Sana olan vahy, o peygamberlerde cereyan eden ve onları peygamber tanıtan vahylerin bütün türlerini içeren ve onların tamamının benzeridir. Şu halde seni onlardan ayırt etmek küfür ve inattan başka hiçbir şey değildir. Sen ilk gelen bir peygamber değilsin. Nuh'tan sana gelinceye kadar nice peygamberler gelmiştir. Ve bunların içinde kitap ehlinin doğruladıklarını iddia ettikleri birtakım meşhur peygamberler vardır ki, şimdi isimleri anılacaktır. Ve bunlar öyle hep semadan birer kitap indirmemişlerdir. Musa'nın levhaları mucizesi hepsinde olmamıştır. Ve peygamberliğin zorunlu gereksinimlerinden değildir. Peygamberliğin aslı, bir Allah vergisi olan özel vahiydir. Bütün peygamberler böyle ilâhî vahy ile peygamber olmuşlardır. Sana da bütün onlara vahyolunduğu gibi vahyedilmiştir ve sende onların hepsinin vahy şekli tecelli etmiş ve sana indirilen kitap bu şekilde indirilmiştir. Böyle iken o kitap ehlinin diğer peygamberleri tasdik ettiklerini iddia edip de seni onlardan ayırmaya kalkışmaları ve Allah'dan böyle bir vahy ile indirilen bir kitabı nebilik ve resullük için yeterli görmeyip de üzerlerine gökten bir kitap indirmeni istemeleri, yalnız sana inanmamak değil, hiçbir peygambere inanmamaktır, bu da Allah'a inanmamaktır.
Îhâ vahy göndermektir. İbnü Esîr'in Nihaye"de ve Süyutî'nin "Dürri Nesir"de zikrettikleri üzere vahy, lugatta risalet, kitabet (yazmak), işaret, ilham, gizli söz mânâlarına gelir. Ve kelimenin aslı, sürat mânâsınadır. Firuz Abadî'nin "Besair" de açıklamalarına göre vahy, asıl lugatte süratli işaret demektir. Bu mânâ, kâh remiz ve tariz (üstü kapalı söyleme) yoluyla söz ve kâh terkib (kompozisyon)den ayrılmış ses ve kâh organlardan biriyle işaret ve yazmakla olur. Nitekim "Onlara (Zekeriya), akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret etti." (Meryem, 19/11) İlâhî sözü bu mânâya gelir ki, remiz veya itibar veya kitabet (yazmak) denilmiştir. "İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar" (En'am, 6/112). Aynı şekilde "Şeytanlar, dostlarına fısıldarlar" (En'am, 6/121) âyetlerinde de vahy bu şekiller üzerinedir ki, "İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden" (Nas, 114/4) şerefli nazmında işaret olunan vesvese ile olur. Bir de vahy, Allah Teâlâ'nın peygamberlerine ve velilerine öğretilen ilâhî kelimeye denir. Bu da "Allah hiçbir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahy ile, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder" (Şûrâ, 42/51) ilâhî sözünün delalet ettiği üzere birkaç çeşittir ki, ya Cibril aleyhisselamın Hz. Peygamber'e belli şekilde tebliği gibi zatı görülür ve kelâm (söz)ı işitilir, görülen bir elçi aracılığıyla veya Hz. Musa'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi görmeksizin sözü duymakla veya "Rûhu'l-kudüs benim kalbime üfledi" nebevî hadisinde açıklandığı üzere samimi kalbe üflemekle veya "Musa'nın annesine o (çocuğu)nu emzir diye ilham ettik" (Kasas, 28/7) gibi ilham ile veya "Rabbin balarısına vahyeti" (Nahl, 16/68) gibi teshir (emre boyun eğdirme) ile veya rüyayı saliha (doğru rüya) ile olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) "Vahiy kesilmiş, yalnız hayırlı alâmetler kalmıştır ki, o da müminin rüyasıdır." buyurmuştur. Zikredilen âyette ilham, teshir, rüya ile; kelâmı duyması ile; Cibril'in tebliği de ile ifade olunmuştur. "Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine