52-Böyle gereğince korunmayanları korkutma emrinden sonra, muttakîlere ikram ve müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle muttakîleri kovma ki sabah akşam (yani her zaman) Rablerine dua ve ibadet ederler ve ederken sırf onun (o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını isterler. Samimi niyet ile ve ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet ederler. Onların hesaplarından hiçbir şey sana ait değil. Senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir, ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları koğasın. Şu halde koğma, ki zalimlerden olursun.
Rivayet ediliyor ki Kureyş'in ileri gelenlerinden birtakımları Hz. Peygamber'e uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir müslümanlar bulunuyormuş. "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de uyarız" demişler. Resulullah "Ben müminleri kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş. "O halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında oturt" demişler. Hz. Ömer de "Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne olacak?" demiş. Sonra onlara ısrar etmişler ve bunun yazılmasını istemişler, Resulullah da yazılması için bir sayfa ile Hz. Ali'yi çağırtmış ve bu âyet " "e kadar bu sebeple nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) sayfayı atmış ve Hz. Ömer sözünden dolayı özür dilemiştir. Selman ve Cenab (radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki, "Bu âyet bizler hakkında nazil oldu, Resulullah bizimle beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde "Nefsini, sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut" (Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı biz kalkmadan, kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki, ümmetimden bir kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi, hayat sizinle, ölüm sizinle".
53-Zira böyle bir fitne ile, yani kovmaya ve hakarete layık sanılan fakirleri ve zayıfları iman ve ihlas ile memnun ve ikram etmek gibi bir imtihan iledir ki onların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan ettik. Şunları mı Allah aramızdan lutuf ve nimetine layık gördü? desinler diye fitneye düşürdük, birbirleriyle denedik. Nefislerine, mevki ve zenginliklerine mağrur olarak diğerlerinin ve özellikle düşkün fakir ve zayıflar kısmını hakir görenleri, bir gün gelir Allah onlarla sınar, kendilerine vermediğini onlara verir, karşılarına çıkarır, gururlarını kırar. O zaman onlar o nimetlerin esası bir ilâhî ihsandan ibaret olduğunu, Allah Teâlâ'nın dilediğine dilediğini vermekte olduğunu anlıyarak kulluk aczlerini idrak eder ve Hakk'a nefislerini teslim edip tevbekâr olurlarsa, bu imtihanda kazanmış olurlar. Fakat kibir ve gururlarını yenecek yerde büsbütün azıtır ve servetlerimiz veya asaletlerimiz veya zekalarımız, ilimlerimiz, sosyâl mevkilerimizle bizler dururken Allah böyle düşkün, züğürt, bayağı kimseleri mi bizim önümüze düşürecek veya karşımıza çıkaracak? Böyle şey olmaz diye fazilet ehlinin faziletini inkâr etmeye ve Allah'ın takdirine karışmaya kalkıştılar mı, bu artık onların imtihanda kaybettikleri, zamanın değişmesinin en derin uçurumlarına yuvarlanmaya başladıkları gündür. Ve işte Allah o gururluları, zalimleri bu sonuca getirmek için böyle bir fitne ve imtihana düşürmüştür. Temsili gösteriyor ki bu imtihanın çeşitli şekilleri bulunmakla beraber başı ve en önemlisi maddeyle gururlananların küfür ve günahkârlığına, sakınmasızlığına karşılık fakirlere ve zayıflara Allah'a iman ve ihlas nimetinin lutfedilmesidir. Ve bu âyet bunu açıklamakla "sakın kovma... yoksa zalimlerden olursun" yasağının sır ve hikmetine işaret etmiştir.
Acaba Allah şükreden kullarını onlardan ve herkesten daha iyi biliyor değil midir? Ki bu gururlu nankörler, o samimi korunanlara Allah'ın nimet vermesini uzak görüyor ve onların kovulmalarını istiyorlar? Şu halde sakın onları kovma!
