Her kim kısas hakkını tasadduk eder, affederse bu kendisine bir keffarettir. Yani kısas öncelikle bir kul hakkıdır. Bunun Allah'ın hukukundan bir görev, bir fariza olması, şahsi hukuk dolayısıyla gerçekleşir. Hak sahibi ise hakkının alınmasına da, düşmesine de sahiptir. O halde hak sahibi tarafından talep ve dava olunmadıkça kısas yapılamaz. Ancak istediği zaman yerine getirilmesi farz olursa da, bu talep kendisine farz değil, hatta affetmesi mendûbtur. Şeriatın sahibi Allah Teâlâ kısas istemeyi emretmek şöyle dursun, tersine affa teşvik etmek için tasadduk ve keffaret diye tabir etmiştir. Bu hakkını affeden, bütün günahlarının bağışlanmasına vesile olacak büyük bir sadaka yapmış olacaktır. Çünkü bu af, bir insana bir hayat kazandırmaktır. Buna da bütün insanları ihyâ etmiş kadar bir sevap vaad edilmiştir. Demek ki kısas, Allah katında icrası (yapılması) istenildiği için değil, "Sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki gereğince sakınırsınız" (Bakara, 2/179) âyetinin delaleti üzere hayat hakkına zulüm ve tecavüz vahşetlerinden ve cinayetlerinden insan hayatını korumak için meşru kılınmıştır. Gerçi kısas da bir yok etmeyi içerir ve bir zarara zarar ile karşılık verme gibi anlaşılabilir. Fakat bu yok etme hakkı, hayatı kaldıran bir cinayet ve vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun için dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez ve zaten kısasın mânâsı, eşitlik ve tam bir denklik demektir. Yaşama hakkını yok eden bir caninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözüyle görmesi ne büyük bir adalet manzarasıdır. Sonra hak ve adaletin bu güçlü manzarası altında hayat hakkının kendi kazancıyla ortadan kalktığını gören bir kimseyi affedip de, kendisine yeniden bir hayat hakkı bağışlamada da öyle yüksek, öyle kutsal bir ihsan (iyilik yapma) manzarası vardır ki, insanlık âleminde bundan daha güzel, daha yüksek bir iyilik örneği gösterilemez, "Kim o kimseyi (hayatını kurtarmak sûretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur". (Mâide, 5/32)
İşte bu ilâhî hüküm, bir tarafında böyle bir adalet manzarası, bir tarafında da böyle bir iyilik manzarası görülen bir hidayet ve nurdur. Yahudiler ise kitaplarında yazılan bu ilâhî hükümler ile de hükmetmez oldular. Ve her kimki Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte bunlar da o zalimlerdir, o haksızlar güruhundan başka birşey değillerdir. Çünkü zulüm herhangi bir şeyin hakkını vermemek, onu Allah'ın tayin ettiği uygun olan yerinden başkasına koymaktır. Allah'ın hükmedilmek için indirdiği, bildirdiği, yazdırdığı hükümler ile hükmetmemek de önce Cenâb-ı Hakk'ın kanununun hakkını vermemektir. Bu da hiçbir şeyin hakkını vermemek, ya ifrat (çok ileri gitmek) veya tefrît (ihmal) etmektir. Zulmün zulüm, zalimin zalim olmasını tayin eden hükmün ve bu hükme ölçü olarak alınan delil de Allah Teâlâ'nın indirdiği hükümler ve hak kaidelerdir. Şu halde bununla hükmetmemek, zulüm ile adaleti, zalim ile mazlumu ve bunlar arasındaki doğruluk orantısını birbirinden ayırmamak ve seçmemektir. Zulüm ve zalimi ayırmayan, ayırmak istemeyen, Hakk ölçüsünü görmeyen ve görmek istemeyenler ise zalimlerin başlarıdırlar ve asıl zalim bunlardır. Ve bunlar Nadir oğulları ve Kureyza oğulları olaylarında olduğu gibi yahudilere yahudilik görevini tatbik etmeyen zalimler güruhundandırlar. Fakat şunu da bilmek gerekir ki, Allah'ın indirdiği hüküm, Tevrat'tan ve Tevrat'takilerden ibaret değildir. Tevrat'ı indirdikten başka bir de biz, o peygamberlerin izleri üzere arkalarından Meryemoğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik. Şu halde Tevrat'ın hükmüyle amel, onun tasdiki ile şartlanmış olmak üzere bir daha teyit edildi. Bu şekilde İsa'yı gönderdik. Ona da İncil'i bir hidayet ve nuru içine almış, ve önündeki Tevrat'ı tasdik ve teyid edici, ve yeterince korunanlara bir hidayet ve öğüt olarak verdik.
