Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - En-am Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #19  
Alt 03.07.18, 11:55
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,933
Etiketlendiği Mesaj: 896 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

146-Hz. Peygambere vahyedilen böyle. Daha önce Yahudi olanlara da her tırnaklıyı haram kıldık. Zufur, tırnak demektir. Fakat Arapçada çeşitli hayvanların tırnaklarına ayrı ayrı isimler verilmiş olduğu için zufur kelimesinin kullanılması, tamamen lisanımızdakinin aynı değildir. Mesela at ve katır gibi tek tırnaklıya "hâfir"; sığır davar ve ceylan gibi çatal tırnaklıya "zılf"; deveninkine "huff"; canavarların pençesine ve yırtıcı kuşların çengellerine "mıhleb" ve diğerlerine "zufur" denilir. Bunların hepsine de gerçek olarak "zufur" denilir mi, denilmez mi? Bu konu ihtilaflıdır. Kamus'ta der ki: "Mıhleb yırtıcı canavarların pençesine ve yırtıcı kuşun çengeline denir ki, kaynak veya çıynak tabir olunur." Bir görüşe göre mıhleb, avcı olan kuşun; zufur ise avcı olmayanın çıynağına denilir. Demek ki, bu görüşe göre, mesela çaylağın çengeline bu sebeple, zufur denmez; ama meşhur görüşe göre zufur mıhleb'den daha geneldir. Şu halde serçe, tavuk ittifakla "zî-zufur" (zufurlu); atmaca, şahin ittifakla "zî-mihleb" (mihlebli), ihtilafla "zî-zufur" (zufurlu) da dahildir. Sonra hâfire, zılfa zufur veya zî-zufur denilmesinin mecaz olduğu da tefsirlerde açıklanıyor. Ancak mecâz olmakla beraber, böyle isimlendirildiği de inkâr edilmiş değildir. Ve işte bu mânâda zufur, bizim tırnak tabirimize uygundur. Daha sonra dilimizde tırnak, böyle hepsinden genel olduğu ve tek tırnaklı, çatal tırnaklı da denildiği halde, mutlak sûrette "tırnaklı hayvan" sözünden örfte kedi köpek vb. yırtıcı hayvanlar akla gelir. Fahruddin Râzî bu âyette de bu mânâsının anlaşıldığını söylemiş ve "zî-zufur"u mıhlebli yırtıcı hayvanlar ve kuşlar ve avcı hayvanlar ile tefsir etmiştir. İbnü Abbas, Mücahid, İbnü Cübeyr, Katâde ve Süddî'den ise bunun aksine deve ve deve kuşu, ördek, kaz vb. gibi parmakları açık olmayan hayvanlar diye nakledilmiştir ki, Zeccâc'ın tercihi de budur. İbnü Zeyd, bundan maksadın, bilhassa deve olduğunu; Dahhâk ise deve kuşu ve yaban eşeği olduğunu söylemiştir. Gerçi bu tahsisler âyetin geneline göre zayıf ise de, bunları da kapsadığını açıklamış olması bakımından özel bir önemi vardır. Kelbî, "kuşlardan her mıhlebli, hayvanlardan her hâfirli, yırtıcılardan her azı dişli" demiştir. Kutebî "burada zufur, hâfir yerindedir. Buna hayvanlardan her hâfiri bulunan dahil olur. Hâfire istiâre yoluyla zufur adı verilmiştir" demiş; Sa'leb, "avlanmayan zufurlu, avlanan mıhleblidir" demiş; Nakkaş da: "Bu değişmez değil, çünkü aslan zufurludur" demiş. Zemahşerî de: "deve, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar gibi parmaklı olanlar" diye tefsir etmiştir ki, birçok tefsircinin tercihi de budur. Ve bunda beygir gibi tek tırnaklılar dahil değildir. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre tabirinin deveyi kapsaması çoğunluğun görüşüdür. Fakat, isterse mecaz olsun hâfir'e de zufur denildiği inkâr edilmiş değildir. Bundan dolayı bizim anladığımıza göre sığır ve koyun dahil olmamak üzere gerek beygir gibi tek tırnaklı olsun, gerek parmak veya parmak belirtileri bulunsun, tırnağı bulunan hayvanların genelini kapsamış olmalıdır. Çünkü burada zufurlu, sığır ve koyun ile karışık gibi zikredilmiştir. Yahudiler, geviş getirmekle beraber çatal tırnağı bulunan hayvanların helal ve bu iki özellik bulunmayan hayvanların haram olduğunu söylemekte olduklarına göre sığır, koyun, keçi ve benzeri gibi hem