Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Al-i imran Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #18  
Alt 03.07.18, 12:48
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

156-Şu halde Ey müminler, o küfredenler ve sefere çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri zaman kardeşleri için bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi, diyenler gibi olmayınız, kâfirlere benzemekten sakınınız, onların sefer ve savaşı, gerçekten ölüm sebebi kabul edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o telakki (kabullenme)yi kalblerinde büyük bir hasret kılması içindir. Yani o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza dek hasrette kalmasıdır. Bir kerre ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere bağlayanlar ve daha ilerisini düşünmeyenler için teselliye imkan yoktur. Artık olan olmuş ve "ah keşke göndermeseydik" diye hasret çekmekten başka bir şey kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından dolayı kendilerini ölüme sebep olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek) pişmanlıktan başka bir şey düşmez. İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten yılmaya ve onların büyük faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına uğrayıp her felakete baş eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir. Halbuki hayatı da, ölümü de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde de öldürür, hazarda da; harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar vardır ki, büyük büyük kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler. Nice savaşa gidenler vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince kimse ölmez, hem de Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere benzememelidirler.

157- Şayet Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir mağfiret (affetme) ve rahmet herhalde o kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları şeylerden hayırlıdır.

158- Başkasına değil, ancak Allah'a haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız, mükafatınızı ve cezanızı ondan alacaksınız.

Müminlere vaki olan bu hatırlatmadan sonra Resulullah'ın şanına, haklarına ve görevlerine ilişkin olarak hitap renklendirilerek şu ayet irad buyuruluyor:

159- Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve işde onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever.
"Müşavere", şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı (kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ (işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy vermek mânâsına gelir. Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak (türeme) bakımından iş bu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak mânâsından alınmıştır.

"Afv" ve "istiğfar" emirlerinden olan "İşte onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati çeken bir takım nükteler ve hikmetler vardır:

1- Peygamber'in onlarla müşaveresi, şanlarının yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül edilmemesi ise bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir. Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu açıdan Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir.

2- (Âl-i imran, 3/79), (Âl-i İmran, 3/104), (Âl-i İmran, 3/110) emirleri işaretince Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz. Muhammed'in müşavere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük bir cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin (alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşaveresi bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.

3- Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşavere etmişti. Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber onlarla müşavereyi terk ederse, o müşavereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra müşavere emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşavere hususunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış olsun.

4- Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy müşavereye sokulmuş olduğu halde, müşavere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu işten birşey olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde "onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi ve müşaverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın görevi, yalnız kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli fırkaların çarpışması, batması gerekli olur.

İşbu müşavere emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin ihtilafı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşavere etmesi caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin "elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir. Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir. Delillerin gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Resulullah'ın din içinde ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz görmeyenler, müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Resulullah vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) diye basiret kullanmak ile istibar (ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi olan, akıl ve zekası herkesin üstünde bulunan Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı açıktır. Şu halde Resulullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı için, vahyin gelmesinin dışında müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet edilmiştir ki işbu indiği zaman Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i şerifte de: "Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur." buyurulmuştur.

Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen "veşâvirhüm" (onlarla müşavere et) emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (Şûrâ, 42/38) buyurulmuştur.

160-161-Bu noktada Resulullah'a hitabdan müminlere sözü çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer Allah size yardım ederse size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size yardım edecek olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı sırasında bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci fırkanın misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan bırakmamıştır. Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde Allah'ın yardımsız bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış olduğundan, bu da ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek olmuştur. Şu halde müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona dayansınlar.

İmam Fahruddin Râzî der ki: "Tevekkül bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri, tevekküle engel olurdu. Tevekkül insanın zahirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ'nın, korumasına dayanması demektir..." Okçular, merkezi terkedip ganimete koşmalarına sebep olarak, "Resulullah herkesin aldığı kendisinin olsun der de ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir'de taksim etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:

"Demek ki ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz." buyurmuştu. Bu sebeple Peygamber'in şânını tenzih ve hainliğin Allah'ın gazabını çeken büyük bir günah olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için şu âyetler inmiştir: . Gulûl = ", ganimet malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet etmektir ki, genelde devlet mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu türdendir. Resulullah, gulûl (hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu konuda bir çok hadisi şerif vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden uzak olarak ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği, iğneyi de eda ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş) büyük ayıptır. " buyurulmuştur.

162- Şimdi Peygamber gibi Allah'ın rızası ardında giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap (kızgınlık) ile dönen ve varacağı yer cehennem olan haine benzer mi? O cehennem ne fena varış yeridir. Hayır onlar eşit olamazlar.

163- O sevilen gurup ile o istenmeyen gurup Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri cennette, biri cehennemdedir ve Allah onların amellerinin derecelerini bilir, ona göre sevap ve ceza verir.

Şimdi bu sevilen gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

164- Andolsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.

165- (Bedir'de düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu nereden" dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.

166-167- İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya geçiniz." denilmişti. Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik arkanızdan gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini daha iyi bilendir.

168- Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi" dediler. Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırınız".

169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.

170- Allah'ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.

171- Onlar, Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

172- Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.

173- İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir".

174- Bunun üzerine kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.

175- (Size o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.

176- Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.

177- İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır.

178- Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

179- Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat vardır.

180- Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

164- "Andolsun ki Allah, müminlere, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan müminlere ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini okur, ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. Onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır (kemale erdirir), onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. Kitap, şeriatin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

O cahiliyyet ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi. Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan müminlere gevşeklik yakışır mı?

165-Bu böyle iken sizin iki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, (yani sizin musibetiniz düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen musibet nereden?" dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu ölçü ile müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının yarısı kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete bakarak müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri, müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından, burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız. Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden olmak üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ yoktur. Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde kulların fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber; bundan insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil (bağımsız) olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin, Allah'ın kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice anlaşılması için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle sorunun cevabı şu şekilde açıklanıyor ki:

166-167-Ey müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da anlatmaktır.

Sözün kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147