Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Nisa Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #13  
Alt 03.07.18, 12:20
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Evet, kâfirlerde şiddet ve kuvvet bulunabilir ve fakat Allah kuvvet ve kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de cezası ve azabı onlarınkinden çok şiddetlidir. Bundan dolayı kâfirlerin kuvvetinden korkup da Allah'a isyan etmemeli, Allah'ın kudret ve azabından korkup da Allah'a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir. Bunun için ey Muhammed! Sen kendin Allah yolunda savaş ve müminleri teşvik et. Çünkü bu bir şefaat demektir.

85-Halbuki kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah rızası için bir yararlı işe aracılık ederse ve yol gösterirse onun o şefaatten (aracılıktan) bir payı, güzel bir sevabı olur. Yararlı ve güzel bir işte yol gösteren onu yapan gibidir. Ve kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat (aracılık) yaparsa onun da ondan aynı oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da her şeye gücü yeter. Ve her şeyi layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü kötülüğünden derecesine göre hisse sahibi kılar.

Savaş ve teşvik emirlerinden sonra ve ceza bölümünden sonra bu şefaat âyetinin gelmesi ne kadar beliğdir (fasih ve edebidir). Bundan dolayı kötülüğe aracılık etmekten sakınmak gerektiği gibi her çeşit güzel aracılıklar da yapılmalı ve kabul edilmelidir.

86-Bu örneklerden biri olmak üzere kimin tarafından olursa olsun bir selam ile selamlandığınız zaman, bir selam ile size saygı gösterildiği vakit de siz ondan daha güzeli ile karşılık veriniz, selamlayınız veya onu geri veriniz, yani aynı ile karşılık veriniz.

TAHİYYE : Lugatte mülk ve bulunduğu durumda kalma mânâsına gelir. Nasıl ki şair; "Onunla Numân'ın yanına gidiyorum. Ordu ile onun mülkü üzerinde yerleşinceye kadar." demiştir ki, "onun mülkü üzerine" demektir.

Bir kimseye diye dua etmeye de tahiyye denilir ki "Allah ömürler versin" veyahut "Allah seni mülk sahibi yapsın" veya "Mülkünde daim kılsın" mânâlarına gelir Cahiliyye devrinde Araplar selam yerinde derlerdi. Sonraları bizde yaygın olan "Allah ömürler versin" ifadesi bu selamın bir canlandırılması olmuştur. Fakat bunlar bir dua olmakla beraber mutlak surette hayırlı bir dua değildir. Çünkü ömür, hayat, mülk mutlaka selamet ve mutluluğu gerektirmez, felaket içinde de geçebilir. Bundan dolayı bu şekilde selam, aslında noksan bir selamdır, hepsinin başı baş sağlığıdır. "Allah ömürler versin" denildiği zaman, muhatap bu mânânın kastedildiğini farz ederek hoşlanabilirse de bu bir gaflettir. Çünkü söyleyenin niyeti belli değildir. Veyahut hiç düşünmemiştir. Bunun için İslâm dini, bu noksan tahiyyeleri selama çevirmiş ve yerine dünya ve ahiret selameti ve barışı yayan dua ve iltifatını yerleştirmiş olduğundan İslâm'da selam olmuştur.

Bunun için "Size bir selam verildiği vakit." demek olur. Selam bir tahiyye ve iltifattır. Fakat her tahiyye ve iltifat selam değildir.

İşte Yüce Allah, Peygamberini ve müminleri cihada teşvik ederken İslâm'da savaşın gayesinin, barışı temin etmek olduğunu özellikle hatırlatmak için güzel şefaatı (aracılığı) teşvik ettikten sonra, düşmanlar barış yapmaya istekli oldukları vakit siz de daha güzel veya onlar kadar barış yapmaya razı olunuz diye emretmiş oluyor. Bundan dolayı burada Allah'ın sözü "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetinin meâlini içerir veya gerektirir.