54- "Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: 'Selam olsun size, Rabb'ınız rahmeti kendi üzerine yazdı, sizden biri bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, merhamet edendir." diyerek bu şekilde müjdele!
55- Böyle tâ yukarılardan beri gelen duruma uygun açıklamalarla biz âyetleri açıklarız ve günahkârların yolunun tamamen ortaya çıkması için kırâetine göre: "günahkârların yolunu senin açıklığa kavuşturman, kesip atman içindir" ki daha açıklayacağız:
Meâl-i Şerifi
56- De ki: "Şüphesiz ki bana, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibadet etmem yasaklandı". De ki: "Sizin çarpık isteklerinize uymayacağım, (eğer uyarsam) o zaman sapıtmış olur, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum".
57- De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir delile dayanmaktayım, siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde değildir, hüküm ancak Allah'a aittir, gerçeği O anlatır ve O, hakkı bâtıldan ayırdedenlerin en hayırlısıdır".
58- De ki: "Sizin çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki durum herhalde sonuçlanmış olurdu. Allah, zulmedenleri en iyi bilendir".
59- Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.
60- Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir.
61- O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve size koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar.
62- Sonra da gerçek Mevlâlarına döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.
63- De ki: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız" diye gizli ve aşikâr O'na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?
64- De ki: "Allah, sizi ondan ve bütün sıkıntılardan kurtarır, sonra da siz yine ortak koşarsınız".
65- De ki: "O'nun üstünüzden ve ayaklarınızın altından azab göndermeye, yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter". Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, onlar iyice anlasınlar.
66- Kavmin o (Kur'ân'ı) yalan saydı, halbuki o gerçektir . De ki: " Ben sizin vekiliniz değilim".
67- Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de onu yakında bileceksiniz.
56-59- Nâfi, İbnü Kesir, Âsım, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sad" ile, geri kalanların kırâetlerinde "dad" ile okunur ki, birisi 'dan, diğeri 'dandır. 'nın aslı, bir işi tamamiyle ayırmak, ayırıp bitirmektir ki, "kesip atmak" diye de söylenir. kelimesinin kökü de yasaklamak (men'etmek) tir.. Bâtılı yasaklaması bakımındandır ki, hüküm denilmiştir. "Kasas" ve "kıssa"dan kelîmesi, bir haberi tebliğ etmek yerine getirmektir ki, Türkçe " ayıtmak" denilir. Bunu "ayıltmak" masdarıyle karıştırmamalıdır. Kazâ, sözler ve fiiller veya her ikisi ile olur. "Kass" ise sözlü olur. İz gütmek" mânâsına da gelir ve o zaman fiilî olur. Özetle hüküm ve hakimiyette, kaza ve kadılıkta biri ilmî, biri amelî (pratik) iki durum vardır. "Kass" daha çok bunun ilmî tarafına, "kaza" da daha çok pratik ve icra tarafına bakar. Ve hak ve batılı ayırmak, bunların sonuçlarıdır. Şu halde burada hem teşriî (kanun koyma ile ilgili) ve ilmî, hem de icraî ve amelî hüküm ve hakimiyetin ancak Allah'a mahsus ve ilâhî hükmün hem hak, hem hayır olduğu anlatılmıştır.
De ki: Evdiğiniz şey, "Sen peygambersen gökten başımıza taş yağdır veya bize acıklı bir azab getir." (Enfâl, 8/32) diye acele istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benim aramla sizin aranızda iş kesilir biterdi, bana kalsa ben onu hemen yapardım. Fakat Allah, zalimleri ve onlara yapacağını daha iyi bilir. Çünkü bütün gaybın anahtarları O'nun katındadıdır.
