Namazın böyle beş vakit ile takdiri, akıl ile bilinebilen şeyler açısından şu şekilde de izah edilmiştir:
Âlemin hayat akışında her şey beş mertebe geçirir:Birincisi, ortaya çıkma ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan da doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete "büyüme çağı" denir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik çağı" denir. Üçüncü mertebe "olgunluk çağıdır". Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe "yaşlılık çağıdır" ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder ve daha sonra bu izler de yok olur ve ortada adı ve izi kalmaz. İşte âlemde bu beş mertebe, gerek insanda ve gerekse diğer canlı ve bitki olaylarının hepsinde geçerlidir. Doğuşuna ve batışına göre güneş de bu beş hal ile ilgilidir. Doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve gizli eksilmelerle yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde yokmuş gibi bir hale gelir. Herkesin görebileceği bütün bu durumlar Allah'tan başka hiçbir gücün hakim olamayacağı garip işlerden olduğu için, yüce Allah bu beş halden herbirini bir ilâhî emre alamet kılarak herbirinde bir namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı her günkü değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama koyan, vakti ve zamanı belli bir farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, durumları da o oranda düzenli olur. Namaz hem bir intizam sağlama yolu, hem de rahatlama amacıyla yapılan bir şükran borcudur. Korku halinde kılınırsa ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe ve isteği artırır. Fakat o zaman da görev sadece bundan ibaret zannedilip de kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla beraber o kâfir topluluğunu takip edip peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin. Zayıf kalpli olmayın. Eğer siz bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz ki, onlar da sizin acı duyduğunuz kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya hayatını ararken siz sonsuz sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız onlardan çok geniştir. Onun için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle cihad etmelisiniz. Allah her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır. Dolayısıyla Allah'ın emirlerine sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket ediniz ki, umduklarınıza kavuşasınız.
Burada İslâm dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş hikmeti olan pek önemli bir mesele vardır ki, o da hak ve haklıya hakkını verme meselesidir. Kâfirlere karşı böyle cihad etme ve onları takip etme buyruklarını görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı, yapmadıkları şeyi "yaptılar" diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının kapsamlı ve ciddi olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan kuvvetinin ortaya çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına tecavüzü helal kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde ancak Allah'ın indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin gösterdiği yollarla hüküm vermektir.
Meâl-i Şerifi
105- Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!
106- Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
107- Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez.
108- Bunlar, insanlardan (hainliklerini) gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin istemediği şeyi kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatmıştır.
109- Haydi siz dünya hayatında onları savunuverdiniz (diyelim). Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?
110- Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.
111- Kim bir kötülük işlerse, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, hikmet sahibidir.
112- Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.
114- Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki hariç, onların aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir mükafat vereceğiz.
115- Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.
116- Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah'a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.
118-119- Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaad eder ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir.
121- Bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulmak için çare bulamazlar.
122- İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?
123- (İş), ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan, o yüzden cezalandırılır. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.
124- Erkek veya kadın, kim mümin olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar da haksızlığa uğratılmazlar.
125- İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.
126- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır.
105- Biz sana kendisinde şek ve şüphe olmayan bu en mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan (şanı büyük Kur'an)ı hakk ile, Hak Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların ferdî veya toplum olarak birbirleri arasındaki hukukun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, batıldan ve eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir hidayet düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar arasında itikadî veya amelî her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın kitabını, düstür ve vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla hükmedesin ve ayırım yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın asıl iniş hikmeti, insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı gösteren bir esas olması ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti de Peygamber'in Allah tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi başlı başına hüküm merkezi edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı diğer sebepleri ve delilleri dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller sırf zahirî (görünür) olduğu halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.
Demek ki hakimin görevi ne kendinin, ne de şunun bunun rey ve arzusunu değil, ancak hakkı (doğruyu) takip etmesi ve kesin olarak bildiği bir hakkın zıddına asla hükmetmemesidir. Burada hakimin bilgisinin muteber olduğuna bir delil vardır. Fakat bunun bir rey ve ictihad değil, bir ilm-i şuhudî (görmeye mahsus ilim) olması şarttır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki, "Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim" demeyiniz, çünkü "Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve Peygamber'e mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu halde hakimler, sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve sabit olan vasıtaların araştırılmasına ve onların delaletine uymaya mecburdurlar. Bununla beraber asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin ilm-i şühûdî (görmeye dayanan ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında hükmetmesi asla caiz olmaz.
İşte ey Muhammed (s.a.v.), sen Allah'ın gösterdiği vahy ile hükmet, hainlerin iyiliğine, yararına savunucu olma, yani kim olursa olsun, isterse ümmetinden olsun, isterse başka dinden olsun, hainleri savunmak için temiz olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası hainler adına müdafaa vekili olma, avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik (Übeyrik Oğulları) olayı hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri naklediliyor. Ebu Hayyan'ın nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin, Beni Zafer b. Haris'ten Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifakı vardır.' Ancak İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve bu "size ne oldu ki münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ, 4/88) ilâhî sözüne bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında üç oğlu bulunduğu ve bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe hakkında hicviyye söyleyen bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me denilen de bu Beşir olduğuna göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı değildir. Bunun için Razî, mutlak oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet vardır: Birisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı bir yahudiye atfetmiş. İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış, şahit de yokmuş, istenince inkâr etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin çaldığını iddia etmiş... Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre rivayetlerin özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik adında birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, yahudinin evine varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları Peygamber'e gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik etmişler ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele etmesini rica etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah tarafından bu âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı irşad ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tevbekar olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir şiirinden dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra yine hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış, bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar, feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden dönenlerin halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan sonra peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti inmiştir. Şu halde iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve buna yardım edenler, genel olarak da bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|