FALK , yarmak, çatlatmaktır. HABB "habbe"nin; NEVÂ da çekirdek demek olan "nevât" ın çoğulu yerinde cins ismidir. Habb, tane, ot tohumlarına; nevât, çekirdek de ağaç tohumlarına delalet eder. Bununla beraber ot ve ağaç ikisi de bitkisel olduğundan, nevâtı tanenin içindeki bitkisel maya gibi düşünmek mânâ bakımından daha uygun olacaktır ki, bir tanenin içindeki öz, bu maya, bir hurma veya üzüm tanesinin içindeki çekirdek gibidir. Buna nevât kelimesinin küçültülmüşü olarak "nüveyye" de denilir ki Fransızların "nuvoyya" deyimi bundan alınmış görünür. Bakınız bir tane, bir çekirdek bir yere düşer, bir müddet geçirince Allah o tane, o çekirdek içinden bir hareket, bir basınç, bir filizlenme meydana getirir, onu altından, üstünden yarar, çatlatır; sükûn halini, hareket haline; bitişme halini, ayrılma haline çevirir, Üstteki çatlaktan bir çenekli veya iki çenekliler olarak havaya yükselen ağaç, altındaki çatlaktan toprağa geçen ve saçak denilen ağaç çıkar ve o tane, o çekirdek, önce böyle biri yukarı yükselen, biri aşağıya inen iki çeşit tabiatta bulunan iki ağacın bitişme sebebi olur. Parmakla eziliverecek kadar ince ve yumuşak olan o saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği derecede sert olan yerleri ve bazı zaman kaskatı taşları bile çatlatır, aralarına girer ve sonra bir bitki, bir ağaç üzerinde o kadar şaşırtıcı ve mükemmel bir şekilde çeşitli tabiatlar kazanır ve bu çeşitli tabiatların hepsi öyle bir ahenk ve nizam ile işler, çalışır ki acaiblik ve inceliklerinin açıklama ve izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıp çıkan kabuk, ağaç, öz, damar, kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler, ışıklar bu çeşitli tabiatların her biri bütün tabiat kuvvetleri üzerinde hüküm ve tesir icra eden ve sanat ve güç açıklayan yaratıcı kudretin aciz bırakan delillerinden olan birer âlemdirler. Bunları daha geniş bir zevk ile seyretmek istiyenler bitkilerin anatomisini, dokularını, uzvî maksatlarını incelesinler ve mutalaa etsinler. Sonra çatlaktan çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen, sıfatları, özellikleri, renkleri, şekilleri, tadları, tabiatları çeşitli olan bu farklı cisimlerin ortak mesaîlerinden aslî gaye olan meyve doğar. Bir tane veya bir çekirdek yerine kat kat kutular, kaplar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri olgunlaşınca yeni bir âlem olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere yere atılır. Çıkış yeri bir ve tabiatın, yıldızların, mevsimlerin, unsurların tesirleri, şartları eşit olduğu halde bir taneden, bir çekirdekten bu kadar çeşitli cisimler ve tabiatların çatlayıp çıkması, tabiatların ve unsurların değil, hikmet sahibi merhametli, güçlü ve dilediğini yapan, varlığı kendinden olan Allah'ın takdir ve tedbirinin eseri olduğunda şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları bitirip çıkaran yaratıcı kudret ne ise, yine toprakta bunlardan çekirdeği bitiren yaratıcı kudret de odur. Gerek taneyi, çekirdeği yararak bitki ve ağaçlar çıkarmak ve gerek bir yarılmadan tane, çekirdek yaratmak, her iki mânâsıyla "taneyi ve çekirdeği yaran" O'dur. Şu halde doğrudan doğruya topraktan tane ve çekirdeği yaratıp çıkaran da O'dur. O, böyle ölüden diri çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur. Ve bu mânâ hayvanlarda daha derin ve daha büyük şümûl ve güzellik ile açıktır. İşte Allah bu yarma ve fıtratı yapan, ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar üzerinde hakim olan mutlak güçlü, dilediğini yapandır. Şu halde ondan nasıl çevrilir de başkasına taparsınız? Yahut O'ndan, O'nun hükmünün ve kudretinin tesirinden nerede kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun, gerek ölümde; gerek hayvanlara karışın, gerek otlara; gerek yere geçin, gerek göğe çıkın; gerek karanlıkta bulunun gerek aydınlıkta; hasılı hiçbir halde, hiçbir noktada onun elinden kurtulamazsınız.