"MEFTAH", mim'in fethiyle mekân (yer), açılacak yer demektir. Mim'in kesriyle de "miftah" âlet ismi olup anahtar demektir. Yani daha açılmamış, vücuda gelmemiş, bizim ilmimiz ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah'ın katında, Allah'ın elindedir. Onları, O'ndan başka kimse bilmez. O, bütün bu gaybları bildiği gibi, hâl-i hazırdaki bütün varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. Mesela karada ve denizde ne varsa hepsini de bilir. Ve hiçbir yaprak düşmez ki herhalde onu bilmesin ne yerin karanlıklarına düşer bir tane, ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki herhalde hepsi Allah'ın katında bir açık kitapta olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve kısımlar, büyük küçük, düşme ve karar bulma, hareket ve durgunluk, hayat ve ölüm, hasılı olmuş olacak, gizli açık her şey bütün genişliği, bütün inceliğiyle gayet açık ve düzgün bir kitaptadır. Yani Allah'ın ilminde veya Levh-i mahfûzdadır. Hem müfredâtı hem nizamların silsilesi ile Allah katında belli ve kaydedilmiştir.
Kara ve deniz olaylarından sonra düşme olaylarının yaprak ve tane ile temsil olunması, bütün gök cisimlerinin birer yaprak ve tane gibi "durma kanunları" na tabi bulunduğuna dair bir delaleti içerir. Ve dikkate şayandır ki bu delalet, varlıklardan nasıl ve ne şekilde okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar okunabilmektedir. Doğrudan doğruya cisimlerin duruş ve hareketleri ifade olunmayıp da yaprağın ve tanenin duruşunun açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk ve inceliğini tasvir etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar ve tanelerde açık ve seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı olduğuna ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin duruş ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir işarettir. Bu âyetin önce görünmeyenden görünene, düşünülenden hissedilene, sonra derece derece hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertip vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikeri tükenir.
60- O Allah, o kâdirdir ki geceleyin sizi vefat ettirir; uyutur, kendinizden geçirir, nefislerinizi sizden alır, kabzeder, ve o halde gündüzün kazandığınız, elinizle yaptığınız, elde ettiğiniz şeyleri, siz bilmezken, O bilir.
CERH , asıl lugatta, bilindiği üzere, bir şeye tesir icra edip zedelemektir. Bunun gereği olarak ele geçirmek, kazanmak mânâsında da bilinmektedir. Nitekim bedenin el, ayak, diş, dil gibi etkili ve âmil uzuvlarına "câriha" ve "cevârih" adı verilir ki, "kâsibe" (kazanan) ve "kevâsib" (kazananlar) demektir. Ve burada cerh, bu mânâyadır. : "Kötülükleri kazandılar" demek olduğu gibi. İbnü Atıyye, asıl mânâsıyla cerh (yaralamak)den olmasının ihtimal dahilinde bulunduğunu söylemiştir. Fakat kazanmak ve çalışmak mânâsı hem bunu içerir, hem makam karinesi (durumu) ile ortaya çıktığı gibi genellikle tefsirlerin rivayeti de budur. Yani, siz o gün uyumazdan önce organlarınızın hareketleriyle birtakım tesirler icra etmiş, işler yapmış, maddî veya manevî, hayır veya şer birtakım şeyler kazanmış bulunuyorsunuz ki, bunlar sizin amellerinizdir. Bedenininizin, organlarınızın yıpranması, yaralanmış olması da bu kazanılmışlar cümlesindendir. Siz gündüzün uyanık iken kazandığınız ve hatta kendi elinizle yaptığınız bu işlerin bir kısmını bilmezsiniz de, bazısını bilirsiniz. Fakat gece oldu mu Allah düşünme yeteneğinizi sizden alır, siz ölü gibi kendinizden geçersiniz, şuur ve idrakinize sahip ve malik olamazsınız. O zaman gündüzün bildiklerinizi ve kendi eseriniz olmak üzere en yakın bildiklerinizi bile bilemez olursunuz. Halbuki siz böyle ölü bir halde iken Allah onların hepsini bilir.