geviş getiren, hem çatal tırnaklı olanlardan başkası kendilerine haram olmuş oluyor. Bu şekilde deve geviş getirse de çatal tırnaklı olmadığından; domuz çatal tırnaklı ise de geviş getirmediğinden; beygir, eşek, katır vesairede ikisi de bulunmadığından haram oluyorlar. Genel olarak kuşlar ve balıklarda dahi bu iki özellik bulunmadığından onların da haram olması gerekiyor. Halbuki balık haram kılınmamış olduğu için, yahudilerin kendi ifadeleri, kendilerine haram kılınanların tarifi konusunda doğru değil demektir. Şu halde Kur'ân'da balıkları kapsamamak ve sığır ve koyun karşılığı olmak üzere buyurulması, hem bu yönü hatırlatma, hem de yahudiler hakkındaki haram kılmanın kapsamının çokluğunu ve baskının şiddetini açıklamış olma bakımından, domuz ve yırtıcı hayvanlarla birlikte tek tırnaklıların, devenin ve bütün kuşların da kendilerine haram kılındığını göstermektedir. O halde mânâ şudur: Yahudilere sığır ve koyun dahil olmamak üzere diğer tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. sığır ve davardan da her ikisinin iç yağlarını, don yağlarını onlara haram ettik. Ancak her ikisinin sırtlarının veya bağırsaklarının taşımış olduğu yağlar yahut bir kemiğe karışmış olan yağlar -ki kuyruk yağı böyledir- bu üçü haram kılınmadı. Şu halde onlara haram kılınan sığır ve davar iç yağları, gömlek yağı denilen don yağıyla böbreklerin taşıdığı yağlar demek olur. Yahudilere olan bu yasağı saldırganlıkları sebebiyle onlara ceza olarak yaptık, yoksa aslında bunların hepsi kendilerine haram değildi. Bir zamanlar bıldırcın etleriyle beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık ve zulümleri; peygamberleri öldürme, faiz alma, hak yolundan engelleme, haram yeme, helalı haram, haramı helal sayma gibi saldırganlıklarından dolayı, sonradan kendileri birçok temiz rızıklardan mahrum edildiler. "Yahudileri yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı, kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık." (Nisâ, 4/160. âyete bkz.) Ve muhakkak ki biz doğru söyleriz. Haber vermede de, iyi ve sakındırıcı şeyleri vaad etmede de doğru söyleriz. Şu halde böyle saldırganlığa ceza olarak "yasak" haberi ve uyarısının da doğruluğunda şüphe yoktur. Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal sayanlar, sonunda baskı ve mahrumiyetle (yoksunlukla) cezalanırlar.

147- Bunun için ey Muhammed. Seni yalanlarlarsa -özellikle yahudiler- "Hayır, bize haram kılınanlar böyle değildi veya bu yasaklama, saldırganlığımızın cezası olarak değil, ta aslından böyleydi. Bu haram kılma ve ceza vahyi, bu haber ve tehdit yalandır" diyecek olursa "İsrailoğullarına bütün yiyecekler helaldi..." (Âl-i İmran, 3/93 âyetine bkz.) De ki Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Zorlamayı ve baskıyı sevmez; her günaha karşı sorgulayıp cezalandırmaz, tevbeyi kabul eder, rahmeti öfkesinden geniş ve öncedir. Bununla beraber günahkârlar topluluğundan O'nun şiddetli baskısı ve azabı geri çevrilemez, uzaklaştırılamaz. Genellikle günahkârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günahta devam ettikleri halde sonunda o geniş rahmetten yoksun ve bir azaba mahkum olurlar ki, bu red ve inkâr edilemez. Şu halde saldırganlığa ceza olarak yasağın genelleştirilip şiddetlendirilmesi inkâr olunamayacağı gibi, o geniş rahmet ile başlangıçta kazandıkları genişlik ve serbestliğe güvenip aldanarak hakkı yalanlamak sûretiyle büyük suç işleyen günahkârlar da, başlangıçta cezalandırılmasalar bile, sonunda ilâhî baskı ve azab ile, genişlikleri darlığa, seçme serbestlikleri de zorlamaya dönüşerek şiddetli azabı tatmaya mecbur olurlar. Ve bundan kurtulmaya imkan bulamazlar.