96-Zira sabahı çatlatan; karanlıkları yarıp sabah yapan, aydınlığı aksettirip tan attıran O'dur. O geceyi dinlenme yeri yapan; dinlenecek, istirahat edecek bir sükûnet okyanusu, Güneş ve Ay'ı da hesap yapmıştır. (Âsım, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'den başka imamlar okunur). Yokluk karanlığını yarıp tan attırarak yoğu var eden ve ufku, sabah ve güzellikle açıp vücuda, hayata uyanıklık, hareket ve faaliyet veren ve geceleyin bunları gizliyerek heyecanlarını teskin etmek ve yorgunlukları dinlendirmek için bir sükûn perdesi çeken yine O'dur. Gündüzün alameti olan Güneş ve gecenin alameti olan Ay bunların yapıcısı ve âmili değil, hesap vasıtalarıdır. Hepsi hesaplı yapılmıştır. Ve insanlar faaliyet ve sükûnlarının hesabını vermekle mükellef bulunduklarından, Allah Teâlâ miktarlarını ve sayılarını tayin ve tahsis ederek hesabı da yaratmış, Güneş ve Ay'ı bu hareket ve sükûnun hesabına birer alamet yapmıştır. bütün bunlar, bu çatlamalar, bu yapıcılar, bu hesaplar o aziz ve alîmin takdiridir. Ne hesapsız, takdirsiz, gelişi güzel, keyfe göre oluvermiş bir tesadüftür, ne de yaptığını bilmeyen kör bir tabiatın birbirini takip etmesidir. Böyle bir varlık ve yokluk, karanlık ve aydınlık, hareket ve sükûn gibi ikisi de bir yere gelmek ihtimali bulunmayan çeşitli ve çelişkili tabiatların her birine birer belli ölçüyü tahsis ederek birer sınır koyup, sonsuz ihtilaflarına rağmen hepsini bir telif ve terkib nizamı içinde kesin bir hesap ile yürütmek, elbette hiçbir tabiata boyun eğmeyen eşsiz bir üstünlüğün ve kudretin, gizli ve açığı gören, bilen, sonsuz bir güçlü ilmin sahibi olan bir aziz ve bilenin açık eseri ve güzel yapısıdır. Şu halde o yaratıcı ve var edici olan Allah yalnız kâdir (güçlü) değil, ortak ve benzeri yok bir üstün ve bilgindir de. Bunu hesaba almayıp da ondan yüz çevirmek ve onun izzeti altında ve ilminde bulunan tabiat veya hayata veya astronomiye ait güçlere bağlanıp tapmak ve sonra onun hesabından kurtulmak nasıl mümkün olur? Halbuki:
97- O hem öyle bir Allah'tır ki, sizi yıldızlar için değil, yıldızları sizin için, yani kara ve denizin karanlıklarında bunlarla doğru yolu bulasınız, bunların delaletiyle hedefinizi, yönlerinizi ve kıblenizi, maddî manevî yolunuzu doğrultasınız diye yapmıştır. Şu halde bunlar size ilgileri bakımından üzerinizde hakim ve idareci birer mabud değil, menfaatlerinize hizmet veren birer hidayet fanûs (cam kap)u ve rahmet alametleridirler. Şüphe yok ki biz bilgi sahibi olanlar için bu âyetleri açıkladık. Birinci olarak gökteki yıldızlar gibi nokta nokta ayırt edilerek veciz bir şekilde çoklukla zikir ve beyan edilen bu âyetler herkese hidayet olmakla beraber öyle ilmî noktalardır ki bunlardan ilim ehli olanlar, bilmek şanından bulunanlar istifade ederler. İkinci olarak bunların hilkat kitabında, toprak ve denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, hava boşluğu ve astronomide o kadar çok tafsilatı vardır ki, bunlardan faydalanmak da ilim ehli olanlara, ilmî kabiliyeti bulunanlara mahsustur. Bundan dolayı müslümanlar, bu prensipleri esas kabul ederek Botanik, Zooloji, Aritmatik, Astronomi, Meteoroloji, Gökbilim, Matematik ilimlerini öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hasılı bu Kur'ân âyetleri o kadar geniş bilimleri içerirler ki bunun açıklama ve tafsîlinde "De ki: Rabb'imin sözlerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, bir aynı da ona ilave edilse Rabb'imin sözleri bitmeden, denizler tükenirdi" (Kehf, 18/109) âyetinin hükmü geçerlidir.