bir şey vahyedilmemiş iken bana da vahyolundu diyenden daha zalim kimdir?" (En'am, 6/93) âyetinde zikredilen, vahy çeşitlerinden hiçbiri olmadığı halde, "oldu" diye iddia edenler hakkındadır. Hasılı bir çok âyetlerde vahy bu çeşitli mânâlarda kullanılmıştır ki, bunların hepsinde süratli işaret mânâsı vardır. Zeccac vahyin lugat bakımından genel mânâsını, "gizli bir şekilde bildirmek" diye tarif etmiştir. Zira sürat, bir gizliliği de gerektirir. Şu halde kim olursa olsun diğerine gizli bir şekilde bilgi verir, bir ilim telkin ederse ona genel mânâsıyla bir vahy yapmış olur. İ'lâm, ilimden alındığına ve ilim ise çeşitli derecelere dayanmakla beraber hatayı içermiyeceğine göre, vahyin gizli yol olmakla beraber, muhakkak sonunda isabetli bir telkin ve işaret olması gerekir. Ve isabetsiz olanlarda kullanılması mecaz olur. Ancak gayesinin hayır olması şart değildir. Bunun için bir fesatçının gizliden gizliye bir fesat belletmesine ve şeytanların aldatmalarına da genel mânâsıyla vahy denilebilir. Şu halde gerçek mânâsıyla vahy denildiği zaman sürat, gizlilik mânâlarıyla beraber bir ilmî kıymet de istenir ki, bu ilmî değer, o i'lâm ve işareti yapanın hal ve şanına ve alanın irfan kabiliyetine göre çeşitli derecelerde tasavvur olunabilir.
Demek ki genelde vahyin, ilk iş olarak ikiye ayrılması gerekir ki, biri Allah'dan başkasından olan işaret ve i'lâm, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lâmdır. Vahy esas lugatta bunların hepsini içine almakta ise de, lugat örfünde ancak Allah tarafından olana işaret ve i'lâma isim olmuştur. Mutlak olarak vahy denildiği zaman da bu anlaşılır. Bunun da (Şûrâ, 42/51) âyetinden anlaşıldığı üzere çeşitli şekilleri ve bunların peygamberlere mahsus olup olmayanları da vardır. Şu halde genel mânâsıyla vahy, peygamberlere mahsus değildir. Fakat peygamberlere mahsus olan bir çeşit vahy vardır. Bu özel mânâsıyla peygamberlik vahyi, diğer beşerî ilimlerin üstünde özel bir keyfiyet ve kesin zorunluk ile gerçekliğinde şüphe olmayan bir ilim telkin eden hakkın tecellisinin özel ismidir. Şer'an (dinî yönden) vahy denildiği zaman da bu mânâ kastedilir. Vahyin diğer kısımları hem peygamberlerde, hem de diğerlerinde bulunabilir. Fakat tam mânâsıyla peygamberlik, hangi çeşitle olursa olsun hiç şaşmayan özel bir vahy ile başlar ve tecrübe ile ortaya çıkar. Vahyin diğer kısımları ise bunu istidlal ile mülahaza ve tasavvur edebilmek için yeterli bir sebep teşkil eder. Yani her vahy, ruhî bir hadisedir. Gerek açık duyular ve gerek gizli duyulardan kalbe gizli bir yol ile süratli bir anlayış telkin eden rûhanî bir iniştir. Eğer bu inişin, emin bir ruh ile olduğu tecrübeyle bilinirse, tam mânâsıyla vahy tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) ve o zat peygamberlik makamını kazanmış olur. Nitekim "Onu, Ruhu'l-Emin (Cebrail), senin kalbine, uyarıcılardan olman için indirdi" (Şuara, 26/193-194) buyurulmuştur. Fakat Emin Ruh ile olduğu belli olmaz, kâh isabet eder, kâh da etmezse, o ya hiç vahy değildir veya vahy olsa bile hak peygamberlik bahşeden tam ve özel vahy değildir. İşte burada buyurulmasında önce bu vahyin ilâhî vahy olduğuna ve ikinci olarak peygamberlere vahyin bu özel yüksekliğine işaret buyurulmuş ve üçüncü olarak Peygamber efendimizin bütün peygamberlerde cereyan eden vahy çeşitlerinden her türlüsüne mazhar bulunduğu da ifade edilmiştir.