Sözün kısası, Yüce Allah'ın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkârlara er veya geç azabı da kesindir. Şu halde Allah'ın iradesini ilgilendiren şeylerin bazılarının ceza ve azab olduğu da muhakkaktır. İlâhî takdirde insan için serbestlik de var, zorlama da vardır. Yukardan beri anlaşılageldiği ve özellikle âyetiyle özetlendiği üzere, ilâhî, buyruklar, emir ve yasak, helal ve haram, sevap ve ceza mecburiyette değil serbestlikte vardır. Tâat, bu buyruklara serbestçe uymak; günah ise bu buyruklara yine serbestçe karşı gelmektir. Böyle serbest davranışları ve kulun dilemesini yaratmayı takdir, İlâhî iradeyi, kulun iradesine bağlamak ve tertib demek olduğundan, bunlar da kaza ve kaderdir, sırf zorlama değildir. Gerçi Allah dilemeyince kimse bir şey yapamaz. Ancak, suçun takdir edilmesi ve ilâhî iradeye yakınlığı Allah'ın rızası değil, suçlunun rızası bakımındandır. Nitekim "Ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.." (En'âm, 6/113) buyrulmuştur. Rahîm olan Allah, günaha razı olmadığı için ona ceza ve azab takdir ettiği şeyleri de günah olarak takdir eylemiş. Bunları seçebilmek için insanlara anlama ve sezme yeteneği, peygamber, kitab, akıl ve hikmet de vermiştir. Buna karşı günahkârın arzu ettiği suç ve günaha izin vermesi de, günaha rızasından değil, kulun rızasını yerine getirme ve dilediğini gerçekleştirerek sorumluluğunu ortaya koymak içindir. Ve bu isteğin yerine getirilmesi, kulun rızası olduğu için, başlangıçta bir rahmet ve fakat, o günah, Allah'ın hoşlanmadığı ve katında cezayı gerektiren bir iş olduğu için de sonuç itibariyle bir azabtır. Ve bundan dolayıdır ki, Allah'ın suçlulara zaman tanıması ve dileklerini yerine getirmesi, sonuç olarak onlara acil cezadan daha büyük ve önlenmesi imkansız bir azab ve cezaya terk ve rıza demek olduğundan "İşte kâfirlere yaptıkları, öyle süslü gösterilmiştir" (En'âm, 6/122), "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları şeylerle başbaşa bırak." (En'âm, 6/112), "Allah isteseydi ortak koşmazlardı." (En'âm, 6/107) buyurulmuştur. Madem ki Allah'ın dilediği şeyler arasında rahmete karşılık ceza ve azab da muhakkaktır, o halde Yüce Allah'ın her irade ve yaratmasının, her yönden rızasını gerektirdiği ve sakıncasının bulunmadığı söylenemez. Allah'ın rızasının delilini iradesi hakkında değil, emir ve yasağında aramalıdır. Şu halde "Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." buyurulduğundan dolayı "Allah istemeseydi filan günah yapılamazdı; mesela yalan söylenemezdi; o halde günahta, yalan söylemekte sakınca yoktur, Allah buna razıdır" şeklinde bir yaklaşımla Allahın açıklamalarını yalanlamaya kalkışmak, bile bile ateşe atılmaktır.