Demişlerdir ki; hıristiyanların selamı, elini ağzına koymak; yahudilerin birbirine selamı, parmaklarla işaret etmek veya baş eğip kıç kırmak; mecusilerin selamı, eğilme; Arapların birbirine selamı "Allah ömürler versin" demek, padişahlara selamları da "Sabahleyin nimet bul!" demek; müslümanların biribirine selamı da ve daha güzeli demektir. buna işarettir. Rivâyet edildiğine göre bir adam Hz. Peygambere demiş, cevap olarak Peygamberimiz buyurmuş, diğer biri demiş, peygamber buyurmuş, diğer biri de demiş, buna de peygamberimiz buyurmuş. Bunun üzerine bu adam, "Bana noksan selam verdin, Allah Teâlâ'nın dediği nerde kaldı." demiş ve bu âyeti okumuş, Resulullah da "Sen bana fazla bir şey bırakmadın, ben de sana aynısı ile karşılık verdim." buyurmuştur. Çünkü istenen şeylerin hepsi bunun içinde bulunur, zararlı şeylerden emin olma, çıkarların meydana gelmesi ve devamı gibi. Kısacası, selam pek büyük bir şeydir. Hatta Allah Teâlâ'nın güzel isimlerindendir. Ve Kur'ân'da on iki yerde Allah Teâlâ mümine selam vermiştir. Selam almak farz-ı kifayedir. Nehaî'den, "Selam sünnet, selam almak farzdır." diye rivâyet edilmiştir. Hutbe, sesli olarak Kur'ân okuma, hadis rivâyeti, ilim okutma, ezan, ikamet esnasında selama cevap verilmez. Oyun oynayanlara, şarkı söyleyenlere, abdest bozan kimseye, hamamda veya diğer bir yerde çıplak bulunana selam verilmez. Sünnet olan yürüyenin oturana, binek üzerinde bulunanın yürüyene, atlının merkebe binene, küçüğün büyüğe, azın çoğa selam vermesidir. İki kişi karşılaşınca ikisi de hemen selam vermeye girişirler. İmam-ı Âzam dan rivâyet edilmiştir ki, selam alan sesini pek yükseltmez. Özetle kim tarafından olursa olsun verilen tahiyyeyi, selamı en azından benzeri ile olsun almalı, selam verene hiçbir zarar verilmemelidir. Barış barışla, ikram ikramla karşılanmalı ve herhangi bir iyilik mümkün olduğu kadar karşılıksız bırakılmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın herşeyin hesabını hakkıyla gördüğünde şüphe yoktur. Bütün bu işlerde de ancak onun hesabını düşünmelidir. İyi bilinmelidir ki:

Meâl-i Şerifi

87- 87- Kendinden başka ilâh olmayan Allah, sizi kıyamet gününde mutlaka biraraya toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Şu halde:

Meâl-i Şerifi

88- O halde, siz niçin münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için bir çıkış yolu bulamazsın.

89- Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin.

90- Ancak o kimselere dokunmayın ki, sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış bulunurlar. Yahut ne sizinle, ne de kendi kavimleriyle savaşmayı gönüllerine sığdıramayıp tarafsız olarak size gelmişlerdir. Eğer Allah dileseydi, onları size musallat kılardı, onlar da sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse, Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol vermemiştir.

91- Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine başaşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik.

88-89-Hasan ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna göre bir kavim, Medine'ye gelip müslüman olduklarını açıkladıktan bir süre sonra Medine'den sıkıldıklarını bahane ederek çöle çıkmak için Hz. Peygamberden izin istemişler ve çıkınca aşama aşama göçerek gitmişler, sonunda müşriklere katılmışlar, Müslümanlar da bunların müslüman olup olmadığında ve savaş açısından haklarında nasıl bir muamele yapılmasının lazım geleceğinde ihtilafa düşmüşlerdi. Bu sebeple bunların aslında münafık oldukları açıklanarak genel bir şekilde savaş hukuku ile ilgili bazı hükümler tebliğ edilmek üzere şu âyetler inmiştir:

Her kim güzel bir işte aracılık yaparsa sevap, kim de kötü bir işte aracılık yaparsa günah kazanır. Allah'a hesap vermek bir gerçektir, Allah birdir, kıyamet gününde şüphe yok iken, siz o münafıklar hakkında neden iki gruba ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah onları kazandıkları küfür ve günahlar sebebiyle tersine çevirip reddetmiştir. Siz Allah'ın sapıklığa düşürdüğü kimselere hidayet vermek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah, her kimi sapıklığa düşürürse, yani kimde sapıklığı yaratırsa Ey Muhammed! Sen bile artık ona bir yol bulamazsın. Onlar, kendileri nasıl kâfirler ise siz de öyle kâfir olasınız da hepiniz kâfirlikte eşit olasınız diye arzu etmektedirler. Bundan dolayı, Onlar Allah yolunda hicret edinceye, bu şekilde imanlarını isbatlayıncaya kadar içlerinden dostlar edinmeyiniz. Eğer onlar, Allah yolunda doğru dürüst hicret etmekle imanlarını açıklamaktan çekinirlerse onları tutunuz ve bulduğunuz yerde, yani Harem-i Şerif içinde de olsa kendilerini öldürünüz ve onlardan ne bir dost, ne bir yardımcı tutmayınız, tamamen onlardan sakınınız.