Şimdi bunu daha çok açıklamak ve kitap ehlini cevap veremez duruma getirecek noktaları belirtmekle buyuruluyor ki: Ve biz Nuh'tan sonraki o peygamberler arasında özellikle, kitap ehlince de bilinen ve meşhur olan İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbat'a, yani Yakub'un çocuklarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik, ve bunlar arasında Davud'a bir Zebur da verdik. Vahyden başka bir kitap ile de ikram ettik. Halbuki kitap ehli genellikle itiraf ederler ki, bu sayılıp dökülen peygamberlerin hiçbiri onların istedikleri şekilde semadan bir defada bir kitap indirmediler. Gerçi Davud'a Zebur verildi, fakat bu da bir defada levhalar ile inmedi.
Bununla beraber bunların hepsi peygamberlerin meşhurlarıdırlar. Zebur kelimesi, Hamze kırâetinde 'nın ötrüsü ile şeklinde okunur ki "zübür" kelimesinin çoğuludur. "Zübür", aynı şekilde üstün ile "zebur", "mezbur" mânâsında "kitap" demektir. Kurtubi tefsirinde der ki: "Zebur yüz elli sûredir ve içinde hiç hüküm yoktur. Hepsi hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya hamdetmek, O'nu yüceltmek ve öğmekten ibarettir."
164-Tefsirciler diyorlar ki Hz. Nuh Allah tarafından kendi dilinden Allah'ın dinî hükümleri kanun yapılan peygamberlerin ilkidir. Ve ilk önce ümmeti azab edilen peygamber de odur. Bunun için önce o zikredilmiş, sonra bütün peygamberler özetlendikten sonra bazıları belirtilerek açıklanmış ve bunda ülü'l-azm peygamberlerin ilki bulunan Hz. İbrahim'den başlanıp, Hz. Nuh ile beraber on iki peygamber zikredilmiş ve Hz. Musa bunlar arasında sayılmayıp en sona bırakılmıştır. Çünkü bunların sayılmasından asıl maksat, kitabın inmesinde Hz. Musa gibi olmayan ve kitap ehlince kabul edilen meşhur peygamberleri bir arada göstermektir. Bununla beraber peygamberlerin bunlardan ibaret olmadığını açıklamak ve kısaltmasının açıklamasını tamamlamak ve aynı mânânın insanları Allah tarafından davete görevli olmak demek olan risalet (peygamberlik) mânâsıyla da cereyanını anlatmak için buyuruluyor ki: Bunlardan başka sana bundan önce haber verdiğimiz birtakım peygamberler ve sana haber vermediğimiz daha nice peygamberler de gönderdik. Şu halde Allah'ın vahyettiği peygamberler, gönderdiği resuller gerek burada ve gerek bundan önce isimleri, kıssaları bildirilmiş olan belli ve meşhur zatlardan ibaret zannedilmemelidir. İnsanlara daha bir çok peygamberler gönderilmiştir ki, bunların sayılarını, isimlerini, yerlerini, kavimlerini, kıssalarını ancak Allah bilir. Cenab-ı Allah bu izah ile de kâfirlerin takip ettikleri bazı şüpheleri de kesmiştir. Zamanımızda bazı kimselere rastlanıyor ki, bunlar güya peygamberler hakkında bir şüphe uyandırmak için devamlı şu soruyu soruyorlar: "Allah âlemlerin Rabbi değil mi? Acaba peygamberlerini niçin sayılı yerlerden ve sayılı kavimlerden seçmiş? Neden hep peygamberler arz-ı mukaddes (Filistin)den ve civarından çıkmış? Yeryüzünün diğer kıtalarındaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midirler? Çin'den, Japon'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan peygamber niçin gönderilmemiş?" diyorlar ve bununla felsefe adına dinlere bir itiraz ettikleri fikrinde bulunuyorlar. Halbuki böyle bir soru, esas itibariyle yaratılışta özel seçimi bilmemekten doğan ve hiçbir fikrî ve ilmî kıymeti olmayan boş bir sözden ibarettir. Böyle olduğunu göstermek için buna karşılık şunları sormak yeterlidir. Bütün dünyadaki insanlar Allah'ın yaratıkları değil midir? Niçin hepsini aynı seviyede yaratmamış, niçin hepsini peygamber yapmamış? Haydi yapmamış, ya niçin akıl ve dehada, güç ve kuvvette eşit yapmamış, niçin tarihte belli olan büyük filozoflar birkaç kavme tahsis edilmiş az şahıslar olmuştur? Niçin her toplumda büyükler sınırlı ve sayılı kimselerden ibaret bulunuyor? Niçin her kıtada, her memlekette, her toplumda kaşifler, fatihler çok olmuyor? Niçin her zamanda dünyanın siyaset nizamını bir bölge, bir millet tutuyor? Niçin mesela bu günkü Avrupa her yerden çok ilimlerin, fenlerin, medeniyet ve siyaset yapanların merkezi oluyor? Niçin ve niçin? Şu halde örnekleri pek çok olan bu gibi özellikler diğerleri hakkında garip görülmüyor da, en büyük bir ilâhî tahsis olan peygamberlik ve resullük hakkında niçin garip karşılanıyor?