148-Böyle iken bu inkâr, mümkün olmayan ilâhî tebliğlere karşı o şirki alışkanlık edinmiş olan müşrikler, "Allah dilemiş olsaydı ne biz ne de atalarımız müşrik olmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık" diyecekler. "Diyecekler" buyrulmasından anlaşılıyor ki bunlar, bunu, bu âyetlerin inmesi sırasında daha söylememişler, fakat bundan sonra muhakkak söyleyecekler ve bu onların gelecekte bir küfürleri olacaktır. Şu halde bu âyet, öncekiler gibi onların geçmişteki olaylarını değil, gelecekteki sözlerini, suçlarını, olmadan önce haber verme ve cevabını göstermedir. Gerçekten müşrikler daha sonra bunu söylemişler ve bu haberin doğruluğu da gerçekleşmiştir. Nitekim Nahl sûresinde "Allah'a ortak koşanlar, 'Allah isteseydi ne biz, ne de atalarımız, O'ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık' dediler." (Nahl, 16/35) âyeti mâzi siğasıyla bu gerçekleşmeyi açıklamıştır ki, bunlar, Kur'ân'ın, Allah katından gerçek bir vahy olduğunu apaçık göstermektedir. Yani müşrikler bu doğru delillere karşı şirk ve haram kılmadan vaz geçmemek ve seni yalanlamak için tutunacak hiçbir şey bulamayacak ve ancak şirk ve haram kılmama kötülüğünü inkâr ve Allah tarafından tasvibini iddia ederek diyeceklerdir ki: "Allah, bizim müşrik olmamızı ve bahsedilen ürün ve hayvanlardan hiçbir şeyi haram kılmamamızı dilemiş olsaydı biz bunları yapamazdık; ya bize seçme hürriyeti vermez, hepimizi imana mecbur kılar veya bize yardım eder, imanı tercih ettirir ve daha ne yapar yapar şirk ve haram kılmaya engel olurdu da ne biz, ne de atalarımız müşrikliği ve o haram kılmayı istesek de istemesek de yapamazdık. Fakat biz bunları atalarımızdan beri yaptık. Demek ki şimdiye kadar bizim hakkımızda Allah, geçmişimiz için bunun zıddını dilememiş, bizim dilediğimiz bu müşrikliği ve haram kılmayı dilemiştir." İşte bu şartlı önermenin anlamı ve mantıkî sonucu budur. Ve bu kadarla bu söz doğrudur. Ve "Rabbin dileseydi onu yapamazlardı." ilâhî sözünün mânâsıdır. Bundan doğru bir sonuç almak gerekince, "artık ne yapalım cezamıza razıyız" demek gerekir. Fakat sözün gelişinden anlaşıldığına göre, onlar bunu itiraza bahane ederek "Madem ki geçmişimiz için Allah başka dilememiş, böyle dilemiş ve biz böyle yapmışızdır; demek ki bunlar bizim rızamız gibi Allah'ın da rızasına uygundur. Ve yalnız bir uydurmamız değil, Allah'tandır. Çünkü Allah razı olup dilemesiydi biz nasıl iftira eder, yalan söyleyebilirdik; o halde geleceğimiz için de bunda bir sakınca yoktur.

Şu halde şirk ve haram kılmanın yasak ve suç olduğuna inanmayız, önce yaptık yine yaparız; eğer bunda bir kötülük var da Allah razı değilse, bundan böyle bizi zorla ve fiilen önlesin, yoksa biz kendi isteğimizle vaz geçmeyiz" gibi bâtıl bir sonuç çıkarmak isteyecekler ve böyle derken, her yaratmayı dilemenin, mutlak rızayı ve sakıncasız olduğunu ve kaderin zorlamayı gerektirmeyeceğini; olayların hepsinin ve mümkün olan her insan fiilinin onun lehine ve çıkarına olmadığını ve mesela Allah'ın iradesiyle ateşin insanı yakabildiğini ve zehirlerin öldürübileceğini; aynı şekilde Allah, bir yalancının yalan söylemesine ve bir iftiracının iftira etmesine müsaade etmiş olmakla, yalanın gerçek olmayacağını ve bunun gibi, yaratma ve ilâhî irade ile, müşrikin şirke ve haram kılmaya imkan bulmasından şirk ve haramın da aslen sabit olması gerekmeyeceğini ve dün sakıncası görülmeyen bir şeyin veya fiilin, yarın sakıncalı görülebileceğini; geçmişte fiilen gerçekleşen olaylara bakarak, İlâhî irade ve kaderin hükmü bir dereceye kadar bilinmiş olsa bile, geleceği ilgilendiren ilâhî takdirin ve kaderin hükmünün, insanlar için gizli ve bilinmeyen olduğunu; bununla beraber bu şirk ve haram kılma yüzünden evlatlarını öldürmek ziyanına düşünlerin geçmişleri hakkında da bunların kötülüğünü inkâr etmelerinin yalan olacağını; aynı şekilde yine geçmişte peygamberleri ve Hakk'ın delillerini inkâr edenlerin nice cezalar gördüklerini ve sonra ilâhî iradeyi tek delil kabul ederek, şirki red ile imanı ve helalin tasdikini yalnız ona bağlamak, tevhidin hakikatini ve Yüce Allah'ın tek yaratıcı ve hâkim olduğunu, şirk ve haram kılmaya hiçbir delil ve kanıt bulunmayacağını dolaylı yoldan itiraf demek olduğu halde, tevhidden şirki, helal kılmadan haram kılmayı, iradeden zorlamayı anlama ve isbata kalkışmanın nasıl bir çelişki olduğunu düşünmeyecekler ve anlamak istemeyeceklerdir.

