İsrail oğullarının sözleşmelerini almak için Tûr'un bir gölgelik gibi başlarına kaldırılıp dikilmesi mucizesi hakkında birkaç söz vardır: Bazıları bu Tûr'dan maksadın Tûr-i Sina olduğunu söylemişler, bazıları da kelimenin asıl mânâsıyla bir dağ demek olduğunu açıklamışlardır. Bununla beraber anlaşılıyor ki, Kur'ân'da bu Tûr'u kaldırma olayı bir baskı ve zorlama mânâsını ifade etmek için getirilmiştir. Bakara sûresinde geçen "Size verdiğimize (Tevrat'a) kuvvetle yapışın." (Bakara, 2/93) bunun açık bir ifadesi olduğu gibi, burada da deki sultayı açıklama sırasında zikrolunmuştur. Şu halde asıl maksad Tûr'un kaldırılmasının nasıl olduğu değil, gayesidir. Yani Allah Teâlâ bunları kamil imanla değil, dağın altında kafalarını ezecek gibi bir vaziyette maddi kuvvetle bastırarak dine bağlamış ve çok ağır bir şekilde sözleşmelerini almıştır.
155-156-Bunlar bu ağır sözleşmeye bağlandıktan ve böyle zabt u rabt (sıkı bağlantı) altına alındıktan sonra sebat ettiler mi? Hayır. Tersine sözleşmeyi bozdular ve nice cinayetler yaptılar ve Allah'ın gazabına da asıl bundan sonra uğradılar. Bunu açıklamak için buyuruluyor ki: Bundan sonra sözleşmelerini bozmaları ve gelecekte sayılacak olan cinayetleri işlemiş olmaları sebebiyle... Bu nazımda "ba"nın müteallakı (ilgilendiği kelâm) hazfedilmiştir ki, "Biz de belalarını verdik. Şu şu sebeplerden dolayı kendilerine lanet ve gazeb ettik" demektir. Nitekim Maide Sûresinde de "Andlaşmalarını bozmaları sebebiyle onları lânetledik." (Maide, 5/13) diye açıklanmıştır. Bu gibi hazifler, sükût içinde duyan zihne mümkün olan her hatırayı atarak gayet belağatlı bir korkutma ifade eder.
Yani sözleşmelerini bozmaları Allah'ın âyetlerini, hükümlerini ve emirlerini gösteren açık delilleri ve derin mucizelerini inkâr etmeleri, ve birtakım peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ve bizim kalblerimiz "ğulf" tür demeleri sebebiyledir ki, bunda iki mânâ vardır: Birisi, "Bizim kalblerimiz ilim mahfaza (kap)larıdır. Şu halde, ilmimiz sayesinde biz artık peygamberlere, filanlara muhtaç değiliz" demektir. Diğeri de, "Bizim kalblerimiz kabuklu, kaşerlidir, ne söylense etkilenmez. Şu halde yapılan davet ve telkinlerin hiçbiri kulağımıza girmez" demektir. Burada bu söze karşı bir cümle-i mutarıza (ara cümle) halinde şöyle buyuruluyor: Hayır bunların kalbleri ilim kabı ve ve doğuştan kabuklu olduğundan değil, belki Allah o kalblerin üzerine inkârlarını basmış; küfrü, ısrar ve alışkanlıkları dolayısıyla artık onlara huy yapmış da, ondan dolayı iman etmezler, ancak pek azı hariç. Yoksa ne ilim insanı dinden, imandan, Allah'dan, peygamberden müstağni (ihtiyaçsız) kılar, ne de aslî yaratılışta beşer kalbi bu kadar katı ve bu kadar zalim olur. Bir bu sebeplerle, bir de böyle huy edindikleri küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları. Bunlar, Hz. Meryem'i zina ile suçlamak suretiyle büyük bir iftirada bulunmuşlar, bu da Allah Teâlâ'nın, beşerin dokunması olmaksızın bir çocuk yaratmaya kudretini inkâr etmelerinden dolayı olmuştur. Bunu inkâr ise, tabiatın ezeli olması davasıyla Allah'ı inkârdır. buna işarettir. Bu küfürleriyle o büyük iftirayı söylemiş olmaları,
157- ve Allah'ın peygamberi olan Mesih Meryem oğlu İsa'yı biz öldürdük demeleri, yani peygamberlik vasfıyla alay ettik ve böyle bir zatı öldürdük diye öğünmeleri sebebiyledir ki, Allah bunları gazab ve düşüklüğe düçar etmiş, belalarını vermiştir. Halbuki bunlar onu gerçekte ne öldürdüler, ne astılar. Çünkü İsa'nın hakikati bir kelime, bir ruh idi. Bunu ise ne öldürebildiler, ne de asabildiler. Ve fakat şüpheye düşürüldüler, onlara öyle gibi gösterildi.