Kur'ân daha önce bu gibi hatıraları "Gerçekten Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçkin kıldı." (Âl-i İmran, 3/33) âyetinde ilâhî iradeyi ve seçme kanununu göstererek halletmiş ve defetmişti. Bundan başka burada "Sana haber vermediğimiz nice resuller..." fıkrasıyla peygamberlerin malum olan kimselere mahsus olmadığını anlatarak, peygambrlerin arz-ı mukaddes (Filistin) ve civarına tahsis edilmiş az kişilerden ibaret olması hakkındaki varsayımın da katıksız yalan olduğunu anlatmış ve bununla meseleyi kökünden yok etmiştir. Bütün peygamberlerin adedi yüz yirmi dört bin veya bir milyon dört yüz yirmi dört bin olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu peygamber ve resullerin sayısı bilinmemektedir. Zira buyurulmuştur. Şüphe yok ki İslâm dininde bütün peygamberlere inanmak imanın esaslarından bulunduğu cihetle, bütün peygamberler bildirilmiş olsaydı müslümanların bunlara geniş bir şekilde inanmakla yükümlü olmaları gerekecek, bu da dinde büyük bir zorluk olacaktı. Şu halde ilâhî seçimin en yüksek mertebelerinde bulunan büyük peygamberlerin açıklanmasıyla yetinilmesinde icmâlî (kısaca) imanın yetmesi gibi büyük özel bir lütuf vardır.
Özetle isimleri, kıssaları bildirilen veya bildirilmeyen daha birçok peygamberler gönderildi. ve bütün bunlar arasında Allah Teâlâ Musa'ya perde arkasından, yani "Sen beni asla göremeyeceksin" (Âr'af, 7/143) mânâsı üzere kendini göstermeden, gerçekten kelâm ile söyledi ki böyle vasıtasız Allah ile konuşma vahy mertebelerinin sonuncusudur. Musa'ya verilen kitapta da bundan daha yüksek bir vahy şekli olmamıştır.
165-İşte ey Muhammed, Nuh'tan sana gelinceye kadar gönderilen peygamberlerin hepsine biz böyle çeşitli mertebelerde vahyettik, sana da onların tümüne yaptığımız gibi vahyin bütün çeşitleriyle vahyettik. Şimdi diğer peygamberler arasında Musa'nın, vahyin mertebelerinin sonuncusu olan Allah ile konuşmakta derinleşmesi, diğerlerinin peygamberliklerinin doğruluğu hususunda ne bir şüphe etmeyi gerektirmiş, ne de imanda ve peygamberliğin mahiyetinde ayrılmalarını zorunlu kılmıştır. Şu halde Tevrat'ın ona bir defada inmiş olması, her peygamber için de böyle olmasını neden gerektirsin? Ve ona öyle oldu diye kitap ehli her peygamberden o şekilde inmiş olan bir kitap isteme hakkını nereden almış? Sana böyle çeşitli vahiyler ile nebilik ve resullük verilmiş iken, hikmetlere ve maslahat (menfaat)lara göre peyderpey Kur'ân indirilip dururken bu ilâhî kitabı tanımayıp, gökten kitap istiyenler ve seni diğer peygamberlerden ayırmaya kalkışanlar artık küfür ve sapıklıktan başka bir şey yapmış olmazlar. Ve bu konuda kabule değer hiçbir mazeret de ortaya atamazlar. Çünkü biz bütün insanlara böyle müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak, yani iman ve itaat edenlere ahirette ecir ve sevab ile müjde vermek, küfür ve isyan edenlere cehennem azabını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderdik ki bu peygamberlerden sonra Allah'a karşı insanların mazeret göstermeye vesile olacak hiçbir delili, bir tutanağı olmasın. Azabı gördükleri zaman: "Ey Rabbim vaktiyle bize bunları bildirseydin hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tabi olsaydık ve bu felaketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; "Bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık" (Tâhâ, 20/134) diye mazeret göstermeye hakları kalmasın. Allah ezelden böyle aziz ve hakîmdir. Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Şu halde böyle mertebe mertebe pek çok peygamberler göndermiş olması ve o kitapların iniş şeklinde ve bazı şeriat ve hükümlerde birbirlerinin aynı olmaması sırf hikmetinden ve ümmetlerin durumlarının çeşitli tabakalar üzere bulunmasındandır. Çünkü ilâhî sorumlulukların dayanağı çeşitli durumlar ve kulların iyiliğidir. Allah Teâlâ yaratış hikmeti gereğince ümmetleri çeşitli ve farklı tavırlar ve hasletlerle yaratmış olduğu gibi, kanun koyma hikmeti gereğince de bunlara dünya ve ahiretlerinde durum ve gidişatlarına uygun çeşitli ve farklı olan kabiliyetleriyle uyuşan şeriatler ve hükümler emir ve teklif etmiş ve itiraz arzetmelerine sebep bırakmamıştır. Buna karşı bütün insanlara gönderilmiş olan bir Peygamber'e gökten topyekün bir kitap indirmesini teklif etmek hem Allah'ın şerefine bir tecavüz ve hem ilâhî hikmete aykırı batıl bir istektir.
166-167-Gerçek böyle iken o zalimler, o kalpleri mühürlenmiş kâfirler buna şahitlik etmezler de hâlâ gökten kitap isterler, fakat Allah sana indirdiğiyle kendi şahitlik ediyor ki, O, sana onu kendine özgü olan ilmiyle indirdi. Bu, öyle bir bedii telif ve ilâhî kelâmdır ki, buna Allah'dan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez, öncekiler ve sonrakiler ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu öyle bir icaz sanatıyla inzal buyurdu ki, belağatlı nazmındaki belağat sırları, kapsamındaki kudsî nurları, gayba ait mânâlarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve güzellikleri, gayesindeki mutlak saadeti, ilâhî ilimden başkasının ihata kudreti dışındadır. Bu, ne istenilen şekilde ittifak etmek suretiyle vaki oluvermiş bir tesadüf, ne de cahil bir tabiatın şuursuz bir feveranı (fışkırması)dır; her şeyi bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ'nın ezeli ilmiyle indirdiği hak bir ferman, derin bir mucizedir. Buna Allah Teâlâ böyle şahitlik ettiği gibi melekler de şahitlik eder. Çünkü melekler ilâhî şahitliğin taşıyıcısıdırlar. Bunun inişi, emin Cibril'in elçiliği ve onun emrindeki bütün meleklerin ululamaları içinde vaki olmuştur. Ve onlar "O (melekler) ondan önce söz söylemezler". (Enbiya, 21/27) Bununla beraber başka şahide ihtiyaç da yoktur. Şahit olmak üzere Allah yeter. Allah senin peygamberliğinin doğruluğuna öyle derin deliller ve açık hüccetler getirmiş ve dikmiştir ki, bunlar diğer şahitlerle şahit getirmekten mustağnidir. Muhammed ve Kur'ân... Bunlarda ortaya çıkan hak tecellileri, diğer şahitlerden müstağnidir. Hakk'ın kendine, kendi tecellileriyle şahitliğinden daha açık hangi şahitlik olabilir. "De ki: 'şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: "Allah". (En'âm, 6/19) Buna karşı Allah'ın şahitlik ettiği herhangi bir gerçeği inkâr edenler, ve Allah yolundan, yani doğru yol olan İslâm dininden yasaklayanlar derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Böyle inkâr edip, zulüm yapanlar, yani Muhammed Aleyhisselama ait nebilik ve peygamberliği inkâr etmek gibi haksızlıkta bulunanlar muhakkak ki, Allah'ın bunları ne bir şekilde affetmesi, ne de cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali yoktur.