Sonra gündüzün yine sizi diriltir. Bedeninizde zedelenen, uzuvlarınızdan ölen kısımlarınızı uykuda haberiniz olmadan telafî ederek yeniler ve sizden aldığı şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri verip önceki gibi maddî ve manevî hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır ve o zaman siz geceyi gündüzü farkeder, kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı hiç kaybetmemiş, arada hiçbir durgunluk fasılası geçmemiş gibi bilir tanırsınız. Bunun, düşünüp anlayanlar için manevî hayat açısından açık ve seçik öldükten sonra dirilme olduğu apaçık olduktan başka, maddî hayat bakımından da böyledir. Her iki hayat, her gün, her gece ve hatta her ân böyle rûhânî ve cismanî bir "öldükten sonra dirilme" içindedir. Bunu, birçokları mecazî bir mânâ ile dirilme kabul ederlerse de ciddî bir şekilde ilmî bir gözle bakıldığı zaman, bunun tam mânâsıyla bir "ba's" (dirilme) olduğu ortaya çıkar. Bir yaprağın, bir tanenin, bir taşın düşmesiyle yıldızların hareketlerindeki düşme ve genel çekim aynı mânâda nasıl bir ve ondan bunları çıkarmak nasıl ilmî ise, uyuyup uyanmaktan öldükten sonra dirilmeyi anlamak ondan daha açık bir gerçektir. Gayet normal bir mesele gibi görünen uyuyup uyanmak meselesi, gerek organların görevleri ilmi ve gerek psikoloji ilmi açısından son derece dikkate şayan ve öneme haizdirler. Her gün yıpranıp ölen organ kısımlarının ve her gece duran ilmî idraklerin tekrarlanması ve aynılarının geri verilmesi içinde, gidip gelerek aynı hayatı devam ettirme ve aynı nefsin şahsiyet ve birliğini ifade edip durması, ilâhî hikmet ilmi bakımından, ruhun bizzat bir ve ebedî oluşuna delaletten önce Allah'ın varlığına, bâkî oluşuna, birliğine, tekrar ve iade edilen ruh ve cisme ait tam mânâsıyla öldükten sonra diriltme kudretine delalet eden şahidler ve kesin delillerdendir ki, bununla ölümden sonra dirilmenin yalnız mümkün olması değil, bilfiil vaki olduğu da görülüp durmaktadır. İşte Allah, insanları her gece böyle vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî manevî neleri varsa hepsini biliyor ve ertesi gün aynen iade edip diriltiyor ki, takdir edilmiş bir ecel tamamlansın, yazılmış olan vakit, ömür tamam olsun. Bu böyle olduğu gibi, sonra o saat gelince dönüşünüz yine O'nadır. Nihayet yine yalnız O'na dönersiniz. Ondan sonra da O size bu hayatta yaptıklarınızı haber verecektir.
61- Ve O, kullarının üstünde tek güçlüdür. O, yokluğu varlık ile, varlığı, yok etmek ve bozmakla ve her şeyi zıddıyle, aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık, geceyi gündüz, gündüzü gece, sıcağı soğuk, soğuğu sıcak ile kahreder. Ve üzerinize koruyucular gönderir.
Onlar, sizi ve amellerinizi muhafaza ve kontrol ederler. Ki bunlar: "Onların her birini önünden ve arkasından izleyen melekler vardır, onu Allah'ın emriyle korurlar" (Ra'd, 13/11); "(İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabteden (bir melek) bulunmasın" (Kâf, 50/18); "Muhakkak ki üzerinizde koruyucu (melek)lar vardır. Şerefli yazıcılar. Her yaptığınızı bilirler" (İnfitâr, 82/10-12) âyetlerinde açıklanan meleklerdir ki, din lisanında "hafeza (koruyucu) melekler" denilir. Filozoflar, "çeşitli unsurları ve zıt tabiatları karıştırıp birleştirerek bunlara bir mizac ve özel duygular vermesi ve bu mizac ve hisler ile onları tedbirli bir nefsi, his, hareket ve düşünce kuvvetini kabul etmeye yetenekli kılması Allah Teâlâ'nın kahrediciliği, yani kudretinin her kudretin üstünde kahrediciliği ve galibiyeti cümlesindendir. Ve hafaza (koruyucu melekler)dan maksat, o nefisler ve tedbirli ruhlar, o güçler ve rûhî melekelerdir" demişlerdir. Fakat bu izahın eksik olduğunda şüphe yoktur.