98- Yine o öyle bir Allah'tır ki sizi başlangıçta bir nefisten yarattı. Bir candan, bir Âdem'den neş'et ettirdi, üretti. (Nisâ sûresinin başına bak.) sonra bir müstekar (karar yeri) ve müstevda (emanet yeri) var. Çeşit çeşit.
MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA, istikrar (yerleşme) ve istîda (emanet bırakma) mânâsına mimli masdar veya yerleşme yeri veya emanet yeri mânâsına yer ismi olur. Yani hepiniz bir nefisten meydana gelmiş olduğunuz halde her birinizin bir istikrar haliniz, bir istîda haliniz var. Sırt omurgasından rahime, rahimden dünyaya, dünyadan kabre, kâh yerleşme, kâh emanet olarak bırakılma, iki nöbetleşen hâl içindesiniz; yahut kiminiz istikrar yeri, kiminiz istîda yeri, bazınız erkek, bazınız dişi. Yahut kiminizin yerleşme yeriniz, kiminizin emanet bırakma yeri var; bazınız döl sahibi, bazınız rahim sahibi; bazınızın karargâhı, evi, vatanı var, bazınız gurbette, yolculukta veya göçebe. (İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde kaf'ın esresiziyle ism-i fail olarak okunur ki bu şekilde ism-i mef'ûldur. İstikrar lazım olduğunda ism-i mef'ûl olamaz. Fakat istîdâ iki mef'ûlüne ta'diye eder ki birisi emanet bırakılan şey, diğeri de kendine emanet edilen şeydir. Ve bunun ikisine de "müstevda" denilir ve burada birincisidir . Şu halde bu kırâete göre mânâ: Hepiniz bir nefisten meydana getirilmiş olduğunuz halde kiminiz yerleşmiş bulunuyor, istikrar halinde; kiminiz de henüz emanet halinde. Yani kiminiz henüz çıkış yeri olan sulb (bel omurgasın)dan ayrılmamış orada duruyor; kiminiz rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir mânâ ile: Kiminiz, rahimde yerleşmiş; kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor. Yahut kiminiz bilfiil yaratılmış; kiminiz de henüz kuvve (his=duygu) halinde. Yahut kiminiz kararını bulmuş, erginlik ve kemaline ermiş, kiminiz de henüz velayet ve vesayet altında. Yahut kiminiz yerleşmiş; medeni veya ikamet eden; kiminiz yolcu veya gezegen nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı dünyada. Hasılı kaynak bir, oluş çeşitli, yapıcı ve durumlar, birbirini takib etme de ve değişim içinde hem birlik, hem halinde değişik de değişik! Şu halde normal bir bakış açısıyla bakıldığı zaman ilim ve fenin en büyük kanunu olan tabiatın muntazam bir şekilde birbirini takip etmesi kaidesi gereğince bu çeşitlenme ve değişmenin olamaması ve bu neş'etin bulunamaması gerekirdi. Eğer bu olaylar olmasaydı da mesele tabiat itibariyle teorik olarak düşünülseydi, bu meydana gelmelere mümkün olmayan bir çelişki gözüyle bakılması lazım gelirdi. Halbuki âleme göre bile, tek kaynaktan çok ürün ve birbirine uymayan şeyin meydana gelmesi olağan bir iştir. Ve olay, olaydır. Demek ki olayın sebebi, madde ve kaynağın tabiatı değil, yaratıcıdır. Maddeye ve kaynağın tabiatına eklenen her hadisede yeni bir yaratma vardır. Yani maddesiz icat etme gibi zât ve yaratıcının sıfatından başka hiçbir şarta dayanmayan bir yolun icadı, bununla beraber bu icadı, geçmiş icada uydurarak ve bağlayarak onu büyüten ve artıran bir takdir ve bir güzel sanat vardır. Maddeyi kendi tabiatında devam ettirmeyip de yarmak ve ona onda bulunmayan bir çeşitlenme ve değişim vererek tekden çok, uyandan uymayan ve uymayandan uyan çıkararak birçok dallar ve çeşitli şubeler meydana getirmekte de ilk maddeyi yoktan icat etme gibi madde ve maddenin tabiatı dışından gelen açık bir yaratma ve tesir, yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delalet eden bir güzel sanat