169-Yani bunlar "Muhakkak Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz". (Nisâ, 4/116) âyetinin hükmüne tabidirler. Cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Bu kadar azgın kâfirler nasıl mağlub edilirler de cehenneme tıkılırlar, diye uzak görmeye de yer yoktur. Çünkü bunu yapmak Allah'a çok kolaydır. Zaten kurmuş olduğu düzenin hükmü budur. Onlar O'na kendi ayakları ile koşa koşa gideceklerdir.
Duydunuz ya:
Meâl-i Şerifi
170- 170 - Ey insanlar, Resul size, Rabbi'nizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza olarak ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Özellikle bu insanlar içinde:
Meâl-i Şerifi
171- Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
172 - Hiçbir zaman Mesih de Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah'a yakın melekler de. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İnanıp güzel işler yapanlara gelince, onların mükafatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da verecektir. Allah'a kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara da şiddetli bir şekilde azab edecek ve onlar Allah'dan başka kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
171-172-173- Genel anlamda olmakla beraber, yukarda daha çok yahudiler hedef alındığı gibi, burada da özellikle hıristiyanlar hedef alınmıştır. Yani ey bütün insanlardan ve insanlar içinde kitap ehlinden bir kısım olan hıristiyanlar dininizde taşkınlık etmeyiniz. İsa (a.s.)'ın yüksek şanını, yukarda açıklandığı üzere, inkâr ve küçültmeye, gayri meşru çocuk Mechul "incannu" diye iftira etmeye kalkışan yahudilerin alçaltmalarına karşılık, siz de onun hakkında Allah'lık iddiası ile ifrata gitmeyiniz, ve Allah'a karşı haktan başka hiçbir şey söylemeyiniz. Allah Teâlâ'yı bazı şeylere girme, değişme ve başka bir şeyle birleşme, arkadaş ve çocuk edinme vesaire gibi imkansız ve batıl olan vasıflar ile vasıflandırmayınız da, böyle noksanlardan uzak tutunuz ve her hususta hakkı takip ediniz, doğruyu söyleyiniz. Çünkü Meryem oğlu İsa Mesih başka bir şey değil, ancak Allah'ın bir elçisidir, ve yaratma veya tebliğe dair bir kelimesidir ki onu Meryem'e atmış "Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45) âyetinin delaleti üzere melekleriyle Meryem'e bildirip müjdelemiş, Cebrail'in üflenmesi ile Meryem'in rahimine bırakıp "ol, oldu" emriyle yaratmıştır, ve Allah tarafından bir ruhtur, ki Allah bununla bir çok ölü kalblere hayat vermiştir. Peygamberlik, kelime, ruh; işte Meryem oğlu İsa Mesih'in son hakikatı bunlardan ibarettir. İsa, öldürülmedi ve asılmadı veya henüz ölmedi, semaya kaldırıldı denildiği zaman bu gerçekten başka bir şey anlamamalıdır. Şu halde Allah'a ve bütün peygamberlerine iman ediniz, Allah'ı Allah, peygamberleri peygamber tanıyınız, ve "üç" demeyiniz, ne "ilâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem'dir" diye açık şirk ile, ne de "Allah üçtür: baba, oğlu, Ruhul-Kudüs üç esas; üç şahıs olarak tek esastır" gibi bir yorumlu şirk ile "üç ilah" anlayışına sapmayınız. Üç ilâh inanışından vazgeçiniz ki sizin için hayırlı olur. Çünkü Allah ancak bir ilâhtır, hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, zatında her türlü çoğalmadan uzak ve ilâhlıkta tekdir, hâşâ, O'nun bir çocuğu olması ihtimali yoktur. O'nu öyle bir noksanlıktan tenzih eder ve yüceltirim. Çünkü göklerde ve yerde, yukarılarda ve aşağıda her ne varsa hepsi O'nundur. Halk O'nun, mülk O'nun, hükümranlık ve tasarruf O'nundur. İsa da içinde olduğu halde eşyadan hiçbir şey O'nun mülk ve melekutu (gayb âlemi)ndan hariç değildir. Allah vekil olarak da kafidir. Yani bütün bunları yaratmak ve düzenlemek ve adına zabtetmek ve idare etmekte Allah'ın hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve tasarrufa kadir, âlemlerden müstağnidir. Bununla beraber yarattıklarının işlerini, onların hesap ve faydaları adına en güzel düzenleyen ve idare eden ve edecek olan da O'dur.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|