Bu şekilde bunlarda Allah'a delalet eden subjektif (içedönük) alametler oluyorlar. Ve Allah'ın iç olaylarda hâkim bulunduğunu isbat ediyorlar. İkincisi, demek ki göklere ve yere bakanlar için bu soru son derece zorunlu ve açık olduğu gibi, buna "Allah'ın" cevabını vermek de o kadar zorunlu ve açıktır. Zira göklerin ve yerin değişimlerini ve etkilendiklerini görmek ve bunların bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu hissetmek, Allah'ın varlığını duymak demektir. Zaten "Allah" demek, bunların tüm sebebi, yaratıcısı, sahibi, hâkimi demektir. O halde bu soruya karşı "lillâh" (Allah'ındır) cevabı, açık bir tahlilî önermeden ibarettir.
İşte bu şekilde önce bütün mekânlı varlıkları içine alan gökler ve yer ile mekan ve mekanlı hadiseler, sonra, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur" âyetiyle zaman ve zamanlı olaylar gösterilerek ve Allah Teâlâ'nın hem mekan ve mekanlılara, hem de zaman ve zamanlılara sahip ve malik olduğu beyan edilerek, yapıcı olan Allah'ın ispatı ve ahiret meselelerinin gerçeği ve özü anlatılmıştır ki, sûrenin başındaki "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti" fıkraları da mekanlı ve zamanlı bu iki görüş noktasını özetlemiş ve "halk" (yaratma) ve "ca'l" (var etme) hükümleriyle de sebeplik (illiyet) kanunu ve sebeplik (illiyet) mânâsına işaret edilmiş olmakla bu âyetler, o âyetin bir gelişmesidir.
Bu cevaptan sonra sıra, bu eşya (varlıklar) dan ve bu sebeplik nisbetinden Allah Teâlâ'nın zâtî ve manevî sıfatlarına delil ve şahit getirerek anlamaya ve ona göre her yerde sorusunu tasvir ve cevabını tahrir ede ede Allah'ı düşünerek zaman üzerinde başlangıç (mebde) dan son (meâd) a yürümeye gelir. Bunun için buyuruluyor ki:
O Allah ki kendine rahmeti yazdı. Yani bütün yaratılmışlara sahip ve hâkim, acımaya ve kızmaya eşit olarak kâdir ve her ne isterse yapmak onun karşı konulmaz hakkı olduğu ve onun üstünde etkileyecek bir gerektirici ve hak ölçü bulunmadığı halde, bizzat kendini lutuf ve ihsan yoluyla bütün mülküne rahmeti benimseyip kendi mukaddes zatına - istiyerek- zorunlu kıldı, rahmeti ahlâk edindi. Bütün bu varlıkları rahmetiyle yarattı ve bütün hadiselerin cereyanı O'nun rahmet satırları oldu. Şu halde Allah ile yaratıkları arasındaki yaratma ve Rab'lık nisbeti, Allah tarafından evvelen ve bizzat gelen ve beklenen hüküm ve tesir rahmetten ibarettir. Gazap hükümleri evvelen ve bizzat Allah'ın ahlâkının gereği değil, yaratma yönünden, yani halkın, gerek kendi aralarındaki çoğalma nisbeti ve gerek ilâhî ahlâktan uzaklaşmaları gereği olarak ikinci derecede ve tâli bir şekilde sonradan eklenir. Ve bu eklenme de ilâhî rahmetin gereğidir. Acının yaratılması, kendiliğinden kastedilmiş değil, tatlıya yön vermek, onun hükmünü muhafaza etmek ve gelip geçici lezzetlerden ebedî lezzetlere geçmek içindir. Allah Teâlâ'nın rahmetinin cümlesindendir ki insanları da başlangıçta sağlam fıtrat üzere yaratmış, akıl, seçenek ve hürriyet vermiş, içte ve dışta alametler koymak, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ile bilgi ve tevhidine hidayet eylemiş, rahmet ve rızasının gereklerine davet, öfke ve azabına sebep olan hallerden çekindirmiştir. Allah Teâlâ'nın kendine rahmeti yazmış olmasından dolayıdır ki, bu rahmeti, nimeti ve hürriyeti kötüye kullanıp, böyle Allah'tan yüz çeviren, Allah'ın fıtratını değiştirmeye ve bozmaya kalkışan, âyetlerden ve delillerden uzaklaşan, kitapları yalanlayan ve peygamberlerle alay eden, özetle ilâhî ahlâkın zıddına, gazabı gerektirecek şeyleri benimseyenler hakkında ceza vermekte acele etmez, tevbe ve sığınmayı kabul eder, yoksa sizi de çoktan o mahvolan ve yok olanların yanına gönderirdi. Fakat yine Allah'ın rahmeti kendine yazmış olmasından dolayıdır ki bu mühlet tanıma sonsuza dek gidemez, elbette bunun tayin edilmiş bir eceli vardır. Ve elbette Allah, rızasının tersi olan bu cüretleri gadap hükümleriyle karşılayacak, rahmetinin nizamını sonsuza kadar devam ettirecektir.