47- İncil ehli de Allah'ın bunda indirdiği tasdik, hidayet ve öğüt ile hükmetsin. Hamze kırâetinde (lâm) ın esresi ve (mim)in fethasıyle şeklinde okunur ve mef'ûlün leh olmak üzere e atfolur ki," muttakilere hidayet ve öğüt olmak üzere ve İncil ehlinin bundaki tasdik, hidayet ve ilâhî öğüt ile hükmetmeleri için verdik" demektir. Demek ki İsa, geçmiş peygamberlerin izinde olmakla beraber, bağımsız bir şeriat ile gönderilmiş bir resuldür. Ve yahudilik bununla son bulmuş yani neshedilmiş (hükmü kaldırılmış)tir. Bundan böyle İsa ve İncil'in tasdikini düşünmeden Tevrat ile doğrudan doğruya ve genel olarak amel etmek caiz değildir. İsa ve İncil'i tanımayıp yahudilik iddia edenler, gerçekte kâfir ve zalimdirler. Fakat bunlar kendi dava ve inançlarına göre İncil hükümleri ile mutlak olarak sorumlu tutulamazlarsa da Tevrat hükümleriyle mutlaka yükümlü tutulurlar. Hâlâ mutlak amel edilmesi gerekli Allah'ın kitabı olduğuna imanın lüzümunu iddia eden yahudiler Tevrat ile hükmetmedikleri veya Tevrat gereğince aleyhlerine verilen hükme itiraz ettikleri takdirde kendi davalarını bozmuş, küfürlerini ve zulümlerini itiraf etmiş ve kendilerinin kendi nazarlarında da kâfir ve zalim olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde Tevrat ile yahudiler aleyhine hüküm ve yükümlülük böyle olduğu gibi hıristiyanlar hakkında da İncil böyledir. O halde İncil ehli, yani hıristiyanların hakkı da İncil ile mutlak, Tevrat ile de İncil'in tasdiki dairesinde mukayyed olarak hükmetmek ve bu şekilde verilen hükümleri kayıtsız şartsız kabul etmektir. Ve her kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte bunlar da o fasıklardır. Yani Allah'ın hükmünden veya imandan çıkmış kimselerdir. Mesela Tevrat'taki kısas hükümlerinden sonra İncil'de mukabele bi'l-misil (yapılan muameleyi aynen tekrarlama suretiyle) yapmayıp her halde affetmeyi emreden bir hüküm nazil olmuş ise, İncil ehli kısas talep edememeli değil, fakat sabit olmasından sonra affetmelidir. Etmediği takdirde kendi nazarında da zarûri olarak fasıktır. Ya Allah'ın hükmüne iman ettiği halde, o hükümden dışarıya çıkmış isyan eden bir fasıktır. Veya o gün onu kalben de tanımamak veya küçümsemekle imandan çıkmış kâfir bir fasıktır, ve her iki halde fasık cezasına layıktır. Şu halde Tevrat'a uygun hükmü kabul etmeyen yahudiler, İncil'e uygun hükmü kabul etmeyen hıristiyanlar kendi görüşlerinde ve inançlarında da kâfir veya zalim veya fasıktırlar veya hepsidirler. Aynı şekilde bunlara benzeyenler de bunlar gibidirler. Küfürleri, ilâhî hükmü inkâr etmelerinden veya hakir görmelerinden; zulümleri, ölçüsü hak olan ilâhî hükmü atıp, başka hükümler ile hükmettiklerinden; fasıklıkları da hak hükümden çıktıklarından dolayıdır. Şu halde ya bu üç vasfın hepsi birliktedir veya her biri hükümden çekinmeye ilave olan bir hâle göre bağımsız sıfatlardandır.