90- Ancak şu iki durumun birinde bulunanlar yakalanıp öldürülmekten müstesnadır.

1- Sizinle aralarında bir anlaşma ve sözleşme bulunan herhangi bir kavme varıp onlara sığınanlar... Böyle sizinle savaş durumunda olanları terkedip savaş durumunda olmayan bir kavmin anlaşma ve güvencesine katılanlar, o kavm ile olan anlaşmanın hükmüne tabi olurlar.

2- Yahut, sizinle savaşa girişmekten veya sizinle savaş halinde olan kendi kavimlerine karşı savaşmaktan göğüsleri sıkışarak; yani ne sizinle, ne kendi kavimleriyle savaşmayı akıllarına sığdıramayıp ne lehinizde, ne aleyhinizde savaşmaya karışmamak, tarafsız kalmak arzusunda bulunarak soluk soluğa size gelmiş olanlar. Bunlar da aşağıda açıklanacağı gibi taarruzdan korunmuşlardır.

Çünkü düşünmek ve takdir etmek gerekir ki, Allah dilemiş olsaydı elbette bunları; yani ne size, ne de düşmanınız olan kendi kavimlerine karşı savaşmak istemeyenleri üzerinize saldırırdı da bunlar da öbürleri gibi sizinle muhakkak savaşırlardı. Madem ki böyle olmadı, bunun Allah tarafından size bir lutuf olduğunu anlamalı ve şükrünü yerine getirmelidir. Bundan dolayı bunlar, sizden çekinirler ve sizinle savaşmaya girişmezler ve sizinle barışarak size boyun eğerlerse artık bunlar aleyhinde Allah size hiç bir yol vermemiştir. Onları bir anlaşma yapmadı diye ne öldürmeye, ne esir etmeye, ne de herhangi bir saldırıya uğratmaya hak ve yetkiniz yoktur. Savaştan sakınmakla boyun eğmeyi (barışmayı) arzetmeleri, saldırıdan korunmalarına yeterli bir sebeptir. Nasıl ki, Müdlic oğulları, Hz. Peygambere bu şekilde savaşmaktan sakınarak gelmişlerdir.

91- Diğer birtakımlarını bulacaksınız hem sizden emin olmak, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ya iki tarafca da hoş görünmek, göze girmek, el tutmak, zarar etmemek, sırasını bulunca külah kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile kâfir olurlar veya yalnız zarar etmemek maksadıyla tarafsız olmak ve savaşan her iki tarafın kavgasından güven içinde kalmak, siyaset yapmak isterler. Rivayet edildiğine göre Esed ve Gatafan kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye gelirler, müslümanların güven ve itimadını celbetmek, bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını, mallarını güven altına almak için müslüman görünürler, söz verirler, yurtlarına gidince de kâfir olurlardı. Deniliyor ki bu durum, Abdüddâr oğullarının bir geleneği haline gelmişti. Bir de Nuaym b. Mesud Eşcaî müslümanlarla müşrikler arasında güvenli bir durumda bulunur, Peygamber ile müşrikler arasında söz götürür getirirdi. Âyetin iniş sebebi bunlardan birisi olmuştur.

Böyleleri her fitneye itildikçe, küfür ve şirke veya savaş ve ihtilâle doğru davet veya sevk edildikçe ona tepe taklak atılır, fena halde dalarlardı. Her türlü edepsizliği yaparlardı. Şu halde bunlar hakkında ilk önce iyi bir siyaset takip etmek, onları küfür ve şirke doğru itmemek gerektir. Bundan dolayı bunlar sizden çekinirler, barış ve güven isterler ve ellerini çekip usulca otururlarsa yapılacak bir şey yoktur. "Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın..." (Nisâ, 4/86). Fakat savaşta sizden çekinmezler ve size barış ve andlaşma teklif etmezler ve ellerini çekmezlerse bunları tutunuz ve yakaladığınız yerde öldürünüz ve işte bunlara saldırmak için size açık bir emir ve yetki verdik.

Bu âyetleri, Mümtehine sûresindeki: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar." (Mümtehıne, 60/8-9) âyetleriyle ve "Berâe = Tevbe" sûresindeki bazı âyetlerle beraber gözönünde bulundurmak gerekir ki, uzun açıklaması ve teferruatlı hükümleri İmam Muhammed'in Siyer-i Kebir'indedir. Orada geniş bir şekilde açıklanmıştır.

