44-Başlangıçta fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok eden de Allah'ın rahmetidir. O rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik, zaruret ve sıkıntı ise, isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine bakıldığı zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve bundan dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat bunun, bu ihtar edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil, belli bir müddet ile sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı ve kulluk aczini hemen anlayıp tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah yoluna dönmelidir. Bu uyanıklılık ne kadar çabuk olursa, dünya ve ahiret faydası da o kadar mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa, herhalde ahirette istifade ederler. En şiddetli olan ilk tesir anları geçtikçe ihtarın kuvveti azalır, daha çok kuvvetlendirmeye ihtiyaç duyulur ve gittikçe uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet o sınırlı müddet biter, sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir, bir alışkanlık ve tabiat haline gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık ondan sonraki başkaldırma alabildiğine şiddetlenir. Artık baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun için terbiye edici bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun ve devamlı olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi, fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik eder. Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı artırmak ise, o kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma ihtimali varsa, zorlamada değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı zaman genişler" Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa, kolaylaştırma ve genişletme yumuşatabilir Ve artık bu genişletme ve genişleme onlara ya kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde kötülükler sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış olur. Şu halde o katı kalbliler ne zamanki hatırlatıldıkları ibretleri unuttular. Evvela derece derece kolaylaştırmayı ifade eden peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe ve teslimiyet telkin eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık olmak ihtimalleri kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O şiddet ve sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık, iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular. Her şey kendilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve sefaya daldılar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel" dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar, sonsuz bir hasret içindedirle
45- Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyük şükranlara layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan başka onları size getirecek tanrı kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz, sonra da onlar yüz çeviriyorlar?
47- De ki: "Söyler misiniz bana! Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?"
48- Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
49- Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.
46- De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar, körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi? Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçmişleri çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer, birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan, dillerde söylenip kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî mânâlar ve değişmez hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşan) olduğunu da isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler. Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz çeviriyorlar?
47- Ey Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın da şunu bana iyi haber veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek açıktan açığa gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden başkası mı helak olacak? Hayır.
48-49-Bir de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de, Peygamber'den vazife ve selahiyeti dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve meydana getirilmesine onların asla karışma hakları yoktur, o Allah'a aittir. Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.
Bu bilindikten sonra dâvayı açıklıyarak ve o kâfirlerin sorularına cevap olarak ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
50- De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"
51- Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.
52- Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab'lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden olursun.
53- Biz onlardan kimini kimi ile, "Allah aramızdan bunlara mı lutfunu layık gördü" desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54- Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir".
55- Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye, âyetleri işte böyle genişçe açıklıyoruz.
50-51-Kırâet: kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ" harfi ile şeklinde okunur. kelimesi de Nâfi ve Ebu Cafer'e göre "lâm"ın nasbı ile şeklinde okunur.
"HAZAİN" kelimesi, dilimizde "hazine" veya "hazne" denilen "hizâne" kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir şekilde mal biriktirilen, saklanılan mekânın adıdır. Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri bendedir, bana teslim edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli olarak dilediğim gibi tasarruf ederim, diyemem, böyle bir iddiada bulunmam" demektir. Buna göre âyetler indirmek veya azab indirmek veya dağları altın yapmak vesaire gibi şeyler bana ait değildir. Bana: "Sen, Allah tarafından elçiysen Allah'tan iste de bize dünya saadetlerini bol bol versin, yoksa peygamberliğine inanmayız." demeye hakkınız yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden "biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim diye iddia da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (Ârâf, 7/188) şeklinde gelecektir. Şu halde bana: "O kıyamet ne zaman?" veya "Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek olduğumu da iddia etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın" (İsrâ, 17/93) diye beşerde âdet olmayan göğe çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye veya benim meleklerde bulunmayan yemek içmek gibi insana ait vasıflarımı peygamberliğime engel sayıp, "Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkân, 25/7) demeye de hakkınız yoktur. Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dair verdiğim haberler benim kendimden değil, Allah'dan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir. "Allah gaybını, dilediği peygamberden başka bir kimseye bildirmemiştir. Çünkü O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cinn, 72/26-27) âyetinin delaletine göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar etmez ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona önünden ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin içeriği o Resulün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve haber fiilî bir şekilde görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat bilmediği gayb, bu sayede âyet ve alametiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb olmaz. Bilinen, mutlak gayb değil, haber verilen gaybdır. Bunun içindir ki, beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin kalbde hazır olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak Teâlâ'nın kendine şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve onlar aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın alametleridir. Ve en açık, en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim de Hakk'ın haber vermesidir. Vahiy de Allah kelâmı olan Hakk'ın âyetlerinin kalbe zorla girmesidir. Peygamberlik de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber vahiy ile Hakk'ın âyetlerini görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı delildir. Ve peygamberlerle peygamber olmayanların farkı, gözlülerle körlerin farkı gibidir. Körler göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin haber vermelerini dinleyerek duyma yoluyla istifade edecekleri gibi, peygamber olmayanlar da peygamberlerden öyle istifade edebilirler. Körlere gözlülerin delilleri ve alâmetleri olan renkleri anlatmak mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse önlerindeki uçurumu söyleyerek sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb sayesinde doğru yolları anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy ile o kimseleri korkut ki, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkarlar. O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin Rabbinden başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna inanmakla olsun ve gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun kalblerinde böyle bir haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi bulunduğu halde, korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî olmayanları korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani bunlar içinde bu sayede ittika edecek, korunacak olanlar vardır. Gerçi haşr ve ahireti tamamen inkâr edenler yahut ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından kendilerini kesin kurtarabilecek Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları bulunduğuna kat'i şekilde inanmış bulunanlar, mesela putlarının ve diğer ilâh tanıdıklarının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve Allah'ın izni olmadan peygamberlerinin Allah'a karşı kendilerine sahip olup şefaat edeceğine inanmış olanlar korkutulmaları mümkün değilseler de, Allah'dan başka dost ve şefaatçıları olmadığına inanan veya ihtimal verenler, korkmaları ve tesir altında kalmaları mümkün olanlardır.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|