İşte ey Muhammed, böyle -bu yalanlama gibi- yani öyle diyecek olan ve öyle söyleyerek ortak koşmanın ve ürün ve hayvanları haram kılmanın Allah tarafından yasaklanmış ve azab ve cezayı gerektiren suç olduğunu inkâr edecek olan Kureyş müşriklerinin fiilerinden zorunlu yaptırım ile engellenmemiş ve haber verilen ceza ve azabı henüz tatmamış olduklarından dolayı, bâtıl zanlarına göre, varsayımlar ile doğrudan yanlış ve bâtıl sonuçlar çıkararak seni yalanlamaları gibi- dir ki bunlardan öncekiler -yani geçmiş peygamberlerin ümmetleri- ceza ve azabımızı tadıncaya kadar yalanlama işini yaptılar da, sonunda o inkâr ettikleri azabımızı tattılar. Şu halde, o müşriklerin geleceği geçmişe kıyas ederken geçmişte ceza olmadı zannetmeleri de yalandır. Ey Muhammed, sen öyle diyecek olan müşriklere şöyle de yanınızdan bir ilim; delil göstermeğe değer bildiğiniz bir şey var mı ki, bize onu çıkarasınız? Yoksa bu dolaylı yoldan çıkardığınız sonuç ilim değil, cehalettir. Bu söylediğiniz kazıyye-i şartıyye (şartlı önerme) den çıkarmak istediğiniz sonuç çıkmaz. Bununla, şirk ve haram kılmada isabetinizi ispat değil, nihayet gerçekte müşrik olduğunuzu, ürün ve hayvanları haram kılmış bulunduğunuzu ikrar ve yalancılığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bu sözde ilme değil zan ve kuruntuya uyuyorsunuz. Atalarınızdan beri bu yalan ve iftiraya imkan bulabildiğinizden, yalancılığınızın emri vaki olmasından, yalanın da gerçekte doğru olması gerektiğini ve İlâhî iradeye uygun bulunduğunu varsayıyorsunuz. Ve siz başka bir şey yapmıyor, ancak kendi gönlünüze göre varsayımlarda bulunuyor, yalan söylüyorsunuz. Hakkı ve doğruyu nefsin gerçeğe uygunluğunda değil, gerçeğin nefse uygunluğunda arıyor ve apaçık olan ilmî ve gerçek deliliyle ve ölçüsüyle ölçmüyor, sadece kişisel eğilimlerinizle ölçüyor, nasıl arzu ve tahmin ederseniz hak öyle olur varsayıyorsunuz da, istememeniz, görmemeniz, anlamamanız, inkâr veya değiştirmenizle gerçek değişir sanıp kendinizi aldatıyorsunuz. Hatta kendi eyleminizi ve öznelliğinizi bile tam anlamıyla değerlendirmiyor, serbestçe yaptığınız işlerle İlâhî iradenin, sizin iradenizi takip ettiğini ve bu yüzden birçok hatalar ile üzüntüler, zararlar çektiğinizi düşünmeyip kuru inkâr ile sorumluluktan kurtulacağınızı sanıyorsunuz.