48-Tevrat ve İncil böyle. Fakat Allah'ın inzal ettiği bunlardan ibaret de değil. Ey Muhammed asıl kitabı, o kâmil kitap olan Kur'ân'ı da hakkıyla hakka yakın olarak yani hakkın mânâsı, hakkın vasıtası, hak inzal ile sana indirdik, kitap cinsinden, Allah katından indirilmiş kitaplar cümlesinden önünde bulunanı tasdik edici, ve onun üzerine müheymin, yani diğer kitaplar üzerine emin bir nezaretçi ve şahit, kontrolcü ve hâkim olmak üzere hakkıyle indirdik. Ki bu kitap hem müheymin (koruyucu) olan Allah Teâlâ'nın bizzat muhafazası altında olarak bozulma ve tahriften masun (dokunulmaz olarak) kalacak. Hem diğer kitapların amel edilmesi gerekli olarak içermiş oldukları doğru hükümleri kaybolma ve bozulmadan koruyacak, şâhitliğiyle hakikatleri düzeltecek ve bozukları iptal edecek ve bunun tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer kitaplar ve geçmiş şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Bu kitap onlar üzerinde tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir merci, bir koruyucu ve murâkıb, bir hak şahid olacaktır .Ve artık Tevrat veya İncil ile hükmün mutlak olması da bununla mukayyed bulunacaktır.
MÜHEYMİN kelimesi, "heymene"den ism-i fâil olarak bir şey üzerine râkıb (gözetici) ve hafız (koruyucu) olan şahit ve emîn (inanılan) demektir. Diyorlar ki, bu vezinde dan, yani bu beş kelimeden başka kelime yoktur. Bazı lugatçılar bunun yerine ; yerine kabilinden olarak korkudan emin kılmak mânâsına den bir ism-i fâil olduğuna kâni olmuşlar ise de anılan benzerler mevcut iken, böyle bir tasavvurun gereksiz bir zorlama olduğu açıklanmıştır. İbnü Kuteybe bunun lafzının in ism-i tasğiri (küçültme ismi) zannetmiş ise de Ebu'l-Abbas Müberred bundan sakındırmıştır. Çünkü "müheymin" Allah'ın isimlerindendir de.
Şu halde sen, onlar, o sana gelenler arasında her kim olursa olsun Allah'ın hak ile indirdiği Kitap ile hükmet, sana gelen haktan saparak onların isteklerine, eğri arzularına uyma. Zira arzulara uyulmamak için sizden her birine yani siz İslâm ümmetinden yahut siz ümmetlerden her birinize, biz bir şir'a, hak maksûda götürür özel birer yol ve bir minhâc, yani bütün o yolları içine alan umûmî bir cadde, açık bir yol tayin ettik.
ŞİR'A, ŞERİA, MEŞRAA, asıl lugatta bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su içmek veya almak için gidilen yol demektir. Bunda insanların ebedî hayata ve gerçek saadete ermesi için Allah Teâlâ'nın koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiâre yoluyla isim verilmiştir ki din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak mânâsına "şeraa" masdarından veya bir şeye girmek mânâsına "şuru' "dan alınmıştır. Birincisi şâria (yol göstericiye), ikincisi sâlike (yola girene) göre münasebeti demek olur.