Bu teşbih (benzetme) meselesinde çeşitli rivayetler vardır ki, başlıca iki vecih (görüş) vardır:
I- Kelâmcıların birçoğu demiştir ki, yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek istedikleri zaman Allah onu göğe kaldırdı. Yahudi reisleri de halkın fitneye düşmesinden korktular, bir insan tuttular, öldürüp astılar ve insanlara: "Mesih işte bu" diye aldatarak ilan ettiler. Çünkü halkın çoğunluğu onu şahsen değil, ancak ismiyle tanıyorlardı.
II- demek, İsa'nın benzeri birine ilka olundu, başka bir insan ona benzetildi, ona benzer bir şekle konuldu demektir demişler ve bunda dört görüş nakletmişlerdir:
1- Yahudiler Hz. İsa'nın ashab (arkadaşlar)ı ile beraber filan evde bulunduklarını öğrendikleri zaman başlarında bulunan Yahuda, kendi adamlarından Taytayus adında birine eve girip İsa'yı öldürülmek üzere çıkarmasını emretmiş, o da girmiş, Allah Teâlâ da Hz. İsa'yı evin tavanından çıkarıp o adamı ona benzettirmiş, bundan dolayı onu Hz. İsa zannetmişler, tutup asarak öldürmüşler.
2- İsa'yı gözetmek için bir adam görevlendirmişler, İsa (a.s.) dağa çıkmış ve göğe çıkartılmış, Allah o gözcüyü ona benzettirmiş, onu yakalamışlar, öldürmüşler, "ben İsa değilim" demişse de dinlememişler.
3- Yahudiler Hz. İsa'yı tutmaya azmettikleri zaman ashabından on kişi beraberinde bulunuyormuş. Onlara: "Benim kılığıma sokulmaya razı olup cenneti satın alacak olan kim var?" diye sormuş. İçlerinden birisi de: "ben" demiş. Bundan dolayı Allah onu İsa'ya benzettirmiş, çıkarılmış öldürülmüş ve İsa yükseltilmiş.
4- Birisi İsa Aleyhisselam'ın ashabından olduğunu iddia edermiş ve münafıkmış. Gitmiş Hz. İsa aleyhine yahudilere yol göstermiş ve onu tutmak için yahudilerle beraber girmiş, Allah Teâlâ da onu ona benzettirmiş, bundan dolayı o öldürülüp asılmış. Fakat görülüyor ki Fahruddin-i Razi'nin dediği gibi: "Bu vecih (görüş)ler birbirine zıt ve itişmektedirler". Şu halde âyeti açıklama hususunda delil getirmeye elverişli değildirler.
Hıristiyanlar Filatos devrinde Hz. İsa'nın yahudiler tarafından öldürülüp asıldığını ve sonra ayağa kalkıp semaya yükseltildiğini söylemişlerdir. On iki Havariyyundan biri olan Yahuda Esharyutı'nın, yahudi kahinlerinden para alarak Hz. İsa'ya ihanet ettiği ve öldürülmesine yol gösterdiği, sonra pişman olup kendini astığı İnciller'de nakledilmektedir. Fakat hıristiyanlar, diğer taraftan, başlıca üç grup olarak, öldürmenin Mesih'le ilgisinin durumu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısmı öldürme ve asmanın hem nâsut (cism)e hem lahut (ruh)a vaki olduğuna; fakat ruha dokunmakla değil, duygu ve şuur ile vasıl olduğuna kani olmuşlar ki, bunlara Melkaiyye denir. Diğer kısmı, öldürme ve asmanın iki cevher (esas)den doğmuş olan Mesih'in cevherine vaki olduğunu söylemişlerdir ki, bunlara Ya'kubiyye denir. Üçüncü bir kısmı da, onun cismi öldürüldü, ruhu yükseltildi demişlerdir ki, bunlara da Nesturiyye derler.