149-Ey Muhammed, şu halde, en kesin ve üstün delil Allah'ındır, de. Yani madem ki siz ilme ve gerçek delillere önem vermeyip hayatınızın istediği varsayımlarda bulunuyor ve delil olmaya değer bir bilginiz olmadan, eyleminizin yalanınızın cezasını inkâr ediyorsunuz, o halde aleyhinizde "O'nun azabı, suçlu toplumdan geri çevrilmez" (En'âm, 6/147) hükmünü uygulamak için suçluluğunuz, iftiracılığınız, yalancılığınız davasını en güzel şekilde ispat edecek, son derece açık, sağlam ve değişmez, bozulması ve geçersiz kılınması mümkün olmayan delil, Allah'ındır. Çünkü Allah, dışta ve içte bu kadar deliller, geçmiş ve şimdiki toplumlarda birçok ibret örnekleri ortaya koymuş ve geniş rahmetiyle size göz, kulak, akıl, anlayış ve dilediğini seçme yeteneği vermiş, Kitap ve Peygamber göndermiş "Doğrusu size Rabbinizden basîretler (gönül gözleri, gerçekleri anlama yetenekleri) geldi. Artık kim gerçeği görürse yararı kendisine, kim de gerçeğe kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bekçi değilim" (En'âm, 6/104) buyurmuş, davranışlarınızın kötülüğünü ve onları rıza veya razı etmeyle hoşlanarak zevkinizle, kazanmanızla ve bu durumda sorumluluğu, lezzeti ve üzüntüyü size ait olmak üzere yarattığını ve bunun sonunda bir haşr ve ceza gününün geleceğini ve zalimlerin kurtulaşa eremeyeceğini anlatıp, bu helal ve haram hükümlerini açıklamak ve sonunda sözünü bildirmek ve sizin bunlara karşı tutunmak isteyeceğiniz bu istidlâlinizin (herhangi bir delile dayanarak sonuç çıkarmasının) boş ve geçersiz olduğunu bildirmiştir. Bir de İlâhî delilin etkisini ve güzelliğini anlamalı ki, siz bunun karşısında tutunacak, söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz da, Allah'a karşı yalnız Onun iradesiyle lehinize delil gösterip sonuca varmak istiyorsunuz; bu ise tamamen sizin aleyhinize bir delildir. Bu bakımdan en kesin ve üstün delil (hucceti bâlığa) Allah'ındır. Çünkü "Allah dileseydi biz bu şirk ve haram kılmayı yapamazdık" demek, Allah'ın iradesine karşı gelebilecek hiçbir irade olmadığını itiraf etmektir. Bu ise Allah'ın ortağı olmadığını ve Allahtan başka ibadet edilecek bir varlık, bir yaratıcı ve mutlak hâkim bulunamayacağını ve bütün şirk davalarının geçersiz olduğunu itiraf etmektir. O halde siz bu istidlâl ile şirk ve haram kılmanın doğruluğunu ispata kalkışmakta çelişki içindesiniz. Kendi davanızı bozup geçersiz kılıyor ve tevhîdi ispat etmiş bulunuyorsunuz; sonra da dönüp bununla şirki ispat ve tevhidi bozduğunuzu zannedip, peygamberi yalanlamaya kalkışıyorsunuz. Şu halde bu ilâhî irade delili sizin lehinizde değil, tamamen aleyhinizde en kesin ve üstün olan İlâhî bir kanıttır. Aynı şekilde şunu unutmamak gerekir ki siz, Allah'ın iradesinin ayrıntısını, geçmiş ve gelecekteki tecellilerini ve alakalarını tamamen bilemezsiniz, onu ancak O bilir. "Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O'nun yanındadır." (En'âm, 6/59) ve siz, O'nun iradesinden değil, kendi iradenizden sorumlusunuzdur. Ve Allah'ın geniş rahmetiyle bazı fiillerinizde size irade verdiği ve sizin hakkınızda kendi iradesinin bir kısmını sizin iradenize, istek ve kazancınıza bağlı ve ilgili kıldığı ve "Ama kim mecbur kalırsa, başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan (bunlardan) yemesinde bir günah yoktur" (Bakara, 2/173) buyruğunca, mükellefiyet ve sorumluluğunuzun bu kısma ait olduğu da