Minhâc da, vâzıh, açık yol demektir. Şir'a Fransızca "procede", minhâc da "methode" kelimeleriyle terceme olunabilir. Bazıları şir'a ile minhâcın bir mânâdan ibaret olup tekit için tekrar edildiğine ve her ikisinden de maksadın "din" demek olduğuna kâni olmuşlardır. Diğerleri ise aralarını ayırmışlar ve demişler ki, şir'a mutlak şeriatten, tarikat da mekârim-i şeriat (şeriâtın kıymetleri)ten ibarettir. Minhâcdan maksad budur. Şu halde şeriat önce, tarikat sonradır demişler. Müberred, "şir'a tarikın (yolun) başlangıcı, minhâc da devamlı tarik (yol)tir" demiştir. İbnü Enbârî de, şir'a o tariktir ki, bazan açık ve bazan kapalı olabilir; minhâc ise her halde açık olur, demiştir. Gerçek budur ki, âyette şir'a ve minhâc bir mânâdan ibaret değildir. Şir'a, zamanların ve zeminlerin, ahvâl (durumlar)in değişmesiyle değişebilen dinin fürûu (dalları); minhâc da daima sabit, açık ve devamlı olan dinin asıllarıdır ki, şir'a bunun şubeleri ve çeşitleri demektir. Her milletin mensub olduğu peygambere indirilen özel hükümler birer şir'a; Allah'a, peygamberlere, ahirete iman gibi bunların hepsinin müşterek ve birlik oldukları usul (asıllar) da minhâcdır. Bu iki durum dolayısıyladır ki bazen peygamber ve şeriatların ihtilaf noktasını, bazan da, "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (Şûrâ, 42/13) âyeti gibi ittifak noktasını gösteren âyetler görürüz. Nitekim burada da önce birbirlerinin izlerinden gönderilen peygamberlerin ve kitapların sonrakileri öndekilerini tasdik ettikleri, ikinci olarak bu devamlılık ve tasdik içinde şerîatların ve ümmetlerin çeşitli oldukları açıklanmıştır. Bunun birisi "Peygamberlerden hiç birinin arasını ayırmayız" (Bakara, 2/285), birisi de, "Biz, peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık" (Bakara, 2/253) âyeti dolayısıyladır. İncil'in, önündeki Tevrat'ı; Kur'ân'ın, önündeki Tevrat, İncil, bütün kitap cinsini tasdik edici ve birini diğerinden derecelerine göre temâyüz edici olarak indiklerini açıkladıktan sonra, bu âyet bize gösteriyor ki, geçmiş ve şimdiki ümmetlerden çeşitli ümmetlere, nefsani arzularına uymamaları için önce hallerine münasip birer şir'a ve minhâc verilmiştir. Mesela Hz. Musa'dan İsa'nın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası Tevrat'ta ve İsa'nın gönderilmesinden Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası İncil'de, Muhammed Aleyhiselâm'ın gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şir'ası da Kur'ân'dadır. Ve bütün bu şir'aların birlik ve sona erici oldukları bir küllî minhacı (yolu) vardır ki, bunda hepsi müşterektir ve bu Kur'ân'dadır. Bu şekilde Kur'ân, İslâm dini, Muhammed'e ait şeriat, her kitabın, her şeriatın esasını ihtiva eden ve mevcut olan her ümmetin hareketlerine hakim ve rehber olacak şir'asını toplayıcı olan bir hak yoldur. "O, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı". (En'âm, 6/165). Şu halde hükmün, herkesin keyfine ve arzusuna uymakla değil, Allah'ın indirdiği şir'a ve minhâc ile olması vaciptir. Mademki Allah çeşitli zamanlarda, çeşitli ümmetlere bir istifâ (seçim) ve gelişme silsilesi ile birer şir'a ve minhâc göndermiş ve sonra gelen önce geleni tasdik edici ve hakim kılmıştır. O halde sonra gelen şeriatın ortaya çıkmasından itibaren önce gelen şeriât ümmetinin de şeriati olduğunda, yani yahudilerin