İmam Fahruddin Razi der ki: "Filozofların çoğu bu görüşe yakın bir kanaattedirler. Zira isbat edilmiştir ki, insan şu heykelden ibaret değildir. Belki ya bu beden içinde şerefli bir cisim veya zatında mücerred (soyut) ve bu bedeni idare eden bir ruhani cevherdir. Şu halde öldürme işi, o heykel (maddi yapı) üzerinde vaki olmuş, gerçekte İsa aleyhisselam olan nefs (ruh) ise öldürülmemiştir. Buna karşı, "Her insan böyle değil mi? O halde bunu İsa'ya tahsis etmenin mânâsı nedir?" de denilemez. Çünkü İsa'nın nefsi kudsî, ulvî, semavî, ilâhî nurlar ile çok parlatılmış, meleklerin ruhlarına çok yakın bir nefs idi. Böyle bir nefsin de öldürülmesi ve harab edilmesi beden ile büyük bir acı duyma olmaz ve karanlık bedenden ayrıldıktan sonra da kurtulup geniş semalara, Allah'ın nur âlemlerine yükselir, şirinlik ve saadeti büyür de büyür. Ve bilinmektedir ki, bu durumlar herkesde olmaz ve belki Âdem (a.s.)'in yaratılışının başlangıcından kıyamete kadar çok az kimseye nasip olmuştur. İsa (a.s.)'nın bu hale tahsisinde mânâ işte budur."
Bu farklı görüşler hakkında buyuruluyor ki: Bu hususta, bu İsa işinde ihtilaf etmiş olanlar da muhakkak bundan dolayı şüphe içindedirler. Buna dair hiç bir ilimleri yoktur. Fakat zanna tabi olmuşlardır. Halbuki, biz Mesih'i öldürdük diyenler onu yakînen öldürmediler. Şu halde öldürme cinayetiyle öğünmeleri de bir yalandır. Çünkü bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Onların ise öldürmeye teşebbüsten maksatları asla hasıl olmadı.
158-Gerçi ortada bir cesedin öldürülmüş olduğu mahsus idi, fakat onların öldürmek istedikleri Mesih bu değildi, asıl Mesih'i öldüremediler, belki Allah onu kendine kaldırdı, onların yok etmek istedikleri İsa'yı göklere çıkardı da kendilerini kötü adlı etti. Ve Allah ezelden aziz (üstün) ve hakim (hikmet sahibi)dir.
159- Kitap ehlinden gerek yahudi ve gerek hıristiyan hiçbiri yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya iman edecek olmasın, her halde edecektir, etmek mecburiyetindedir. Çünkü ölüm zamanında imanın faydası olmayacak, ve kıyamet gününde İsa onların aleyhlerine şahit olacaktır. Tefsircilerden çoğunun açıkladığına göre "" (hû) gizli zamiri İsa'ya zamiri de iman edecek olan kitap ehline racidir ve İbnü Abbas'dan da böyle nakledilmiştir. Yani İsa ölmeden önce demek değil, kitap ehlinden her biri ölmezden önce demektir. Fakat her halde iman edecek olunca, İsa niçin aleyhlerinde şahit olacak, denilirse, buna karşı (Nisa, 4/18) âyetinde geçtiği üzere yeis imanı kabul edilmeyeceğinden dolayı bu imanlarının kendilerine faydası olamayacağı söylenmiştir. Fakat âyette "ölüm zamanı" buyurulmayıp "ölümden önce" buyurulduğuna nazaran bu cevap âyetin zahirine pek de uygun değildir. Şu halde âyetin meâli, ölümünden önce yahudiler İsa'yı yalanlamaktan, hıristiyanlar tanrılık isnadından tevbe ederek her halde İsa'ya iman etmek zorundadırlar, yani iman ile borçludurlar. Ölüm gelmeden, tevbe kapısı kapanmadan, zorunlu hale düşmeden önce tevbe edip imana gelmelidirler. Yoksa o zaman imanın da faydası olmayacak, İsa kıyamet gününde aleyhlerinde şahit olacak, yahudiler aleyhinde: "Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar" diye; hıristiyanlar aleyhinde de: "Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve Allah'ın oğlu" dediler, diye küfürlerine şahitlik edecektir. Demek olur ki, bunda hem İsa'nın yükseltilmesi, hem ilâhî izzeti açıklama vardır. Demek ki Fransız filozoflarından Ernest Renan'ın tarihi inceleme davası altında Hz. İsa'yı, nebilik ve resulluk iddia etmemiş, ancak halk hem Roma hükümetine, hem de yahudi başkanlarına olmak üzere iki vergi altında ezilmekte olduklarından dolayı, Roma hükümetinin tanınıp, yahudi reislerine vergi verilmemesi hakkında ahaliyi kışkırtma ve tahriklerde bulunmuş olduğundan dolayı yahudiler tarafından öldürülmüş normal bir şahıs olarak tasvir etmesi, hıristiyanlıktan kaçmak için yahudilerin Hz. İsa'yı yalanlama ve öldürme davasına katılmaktan başka bir şey değildir.