Nihayet herhangi birinize ölüm geldiği, ölümün sebepleri eriştiği zaman, onu da tarafımızdan elçilerimiz öldürür, emrimizle ruhunu alırlar. (Hamze kırâetinde imâle ile okunur). Tefsircilerin bir kısmı, bu "Resuller"in, bu ölüm meleklerinin, yine "koruyucu melekler"den ibaret olduğuna kâni olmuşlar ve "hafeza"yı "ölüm meleği"nin yardımcılarından saymışlardır. Fakat çoğunluk, ölüm elçileri olan ölüm meleği ve yardımcılarının, koruyucu elçilerinden başka olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak her yönüyle ilâhî hükmün altındasınız. Hayatınız, ölümünüz Allah'ın emri ile ve Allah'ın koruma ve kontrol ve ölüm elçileri, görevlileri elinde cereyan eder. Ve bu elçiler kusur etmezler. Ne korumada, ne ölümde zerre kadar bir kusur etmez, vazifelerini yapar, Allah'ın emrini geciktirmeden yerine getirirler.
62- Sonra o ölenler hep hak mevlaları (efendileri, dostları) olan Allah'a döndürülürler. Hiçbirinde ne kendilerinin, ne diğer batıl dostların hüküm ve tasarrufu kalmaz, hepsi ister istemez Allah'ın hükmüne teslim edilirler. Dikkatli olunuz ki hüküm ancak Allah'ındır ve O, hesap görenlerin en süratlisidir. Dileyince bir anda bütün kâinatın hesabını görüverir.
63-64- De ki: Kimdir o ki sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtarır? Öyle bir haldeki (Yakûb kırâetinde'nun sükunu ve şeddesiz olarak okunur) siz ona açıktan açığa ve gizliden gizliye yalvararak şöyle dua edersiniz: (Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivâyetinde "havf"den okunur). Yani siz ona şiddetli bir korku içinde ümitlenip yalvararak şöyle dua eder ve sığınırsınız. Kasem olsun ki eğer o, bizi bundan kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden olacağız, dersiniz. (Âsım, Hamze, Kisâî, Halefü'l-Âşir kırâetlerinin dışındaki kırâetlere göre okunur ki, muhatab sigasıyla "kurtarırsan" demektir) De ki: O Allah'tır ki sizi o karanlıklardan ve her sıkıntıdan kurtarır durur, sonra siz döner O'na ortak koşarsınız, sözünüzü yerine getirmez, şükretmezsiniz, (Nâfi', İbnü Kesir, İbnü Âmr, İbnü Zekvân ve Yakub kırâetlerinde okunur).
65- De ki: O Allah'ın size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azab göndermeye, üstten azab, yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların altından azab da, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer âfetleri hakkında açıktır. İbnü Abbas hazretleri valilerin zulmü, terbiyesizlerin kötülüğü, demiştir ki üstten azab, alttan azab demektir. Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen hastalıklar ve musibetler ile tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine almaktadır. veya sizi fırkalara ayırmaya, (ŞİYA' kelimesi, şia'nın çoğulu, şîa da birbirlerinin arkasından giderek bir emîre veya reise taraftar olan fırka demektir) veya sizi fırka fırka birbirinize geçirmeye, yani her biri bir başkana taraftar olmuş ve çeşitli isteklere ayrılmış muhtelif fırkalara parçalayıp birbirinizle çarpıştırmaya, ve bir kısmınıza, diğer bir kısmınızın (öldürme ve başka şeyler gibi) kötülük ve şiddetini acı acı tattırmaya gücü yeter. Ve bunlara gücü yeten ancak odur. "Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, akıllarını başlarına alsınlar." Bu âyetlerin muhtevasında yukarda geçen bazı âyetlerin mânâları değişik diğer bir şekil ve surette ifade edilmiş olduğundan burada bunun hikmeti beyan buyurulmuştur.
