kâfir olacağı için Allah onu öyle biliyordu ve öyle takdir etmiş idi. Hakikaten İblis kibirlenmek istedi. Nefsinde mümkün olduğu halde, itaati seçmedi ve o zaman bilfiil kâfir oldu. Şu halde kelimesi "idi" mânâsında değil, "oldu" mânâsına kullanılması da mümkündür. Görülüyor ki İblis, Allah'ı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmemesi dolayısıyle kâfir olmuş ve buna göre farz olan herhangi bir vazifeyi yapmayanın küfrüne hükmedenler bulunmuştur. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis'in küfrünün sebebi, yalnız emre itaat etmemesi değil, onu beğenmemesi "Ben ondan daha hayırlıyım." (Sa'd, 38/76) diye kibirlenerek kendi kıyasıyle tenkit etme (eleştirme)ye kalkışmasıdır. Ve akaid ve fıkıh kitaplarındaki tekfir (küfre nisbet etmen)in bir kısmı da bu esasa dayanmıştır. Bunda "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar." (Bakara, 2/27) âyetiyle yerilmesi vardır ve daha şiddetlidir.

Aslen lügatta "secde", son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki, "kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm (büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira önceki, ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için niyet şart ise de, secde olması için şart değildir. Bununla beraber dile ve şeriate ait her secdede bir alçalma, ta'zim ve itaat vardır. Bunun için Allah'dan başkasına secde etmek dinî bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve itaat etme olduğu cihetle, yalnız kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba meleklerin secdesi hangisidir? Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak gerekir ve melekler cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma" (vaz-ı cephe) mânâsı mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle bir fiilî tasdik halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı gösterme olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde (söz verme) bağlanmış demek olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat hilafete hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı bu secde Âdem'e bir ibadet değildir.

İşte insanlar böyle bir babanın evladıdır ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler. Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle kendi hesabına yaşamaya çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı ve yaşamak için kendi hükümlerini değil, Allah'ın hükümlerini, Allah'ın emirlerini, kanunlarını tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden ümitli olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden olmamalı, yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burada İblis'in dayatma ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve ilâhî emre boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin hukuku teslimden çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için sevk edildiği şey budur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri (Medine) etrafında bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi ve sıfatını biliyorlardı ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı. Böyleyken hased sebebiyle ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü Cerîr burada der ki: "Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek suretiyle İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu halde, din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İblis ile kâfirler arasında başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."

İblis ismini ilk tefsircilerden bazıları (iblâs) masdarından Arapça bir isim olarak göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli olma mânâlarına gelir. İblisi de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan ümidini kesmiş, taşlanmış, bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son derece ümitsiz demektir ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin hükümlerine tabi tutulmuş ve gayr-i münsarif (cer ve tenvin olmayan) olmuştur. Fakat böyle olması daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi A'cemî (Arapça olmaya

n)dır. Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu böyle söylemişlerdir. Bu secde kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur. Bundan da bu secdenin "Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki şarta bağlı emirle ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri şarta bağlı olarak yaratılmadan önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir var. Acaba secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı? Buradaki "secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu, diğeri de tesviye ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd "ceza fâ"sının takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden sonra ve sonuçlama emri ile ilgili yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce ve şarta bağlı emir ile yapıldığını ifade ediyor ve secdenin birkaç defa olduğunu kabul eder görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın tahakkuku üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi olduğudur. Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yaratması), isimlerin öğretiminden, imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin toplamından geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin tamamı cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri olması değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.

Başlaması değil, kemalidir. Şu halde yerindedir. "secde ediniz", onun sonuçlandırarak teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı, ruhun üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.

35-Burada İblis'in özellikle azarlanma macerası bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi, bilhassa Âdem'e ve Âdem oğullarına olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri hatırlatmaktır. Bu şekilde melekler ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan sonra, şimdi de takdirdeki o imtihan ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan macerası açıklanmak ve Âdem'in yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici olduğu hatırlatılmak için daki ya atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin (zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift" demek olan zevc, asıl Arapça'da çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye de söylenir. Demek ki, bu sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış bulunuyordu ki, bu da ayrıca ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah bunun açıklamasını da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde göreceğiz.

Acaba bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur. "Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılırdı. Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi. Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine devamlı oturmak için girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu halde "Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir. Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da aynı feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilecek olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.

Cenab-ı Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle beraber bu cennette otur. ve bundan bol bol yiyiniz nerede isterseniz orada yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız, bundan yemeye kalkışmayınız ki zalimlerden olursunuz.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147