160-161- Yine bu kitap ehlinden yahudi olanların, yani buzağıya tapmaktan pek acı bir şekilde nefislerini öldürerek tevbe edenlerin sırf zulümlerinden dolayıdır ki, kendilerine herkes gibi helal kılınmış olan tertemiz nimetleri haram kıldık, onları o güzel şeylerden mahrum ettik. (Âl-i İmran, 3/93. âyet ile En'am, 6/146. âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu mahrum edilişleri, o temiz, helal nimetleri yemekten yasaklanmaları hep zulümleri sebebiyle ve Allah yolundan pek çok menetmeleri, ve faizden yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl yollarla yemeleri sebebiyle oldu. Bundan başka bunların kâfirlerine, yani küfürlerinde ısrar edip sana iman etmiyenlerine ahirette çok can yakıcı bir azab da hazırladık.
162- Fakat ey Muhammed, bu kitap ehlinden -Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi- sağlam bilgi sahibi olanlar ve doğru iman sahibi bulunanlar, hem sana inmiş olana, hem de senden önce inmiş bulunana iman ederler. "Namazı kılanlar" ilk bakışta atıflarıyla ahenk bakımından bunun da her halde "vav" ile olması gerekirdi gibi sanılır. Fakat Bakara sûresinde âyetinde (Bakara, 2/177) fıkrasında da geçtiği üzere, bu gibi yerlerde Arap dili, fıkralardan herhangi birine bir özellik vererek dikkat çekmek istediği zaman irabı değiştirerek "şuna özellikle önem veriyorum" mânâsına "a'nî" takdiriyle üstünlü olarak okur ki, buna "medh üzere nasb" tabir olunur. Ve hatta mevsuf (nitelenen) ile sıfat arasında uygunluk zorunlu iken, bu üstün okuma bazan bir sıfatta bile yapılır da "cömert olan Zeyd'e uğradım" diyecek yerde, sıfatı diye üstünlü okunabilir. İşte burada da salat (namaz)ın üstünlüğüne işaret için namaz kılmaya özellikle önem verilerek yerinde buyurulmuştur ki bunun sonucu demek gibidir. Bundan başka bir de İmam Kisai'nin tercih ettiği yön vardır ki, o da bunun üstünlük olmayıp deki ya atfile kesreli olması, yani iman edenler meyanında değil, iman olunanlar meyanında getirilmiş bulunmasıdır ki bu şekilde namaz kılanlardan maksat, ahid lam'iyle peygamberler veya melekler demek olur. Bununla beraber önceki vecih daha tercihe şayan görülmüştür. Şu halde mânâ: O sağlam ilim sahipleri, inananlar ve namaz kılanlar ki, özellikle önem verilmeye değer ve öğülmüşlerdir, ve zekatlarını verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edenler var ya işte ey Muhammed, biz o kâfirlere karşılık bütün bunlara muhakkak büyük bir mükafat vereceğiz.
Hz. Musa'nın levhalarını ileri sürerek Kur'ân'ı hiçe sayıp üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini isteyen ve bu olmadığı takdirde Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin sabit olamayacağı iddiasında bulunan kitap ehli bu istekleriyle manen aleyhlerinde ilâhî bir kitabın inmesini istemiş olduklarından tercüme-i hal (öz geçmiş)lerini, geçmiş ve geleceklerini tasvir eden ve anlatan bu açık âyetler indirildikten sonra, o sorularında ortaya atmak istedikleri şüphenin hem ilmî ve hakikî, hem de inandırıcı ve susturucu bir şekilde cevabı açıklanarak buyuruluyor ki:
Ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
163- Muhakkak biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de (vahyettik). Ve Allah Musa ile de konuştu.
165- Peygamberleri müjdeciler ve azab habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegane hikmet sahibidir.
166- Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de kafidir.
167- Şüphesiz inkâr edip, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Muhakkak Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar, ne de doğru bir yola eriştirir.
169- Onları ancak cehennemin yoluna (iletecek ve) onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu ise Allah'a çok kolaydır.
163- Muhakkak ki biz sana tıpkı Nuh'a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik. Yani mücerred bir ilham, bir saniha (çok düşünmeksizin akla doğan fikir), bir feraset (çabuk seziş) değil, bütün peygamberlerde kanun olan bir vahy ile vahyettik.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|