muhakkaktır. Allah dilemeden sizin hiçbir şey yapamayacağınız nasıl apaçık ise, Allah'ın bazı şeyleri de sizin dilemeniz üzerine ve sizin rızanız ve isteğinizle yaptığı ve bu şekilde de birçok şeyler yarattığı daha açıktır ki, işte sizin sorumluluğunuz bu noktada, geniş rahmeti ve suçluların cezalandırılması bu noktadadır. İman ve ibadet de bu türdendir. O halde sizin sorumluluğu inkâr etmek için kendi iradenizi bırakıp da Allah'ın, ayrıntısını bilmediğiniz iradesiyle istidlal etmeniz veya Allah'ın sizin iradenize bağladığı iradesini aksine değiştirmeye kalkışıp iradenizi Allah'ın iradesine bağlamanız ve şu halde O dilemeseydi biz müşrik olmazdık; o halde O dilemeyince iman etmeyiz demeniz, Allah'ın tamamen aleyhinizde açık ve kesin bir delilidir. Çünkü Allah'ın iradesini tutanak ediniyorsunuz, hem de Allah'ın dilemediğini diliyorsunuz. Niçin müşrikliği, yalancılığı beğenip tercih ediyorsunuz da, imanda, doğrulukta zorlama istiyorsunuz. Sonra da şirkinizin, iftiranızın cezasını işittiğiniz zaman, Allah imanımızı dilemedi ki, iman edelim, diyerek itiraza kalkışıyorsunuz. Ne biliyorsunuz ki, siz iman etmek dilerseniz Allah dilemeyecekti? Niye bilmiyorsunuz ki, Allah size dileyin dedi de siz dilemediniz? Madem ki irade Allah'ındır, elbette Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, bu muhakkaktır. O halde siz dileseniz de dilemeseniz de şirk, batıl ve müşriklerin kurtuluşa ermeyeceği, günahkârların ve yalancıların ceza göreceği de muhakkaktır. Evet Allah herkese genel olarak doğru yolu dilemiş olsaydı müşrik olsun, olmasın hepinizi doğru yola iletir, imanda başarıya ulaştırırdı. Fakat siz de biliyorsunuz ki, hepinizi doğruya iletmemiştir; kiminiz doğru yolda, kiminiz sapıklıktadır. Ayrıntıların belirlenmesinde ihtilaf etseniz bile, şunda ittifak edersiniz ki, karşı çıkan çıkmayan (muhalif-muvafık), inanan ve inkâr eden hepiniz doğru yolda değilsinizdir. Demek ki Allah hepinizin genel hidayetini, topluca doğru yola ulaşmasını dilememiş, hidayet isteyene hidayet, sapıklık isteyene de sapıklık dilemiştir. Şu halde ilâhî irade de bir kısmınızın, yani doğru yolda olmayanların kurtuluşa ermeyeceği ceza ve azab göreceği belli ve muhakkaktır. O halde ceza ve azabı inkâr edenler doğru yolda değildirler. Ve bunların ceza ve azab göreceklerini red ve inkâr etmek de mümkün değildir. İşte bu hususta ilâhî irade ile istidlalden alınacak doğru sonuç budur. Yoksa müşriklerin, suçluların ve yalancıların gerçekte var olmalarından, yani Allah'ın bunları yaratması ve kendi dilekleri olan suçluluklarını irade etmiş olmasından o suçun, o yalanın, o şirk ve haram kılmanın da Allah'a ve Allah'ın emrine, rızasına isnad edilmesi gerekmez. Allah katında suçlunun suçluluğu muhakkak, suçu ve suçunun cezası da muhakkak; yalancının yalancılığı muhakkak ve ilâhî iradeye uygundur, rızasına uygun değildir. Fakat söylediği yalanın anlamı pratikte gerçekleşmez. Allah'ın ne iradesine, ne de rızasına uygun değildir. Çünkü yalanla ilâhî irade ilgili olsaydı yalan olmaz gerçek olurdu. İşte şirk ve haram kılma, ürün ve hayvanlar da böyledir. Müşrik var, suçu da var, cezası da vardır. Bunlarla ilâhî iradenin ilgisi vardır, fakat müşriğin iddia ettiği, Allahın ortakları olması ve haram yalandır.Bunlarla ilâhî iradenin ve ilâhî rızanın ilgisi yoktur. Ceza da bundandır.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147