hıristiyanlığı ve her ikisinin İslâm'ı tanımaları gerektiğinde şüphe yoksa da önce gelen şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin de şeriatı mıdır, değil midir? Âlimler, Fıkıh Usulü ilminde ve bu âyetin tefsirinde bunu bahis konusu etmişlerdir. Bir kısım, mademki bu açıklandığı üzere her ümmete bir şeriat tahsis olunmuştur; o halde önce gelmiş olan şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin şeriatı değildir. Ve şu halde "bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatımız" değildir, demişler. Diğer bir kısmı ise: "Bizden önceki ümmetin şeriati, bizim de şeriatımızdır; fakat mutlaka değil, mensûh olmamak (hükmü kaldırılmamış olması) şartıyla" demişlerdir. Buna göre İncil veya İsa'nın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat hükümleri hıristiyanların da şeriatı olduğu gibi, Kur'ân ve Muhammed Aleyhisselâm'ın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat ve İncil'in hükümleri müslümanların da şeriatı demektir. Ve şu halde hükmü kaldırılmamış olan, yani İslâm'a ait nasslara aykırı olmayan yahudi ve hıristiyan hükümleri ile müslümanların amel etmesi caiz olacaktır. Fakat gerçek şudur ki yani "bizden önceki ümmetlerin şeriati bizim de şeriatimizdir; fakat mutlak olarak değil, Allah'ın kitabında ve Resulünün sünnette nakletmiş olması şartıyla". Şu halde hükmü kaldırılmamış olmak, aykırı bulunmamak yeterli değil; Kur'ân'ın ve Peygamber'in tasdikinden geçmiş olması da şarttır. Bu şekildedir ki, geçmiş şeriatler, bizim şeriatimizden bir parçadır ve bizim şeriatimiz, hepsini içermektedir. Bunun için Kur'ân'ın, geçmiş ümmetler, Tevrat ve İncil hakkında naklettiği kıssaları ve hükümleri onlardaki açıklamalara göre değil, Kur'ân'ın ifadesine ve Resulullah'ın beyanına göre anlamak gerektiği gibi; "Kur'ân'da filan hüküm, yahudi veya hıristiyan veya diğerleri hakkındadır. Mesela yahudilere aittir, şu halde biz müslümanların şeriati değildir" demekle de kalmamalıdır. İşte Allah böyle her ümmete bir şeriat vermiş ve onların hepsini de Muhammed ümmetine tahsis ettiği şeriatte "önündekini tasdik edici ve ona şahit olarak" hakkıyla nazil olan bu en mükemmel kitap ile minhâc (şeriat)ı İslâm'da toplamıştır. ü
Ey insanlar, ey çeşitli ümmetler Allah dileseydi sizi, önce gelen sonra gelen hepinizi, insanlığın başlangıcında olduğu gibi, bir ümmet kılardı da, beşer tarihi silsilesinde çeşitli ümmetler yaratmaz, birçok peygamber, birçok şeriat göndermezdi. Bütün insanlar, hayvan çeşitlerinin her birinde olduğu gibi devamlı, yeknasak (bitiveye) bir hayat içinde geçer giderdi.
Fakat böyle yapmadı ve öyle dilemedi de, birçok ümmetler ve zamanlarına, hallerine göre çeşitli şeriatler yaptı. Yaptı da önce yok iken Musa ile Tevrat ehlini ve ondan sonra İsa ile İncil ehlini ve en sonunda Muhammed (s.a.v.) ile Kur'ân ehlini yarattı ve her birinize bir şir'a ve minhac (yol) verdi ki her birinizi, size vermiş olduğu şeriatler hakkında da denesin, tecrübe yolundan geçirsin de o minhâc (yol) üzerinde yarış yaptırsın. Şu halde siz de hep hayır işlere, sonucu en güzel olan şeylere koşunuz, yarış ediniz de nefse ait arzularınıza, keyiflerinize uyup kalmayınız ve bu doğru yolda fikir ayrılığına girmeyiniz. Zira bugün ihtilaf ederseniz, yarın dönüşünüz bütün Allah'adır. O, hakkında ihtilaf ettiklerinizi size haber verir.