66- De ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim. Allah'ın kudreti bana tevdi ve havale edilmiş değildir. Şu halde ne onun size yapacağı azabı yapabilirim, ne de sizi ondan muhafaza edebilirim. Ben ancak bir Resulüm, bir elçi, bir haberciyim, Allah'ın vahyettiği emirleri, haberleri ve hükümleri O'nun adına nisbet ederek haber verir, tebliğ ederim.
67- Her haberin, her haber verilen şeyin kararlaştırıldığı bir zaman vardır. Sizin azabınız da bu cümledendir. Siz de başınıza geleceği yakında bilirsiniz. Böyle de!
Meâl-i Şerifi
68- Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman hemen onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze dalsınlar. Eğer şeytan bunu sana unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla oturma.
69- Allah'tan korkanlara o zalimlerin hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki sakınırlar.
70- Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır.
68-69-70- HAVD, eğlence tarzında ve aşırı derecede dalmak demektir. Nisâ' sûresinde geçen "Allah size Kitap'da indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın" (Nisâ, 4/140) âyeti de bunun tefsiri olduğundan, hitabın, genel hitap olduğunu, dalmanın ve yüz çevirmenin mânâlarını açıkça göstermiştir. Şu halde bazı lüzumsuz yere söz uzatanların kuruntuya düştükleri gibi, bundan ilâhiyât meselesinde derinleşme ve incelemenin, istidlâl ve münazaranın Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye haram olduğunu çıkarmaya kalkışmamalı, ancak delil ile uğraşırken mânâdan gaflet edecek derecede dalgınlığa da düşmemelidir. Hasılı ey mümin, hadlerini bilmeyerek âyetlerimize dalıp eğlenenleri, kötülemeye girişenleri, inkâr ve alay etmeye kalkışanları gördüğün zaman, (ki Mekke'de Kureyş müşrikleri böyle yapıyorlardı), onlardan çekil, yanlarında oturma. (İbnü Âmir kırâetinde tef'ilden ) şayet şeytan sana unutturursa, seni meşgul eder, bu yasaklamayı unutmana sebep olursa, ki bu ihtimal, hitabın her mümine genel olması dolayısıyladır. Hatırladıktan sonra o zalimler güruhuyla beraber oturma. Zalimîn = denmesi lafa dalma (havd) mefhumunda sınırı aşma mânâsı bulunduğuna işaret etmek ve yasaklama sebebini genelleştirme ile bütün zalimlerle beraber oturmanın da yasaklandığını açıklamaktır.
Dinlerini eğlence ve oyuncak edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak!. Yani dünya hayatına dalıp, din işlerini keyif ve isteklerine göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere tutunanları veya sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak, sonucu ve ahireti hesaba katmayarak eğlence ve oyuncak yerine koyup alay edenleri veya dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinenleri, özetle dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terket, bunlarla birlikte olma, ve onlara karışma.
"Bunları bırak" emri, "onlarla birlikte olmayı ve onlara karışmayı yasaklama" ve "Bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oynasınlar" (Zuhruf, 43/83) kabilinden onları bir tehdit ve korkutma (inzar) olduğuna ve yoksa "korkutma, bir şey söyleme" demek olmadığına işaret edilerek buyuruluyor ki: "hiç kimsenin, kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmaması gerektiğini, kendisi için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat."
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|