okunur ki, bunun delalet çeşitleri tabiatın mânâsı olan istikrar ve birbirini takip etmenin zıddı olup, onu tamamen veya kısmen değiştiren yeniliklerin, değişimlerin varlığıdır. Her istîdâ (emanet bırakma), her yenilik, her sonradan oluş, her ârız oluşlar, her değişim bir yaratma delili ve bunun için de her devamlılık, her birbirini takip etme, her uygunluk, her nizâm, bir sanat delili'dir. "Bir"in çok, değişkenin uygun olması bir çelişki olduğu halde, "bir"den çok, uygundan değişken yapılması ancak yaratma ve meydana getirme ile mümkün olur. Bazıları yoktan ebediyi yaratmayı illet (sebep) ve tezâyüf-i illiyet (sebebin daralması) kâidesine zıt zannederler. Tabiate göre bir de yoktan yaratmak, yokluğun sebebi mânâsına tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Çünkü yokluğun sebebi, sebebin yokluğu demek olacağından, bu takdirde ne sebep kalır, ne de sebebin baki olması. Halbuki olaylar için sebep gereklidir. Tabiat, sebep farzedildiği zamanda da her başkalaşım ve değişim noktasının ebediliğe ve illetin daralması kanununa aykırı olduğu açık bir olaydır. Fakat yaratmada sebep, yaratıcı olmak üzere düşünüldüğü zaman, ne sebebin ebediliği, ne de sebenin daralması, hiçbiri diğerine zıt olmamış olur. Ve hatta yaratma anlayışıdır ki, bu kanunu tesbit ve teyit eder. Ancak sebebin daralması, sebep olunanın sebebe dayanması ve sebepten fazla bir kudret ifade edememesi mânâsına anlaşılmalı, sebep olunanın muhakkak sebebine uygunluğu mânâsına telâkki edilmemelidir. Zira illetlinin illetine uygunluğu da mümkün değildir. Bir okka, bir okkayı çekemez. Hakiki illeti malûlünün dengi olamaz. Bir fark ve üstünlüğü içermek gereklidir. Sebep illetlisine kendinden bir şey vermez, onda eserini yaratır. Yoksa sebep tükenir, sebebin ebedîliği kalmaz. Ve bunun için sebep, malûlün aslı değil, yaratıcı ve var edicisidir. Tohum ve ağaç, baba ve evlat, kökler ve dallar birbirinin sebep ve malûlü değil; sebep ve müsebbebi, yani oluş yolu ve emanet edilen yeridir. Bunların emanet bırakılması ve devamlılıkları da beka ve sebebin daralmasının, yaratıcı olan Allah'ın varlığının ve tesirinin çeşitli delaletleridir. Kök ile dal arasında değişim ve farklılık ne kadar çok ve devamlılık ve birbirini takip etme ne kadar az olursa, orada tabiatın hükmü o kadar az ve yaratıcının tesiri o ölçüde çok görünür. Gerçi en az hareket ve sükûn gibi iki zıt mânâya kabiliyetten uzak olan sükûn ve mutlak istikrar içinde bulunan hiçbir madde yoktur. Ve hatta yalnız hareket bile tabiatın küllî (tümel) kanunu olan birbirini takip etme ve yeknesaklığa aykırı, yenilik ve değişim ifade eden bir zıtlık ve istida (emanet bırakma)dır. Fakat maddenin parçalarındaki bu başkalaşma ve değişim çoğunlukla gizli olduğu için, yalnız madde fikrine doğru inildikçe tabiatın hükmü daha açık ve madde ebedî ve devamlı gibi anlaşılır. Bununla beraber basit maddelerde değişme hissedildiği zaman da, basitlikleri sebebiyle, yaratmak mânâsı daha büyük bir açıklıkla görülür. Bu şekilde cansız maddeler ve madenler üzerindeki yaratma mânâsı bitkilere, hayvanlara doğru geçildikçe artan bir ölçüde artar, yaratmanın delilleri daha çok ortaya çıkar. İnsanlığın üremesi ve insana mahsus hayata gelince, insan ferdleri arasındaki durumların farklılığı hepsinden çok olduğu için, burada kudret ve yaratıcının sanatı, delilleri daha çok, daha geniş ve bununla beraber birleştirme ve açıklamanın çokluğundan doğan tasavvur ve içeriği daha problemdir. İşte "karar yeri ve emanet yeri", bütün bu delilleri ve âyetlerin delalet şekillerini, bütün açıklık ve ilmî ayıklamasıyla gösteren bir kanundur. Ve hiçbir filozof, hiçbir felsefe "ıttırat (birbirini takip etme) ve teğâyür (birbirine uymama)" korunma ve değişme, ebedîlik ve daralma kanununu bu kadar güzel ve bu kadar genişlik ve ayıklamasıyla özetleyememiştir. Şu halde burada önce insan cinsinin tek mânâsını içine alan Hz.