Savaş esnasında olabilir ki bir adam diğer bir adamı görür, seçemez, savaş halindeki bir kâfir zanneder öldürür, sonra da bir mümin veya bir muahid (zimmi) olduğu ortaya çıkar, işte burada bu olayın hükmü genel bir şekilde açıklanmak ve ondan sonra savaşla ilgili diğer bazı hükümlere geçilmek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

92- Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin bir köle azad etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köle azad etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Alimdir (her şeyi bilendir), Hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir).

93- Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.

92- Bir müminin, diğer bir mümini öldürmesi olacak şey değildir. İman buna engel olur. Ancak hata ile olursa; kasdetmede veya yapmada bir yanlışlıkla kaza ile meydana gelirse başka. Mesela bir düşmana veya bir ava atarken kaza olarak bir mümine rast gelirse bu eylem de bir hatadır. Yahut karşısındakinin yerine veya elbisesine bakıp bir düşman zanneder, ona ateş eder vurur. Bu da amaç ve niyete bir hatadır. Bunların da hiçbiri mübah değilse de hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığından böyle bir hata, müminin de başına gelebilir. Nasıl ki, Ayyaş b. Rebiat'el-Mahzumî ki -o Ebu Cehl'in ana bir kardeşi idi- müslüman olmuş ve akrabasının kötülüğünden kaçarak peygamberimizin hicretinden önce, ilk mühacirler arasında Medine'ye hicret etmişti. Bunun üzerine annesi, o (oğlu) dönüp gelmedikçe yiyip içmemeye ve tavan altına (eve) girmemeye and içmiş, Ebu Cehil de yanına Haris b. Zeyd b. Ebi Üneyse'yi almış beraber gitmişler, onu Medine'de bir dam başında "Utum" denilen kale gibi sağlam bir odada bulmuşlar. Ebu Cehil aşağıdan bunu kandırmak için dereden tepeden dolanarak, "Muhammed seni akrabalarla ilişki sürmeye teşvik etmiyor mu? Bundan dolayı git annene iyilik et ve yine dininde kal." demiş, sonunda o da inmiş, onlarla beraber gitmiş, Medine'den çıktıkları zaman tutmuşlar, onu bağlamışlar ve dövmüşler, herbiri yüz değnekten iki yüz değnek vurmuşlar. O da Haris'e "Bu benim kardeşim, fakat sen kim oluyorsun, ey Haris! Eğer seni yalnız başına bulursam seni öldürmek Allah için boynuma borç olsun." demiş. Kısacası kolları bağlı olarak anasına gitmişler, bu defa da annesi önceki dinine dönmedikçe bağının çözülmemesine yemin etmiş, o da dili ile eski dinine dönmüş, sonra yine hicret etmiş. Ayyaş da o adama "Kuba"nın arka tarafında yalnız başına rastlamış ve müslüman olduğunu bilmeyerek vurmuş öldürmüş. Daha sonra müslüman olmaya geldiğini haber alınca yaptığına pişman olmuş. Hz. Peygamber'in huzuruna gelip "Onu öldürdüm, fakat müslüman olduğunu bilmiyordum." demiş. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir, diye rivayet olunuyor.

Aynı şekilde "Uhud" savaşı günü de Huzeyfe b. el-Yeman'ın babası Yeman da İslâm askeri tarafından bilinmeyerek hata ile öldürülmüştü ki âyetin iniş sebebinin bu olduğu da rivayet edilir. Bundan dolayı bir müminin bir mümini doğrudan doğruya öldürmesi din ve iman açısından yapılamazsa da hata ile öldürmek müstesnadır. Bu olabilir. Ve özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir. Ve her nerede olursa olsun hükmü de aşağıda gelen şekildedir:

Kim bir mümini hata ile öldürürse bir mümin köle veya cariye azad etmesi gerekir. Ve öldürülenin varislerine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. (Bu diyetin ödeme şekli ve miktarı için fıkıh kitaplarına bakınız.) Ancak ölünün varisleri o diyeti affederler ve bağışlarlarsa o başka.