49-Ey Muhammed, sana bu hak kitabı bir de şu emri indirdik ki, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların heveslerine uyma!" Rivayet olunduğuna göre yahudilerden bir kalabalık toplanmışlar, "haydi bakalım Muhammed'e gidelim, belki bir fitneye düşürür dininden şaşırtırız" demişler. Varmışlar: "Ey Kasım'ın babası (Muhammed) demişler, bilirsin ki biz yahudilerin âlimleri ve önde gelenleriyiz biz sana tâbi olursak, bütün yahudiler de tabi olurlar. Şimdi bizimle hasımlarımız arasında bir dava var, senin huzurunda muhakeme olalım, sen de bizim lehimize hüküm ver de, biz de iman edelim, seni tasdik edelim." Resulullah bundan yüz çevirmiş ve bu âyet nazil olmuştur. Şu halde mânâ, duruşmadan çekinme, fakat hüküm vermeye gelince, Allah'ın bildirdiği hak ile hüküm ver de, onların isteklerine, haksız arzularına uyma. Ve iyi sakın ki, onlar seni, Allah'ın sana indirdiği şir'a ve minhâc (yol)ın bildirdiği hak hükümlerin tamamından şöyle dursun, birisinden bile aldatıp şaşırtamasınlar, hiçbir şekilde fitneye düşürmesinler, hükmünde küfürden, zulümden, sapıklıktan hiçbir eser bulunmasın. Şayet onlar bunu kabul etmeyip başkasını isterlerse o zaman bil ki, her halde Allah onlara başka bir sebeple değil, günahlarının bir kısım sebebiyle bir bela vermek istiyor. Ki Allah'ın iradesine karşı gelmenin ihtimali olmadığı bellidir. Bu bir kısım günahlar, Allah'ın hükmünü kabul etmemek, hakka aykırı hüküm isteme günahıdır. Bunun bu şekilde ifadesi şu mânâlara işaret eder: Önce gizliye göre bu günah, açıkça söylenmesi layık görülmeyen pek büyük bir günahtır. Haksızlar bile haklı gibi görünerek haksızlık peşinde dolaşırlar. Şu halde açıktan haksızlık istemenin ve Allah'ın hükmünü kabul etmemenin ne büyük bir günah olduğu düşünülsün! İkinci olarak, bu sevdada bulunanların pek çok günahları vardır. Ve bu büyük günah onlardan biridir. Üçüncü olarak, Allah dünyada her günah ile cezalandırmaz, tecil eder (sonraya bırakır). "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkla cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı." (Fâtır, 16/61) veya affeder, fakat doğru olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü kabul etmemenin günahı vâki oldu mu, bunun her halde cezalandırılacağının ve bunların haksızlıkla muhakkak bir felakete uğrayacaklarının bilinmesi lazım gelir. Böyle olmakla beraber insanların birçoğu fâsıkdırlar, malûm ve muayyen bulunan doğru sınırlardan çıkmakta ısrarlıdırlar. Ve işte bundan dolayıdır ki, hakk (doğru) olan hükümleri tebliğden sonra hüküm ve hükümete lüzum vardır. Ve hakimlerin hak ile hükmetmeleri ve bu sapıklar güruhundan olmamaları vacibdir. Yoksa haksız hüküm ve hükümet, musîbeti çabuklaştırmaktan başka bir şey yapmaz.
50-Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında bulunanlar, Allah'ın hükmüne razı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk, garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız davaya tâbi olan cahiliyet hükmü, cahiliyet kanunu mu istiyorlar? Halbuki hüküm ve hâkimiyeti Allah'tan daha güzel olan kim vardır? Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm, Allah'ın hükmüyle hükmeden hakimden daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu soru herkese değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar içindir. Bunu ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder. Yoksa küfür ve şüphe içinde bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar, bir zalimin haksız hükmüne "daha güzeldir" demekten çekinmezler.
Rivayete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî Kureyza yahudileri arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından musavat (eşitlik) ile hükmedilmesi üzerine Benî Nadir'in bu eşitlik hükmüne razı olmayarak cahiliye âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları sebebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe göre, yahudilerin İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm'ın hükmüne iman ve ittiba etmemekle yalnız Kur'ân'a ve Muhammed Aleyhisselâm'a değil, kendi dinleri ve kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı ve Musa şeriatını da tanımayıp mutlak ilâhî hükmü inkâr ederek cahiliye hükümleri peşinde koşmak istediklerini beyan ve isbat etmekle; hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref iddialarına rağmen cehalet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre de bu hükmün yalnız yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri hakkında da böyle olduğunu ve dolayısıyla İslâm şeriatının, umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu tanımayan yahudi ve hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış olacaklarını anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası vazifelerindeki genişliğin önemini göstermiştir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|