Âdem'in yaratılış ve oluşunun durumu ile hiç meşgul olmadan her ailede, her kavim ve kabilede gördüğünüz vechile bir asıldan, bir ırktan birçok kimselerin devamlı olarak üremesi ve çoğalıp gittiklerini ifade eden üreme kanununun işaret ettiği çeşitlenme ve değişim çokluğu kesinlikle isbat eder ki, Allah Teâlâ yalnız menşe (kaynak)lerin yaratıcısı değil, bütün genişliğiyle her çeşit oluşumların da yaratıcısıdır. Görülüyor ki "karar yeri ve emanet yeri"nin analiz ve açıklaması o kadar yüksek ve derin bir hikmet düstûrudur ki, bununla öbür âyetlerin delalet vecihlerindeki en ince bir başlangıç, açıklama ve izah yapılmış bulunmuyor. Şu halde bunu anlamak, diğer âyetleri de açıklamak ve genişletmek demek olacağı ve bu da onlardan daha derin, daha ince bir ilmî uzmanlığı gerektireceği cihetle buyuruluyor ki:
Biz bu âyetleri fıkıh ehli (anlayışlı) olan, nefsinde ince ve derin bir anlayışı bulunan hikmet sahibi kimseler için açıkladık. Yani açıklamadan istifade edebilmek için sadece ilim ehli olmak yeterli değil, kendini bilmiş olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği üzere "fıkh" asıl lugatta bir şeyi sebep ve hikmetiyle anlamak, ince anlayış ile anlamak mânâsınadır ki, bunda "nefsi bilmek" mânâsı da yer almıştır. Bununla şuna işaret edilmiştir ki, bundan önceki âyetlerin ilmî açıklamasının şartlarından biri de, insanların kendilerini ve nefislerinin hallerini tanımalarıdır. Normal ilim ehli olanlar kendilerini bilmeyi hesaba katmadan herşeyi anlayıverdiklerini sanırlar. Halbuki objektif deliller, subjektif delillerle bilinir ve doğru karar ikisinin uyuşmasıyle verilir. Şu halde insanî gelişme ve subjektif hayat anlaşılıp farkedilmedikçe objektif gelişme hakkındaki ilim sağlam olmaz. İnsana has gelişme ise, bitkisel ve hayvansal gelişmeden daha derli toplu olduğu için kendini bilmek daha zor ve kendini unutmamak şartıyla objektif mütâlaa zor olduğundan ve "karar yeri ve emanet yeri"nin analizi bu açıklamayı da içine aldığından birincisinde "bilen bir kavim için" ile yetinildiği halde burada "derin anlayışlı bir kavim için" buyurularak daha çok tahsis edilmiştir .Şu halde kendini bilmiyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Nefsini bilenler için de gerçekte mevcut olan açıklamayı anlamak için bu âyet en büyük tetkik ve tahlil anahtarıdır. Ve hatta böyle nefsini bilenler yine bu âyetteki düstûrun işaret ettiği etraflıca alâmetlerin kendisidirler. Bunun için ince anlayışlılara bu derli toplu nokta hatırlatıldıktan sonra aynı düstur içinde "taneyi ve çekirdeği çatlatan" anlayışını açıklama ve seçim silsilesi ve gelişmeyi açığa çıkarmak ve bu konuda unsurları bir etkin başlangıç gibi düşünenleri reddetmek için, en mühim hayatî esaslar olan ve bir zamanlar basit ve ebedî sanılan suyun inmesinden başlamak suretiyla bunun üzerinde tecelli eden ve insan toplumunun hayatının devamı ve saadetinin esaslarıyla ilgilenen rahmet âyetleri ve kudret delilleri gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir analiz ve sentez ile herkese gösterilerek şöyle buyurulmuştur:
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|