Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Maide Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #18  
Alt 03.07.18, 12:10
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,940
Etiketlendiği Mesaj: 896 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler. Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şey)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar yahudi ve hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da müslümandırlar. Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabve, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve, insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab(kazanç)a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen) tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir. Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.

Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır.

Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır. Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak, mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hakim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla, bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır. Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini söylemektedir.

Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.

Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hasıl olur da buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerine de, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir melek vardır.

İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.

Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.

Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır. Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır.

Şehristâni önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda birçok münakaşa ve atışmalarını uzun uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla anlatarak der ki:

Ashâb-ı heyakil (Heykeller ashabı): İnsan bir aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın mümkün olması ve kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür bir şey olması gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen" den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini ve manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım havass, efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e cumartesi gibi- bir gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü dualarla ondan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve saat tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya da rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere, rûhânîlere yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet etmişler. Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve sonra yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib hileler ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir. Kitaplarında yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız falcılığı), tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların hepsi onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve "yıldızlara tapanlar" denir.

Ashâb-ı eşhasa (Şahıslar ashabına) gelince: Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine ve rûhâniyetin bu aracı vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri ve dillerle hitap edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine yaklaşmakla olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp, bazı zaman da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler ve her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası üzere bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla Allah'a yaklaşacaklarına inanmışlardı. Ve bunlara "semâvî ilâhlar" karşılığında "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas, "puta tapıcılar" cümlesindendir. Yukarda gösterildiği üzere İbrahim Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere iki sınıf bulunuyorlardı. Hazreti İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim" (En'âm, 6/79) diye, Hanifler mezhebini ikrar , Sâbie mezhebini de iptal etti. Fıtratın Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan kastedilen tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin ve hükümlerin bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin bunları yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim (bitiş)in, başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yolları özetleme ve yazmaya bağlandığını ve kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır. Ve Allah Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve O'ndan korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm, 30/30-32) buyurmuştur.

Hızbâniye, Sâbie'den bir topluluktur ki, yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna kânidirler. Derler ki, zâtında, evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla kendi gözünde çoğalır ve bu şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim, faziletli olan hayırlı yeryüzü şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla ortaya çıkar ve şahıslarıyle şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini iptal etmez. O, feleği (yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları yaratmış ve onları bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar, ana unsurlar), mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri ve nâtık (konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da o eserleri rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden bazan öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat-ı kül meskûn ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o tür o müddetde bâki kalır. O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi kesilir; yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır- devir) başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi yoktur. Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar uzak". (Mü'minûn, 23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh, sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de anıldığı üzere ilâhın bir şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının yeteneğine göre bazan tam zatının hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler. Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma semâvî heykellerin hepsiyle birdendir. O, tekdir. Ancak teker teker her birinde fiili, ondaki eserleri ve onunla şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi heykel onun yedi uzvu ve bizim yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla görünür de bizim dilimizle söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir, ellerimizle alır ve genişletir, ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla işler ve tesir eder. Ve bunların zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis böcekleri, yılanları, akrepleri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla bitişmesinden, unsurların saflık ve üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak veya tesadüfen vâki olur.

Hırıbbâniyye'ye gelince: Bunlar sözlerini, "Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere nisbet ederler ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de nisbet eden ve bunun peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize soğanı, cirris balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz kılarlar, cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar. Domuz, deve, köpek ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet olmaktan, içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin bulunmasını emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler. İki kadınla evlenmeyi de caiz görmezler.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147