Köle azad etmek Allah'ın hakkı olarak bir keffaret, diyet de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde biri Allah hakkı, biri de kul hakkı olmak üzere iki hak bulunur. Hayat, herşeyden önce Allah'ın hakkıdır, hürriyyet de bir çeşit hayattır. Bu da Allah'ın hakkıdır. Allah'ın kullarından bir müminin Allah'ın hakkı olan yaşamasının yok edilmesine karşılık, diğer bir mümin kula hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak, hata ile öldüren müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir keffarettir ki, bunda bir yönden bir ceza, bir yönden de bir ibadet mânâsı vardır. Öldürme kasıtla olsaydı bu günah keffaret ile örtülemezdi. Fakat hata, az çok bir dikkatsizliği kapsamakla beraber büsbütün kendisinden sakınma imkanı olmadığından öldüren kimse bir taraftan terbiyeye, bir taraftan da teselli etmeye ve kendisine yardımda bulunmaya layıktır. Bunun için, keffareti affetmesi söz konusu olamaz. Sonra Allah'ın hakkı olan hayattan öldürülen kimsenin bir faydalanma hakkı vardı, hayat hakkına sahipti. Öldüren hata ile de olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan ve hiçbir hak boşa gitmeyeceğinden buna karşı yalnız bir tazminat olmak üzere öldürülen kimsenin yerinde kalıp malından faydalanacak olan varislerine bir diyet verilmesi de bir kul hakkıdır. Ve hata ederek öldüren kimse de burada yardıma layıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir. Varislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır. Bundan dolayıdır ki, affedip temize çıkarma yerine "tasadduk" (sadaka verme) deyimi ile bu yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. İşte İslâm ülkesinde bir mümini yanlışlıkla öldürmenin hükmü iki şeydir; keffaret ve diyet.

Ancak yanlışlıkla öldüren kimse müslüman değilse yalnız diyet gerekir. Kâfirlerin memleketine gelince; eğer hata ile öldürülen size düşman bir milletten, savaş durumu devam eden kâfirlere ait bir ülkenin halkından olur. Halbuki kendisi mümin ve böyle olduğu halde bir mümin tarafından orada yanlışlıkla öldürülmüşse öldürenin mümin bir köle azad etmesi gerekir. Burada diyetten bahsedilmemiştir. Demek ki, diyet gerekli değildir. Ve bununla birlikte bu husus ictihad konusudur. Bazı tefsirciler, bunun sebebi hakkında, "Çünkü öldürülen bu şahıs ile ailesi ve akrabası arasında miras yoktur." demişler ise de öldürülen kimsenin o küfür memleketinde kendisi gibi mümin bir varisinin bulunabilmesi de mümkün olduğu, sonra bu durumda İslâm ülkesinde öldürülüp, küfür ülkesinde müslüman olmayan akrabası bulunan bir müminin de diyetinin alınmaması ve kanının boşa gitmesi gerekeceğinden dolayı bu sebep tam değildir. Diyetin gerekli olmamasının esas sebebi şudur: Çünkü küfür ülkesi, korunma yurdu olmadığından bu mümin düşman bir toplumun arasından çıkmamış ve orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere harcamıştır.

Ve eğer yanlışlıkla öldürülen kimse, sizinle aralarında devamlı veya geçici herhangi bir anlaşma bulunan bir kavimden ise; bu durumda o kavim müslüman olmayan bir toplum ise de öldürülenin müslüman veya kâfir olduğuna bakılmayarak mutlaka diyet de keffaret de gerekir. Anlaşmayı bozma kuruntusundan sakınmak için diyetin ödenmesinde acele davranılacağını hatırlatma bakımından burada diyet, (kan pahası) birinci bölümün aksine olarak öne alınarak anlatılmıştır. Şu halde İslâm ülkesi halkından bulunan, müslüman olmayan bir zimmî veya yabancı halklardan bulunan müslüman olmayan bir sığınmacı veya bir müslüman, İslâm ülkesinde bir mümin tarafından yanlışlıkla öldürülürse, aynı şekilde İslâm ülkesi ile özel anlaşması bulunup savaş durumunda olmayan yabancı bir devlet halkında bir müslüman ve belki müslüman olmayan İslâm ülkesi dışında mensub olduğu memlekette bir mümin tarafından yanlışlıkla öldürülürse, bunların hepsinde İslâm ülkesinde yanlışlıkla öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi; öldürene hem diyet, hem keffaret gerekecektir. Yani birinci bölümü kayıtsız olmakla beraber, karşılaştırma ipucu ile İslâm ülkesinde öldürülen herhangi bir mümin; ikinci düşman olup anlaşması olmayan bir devlet halkından küfür ülkesinde öldürülen bir mümin hakkında; üçüncü bölümü de İslâm ülkesinde zimmî ve sığınmacı ile anlaşma yapan bir yabancı ülke halkından bulunan ve orada öldürülen mümin hakkında demek olur. Çünkü bu müminin İslâm ülkesinde öldürülmesinin, birinci bölümün içine girdiğinde şüphe yoksa da İslâm ülkesi dışında öldürülmesinin oraya dahil olması, ikinci bölümden dolayı "Genel mânâ ifade eden kelime, tahsis edildikten sonra geri kalan kısımda zan ifade eder." kuralı gereğince şüpheli kalacağından burada bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, zimmî ve sığınmacı ile beraber mânâsı altında bir daha tekrarlanmıştır.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147