Ey yalanlayıcılar, bunun için kasem olsun ki o rahmân ve rahîm olan Allah kıyamet gününe kadar (o akibetlerini göreceğiniz) geçmişteki yalanlayıcılarla beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer yerinde toplayacak da rızasına doğru gidenleri ebedî rahmetiyle sevindirirken, sizin de şirk ve günahlarınızın cezasını verecektir. Bunda, bu toplamada ve bu kıyamet gününün geleceğinde hiç şek ve şüphe yoktur. Nefislerine zarar verenler, yani kendilerinin ilâhî rahmetten sermayeleri olan aslî fıtratı, selîm aklı, özel yeteneği kötüye kullanmakla kaybedenlerdir ki onlar bu gerçeğe inanmazlar. Ve bu şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. İyi bilmeli ki gün bugün, saat bu saat değildir. Bugün tatlı görünenler yarın acı, bugün acı gelenler yarın tatlı olabilir. Zaman denilen bir şey vardır, şimdiki zamanı gelecek takip eder. Gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri gelir.
13-Gökler ve yer Allah'ın olduğu gibi gece ile gündüzde sakin olan (gecelerin karanlığı ve gündüzlerin ışığı içinde mesken tutan, gizli açık, durgun ve hareketli) her şey de O'nundur. Ve O semî' ve alîmdir: Bütün duyulanları tamamiyle işitir ve her şeyi tamamiyle bilir. O'ndan gizli kalacak ne bir söz vardır, ne de bir fiil. Şu halde öfkeden önce, rahmeti kendine yazmış ve bundan dolayı rahmeti, öfkesini geçmiş olan Allah'tan başlangıç olarak öfke (gadab) gelmiyor diye, sonuç olarak da gelmez, nefislerin kötü kullanılmasının hiç sorumluluğu olmaz sanıp da nefslere zarar vermemeli, ahirete inanmalı ve o gün için çalışmalıdır.
14- Ey Muhammed, De ki: Ben, Allah'tan başkasını mı velî tutacağım? Gökleri ve yeri yaratan, bütün fıtratları yapan Allah'tan başkasına mı gönül verip dostluğuna sığınacağım, mabut tanıyacağım? Halbuki o yaratan, yarattıktan başka yedirir de, rızık verir, faydalandırır da; buna karşılık kendisi yedirilmez, yemek ve faydalanmadan ve her türlü ihtiyaçtan uzak ve ihtiyaçsızdır.
Böyle kendiliğinden zengin ve kendiliğinden ihsan edici olan yaratanı bırakıp da, kendisi muhtaç olanlara, başkasından faydalanma durumunda bulunanlara tapmak, aklen bile ne kadar çirkin ve aptallık olduğu da açıktır.
FÂTIR = kelimesi, "fatr" kökünden ism-i fâildir ki, "fıtrat" bunun binâ-i nev'i veya hâsıl-ı masdarıdır. Dilimizde de pek çok kullanılan bu kelimenin mânâsını biraz açıklıyalım: İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, "Ben, demiş, fâtırın mânâsını iyice bilmiyordum. Nihayet bana iki ârâbî bir kuyu hakkında muhakemeye geldiler, birisi 'Ben başladım, ilk ben kazdım' dedi." İbnü'l-Enbârî de şöyle açıklamıştır ki: "Fatr"ın aslı, bir şeyi başlangıcında şakketmek, yarmaktır". Bundan anlaşılır ki, dilimizdeki "yaratmak" kelimesi daha çok bununla ilgilidir. Ve bunun izahı şudur. Sonradan olan varlıklar, olay vücuda gelmezden yokturlar, görünmezdirler. Göklerde ve yerde varlıklar ve sûflî cisimler bütün maddî kâinatı bir tarafa bırakarak mutlak feza düşünüldüğü zaman ve mesela sakin ve tenha bir yerde göz yumulduğu veya karanlık bir yerde veya bir gecede çevreye bakıldığı zaman hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez, hepsi karanlıkta, yoklukta, bitişik, kapanık, bitişmiş bir halde bulunur ki, insanlara mutlak yokluk ancak bu şekilde açıklanabilir. Nitekim "Kuşkusuz göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık" (Enbiyâ, 21/30) âyeti gelecektir. Ve sonra bu hâl içinde bir noktadan bir varlığın belirdiği, mesela bir ışığın, bir yıldızın doğduğu an tasavvur edilirse bunun o noktada fezayı yarıp orada bir varlık, bir delik, bir pencere gibi zuhur ettiği görülür. Ve işte sonradan olan varlıkların ilk varlık ânı, yok olan fezanın böyle bir yarılışıdır. Bu yarılma, bu yarış "fatr" ve bu ilk yarılıştaki varlık hali bir fıtrattır. Yaratmak ve yaratılış da budur. Şu halde fıtrat, bir öncül ilim ile takdir etmek mânâsını da içine almış olan "halk" (yaratma) anlamının ikinci cüz'üdür. Ve bu itibar iledir ki, yaratmak (halk) ve yaratılış (hilkat), fatr ve fıtrat eş anlamlı olarak kullanılır. Yoktan yaratılış böyle olduğu gibi, bir asli maddeden yaratılış da böyledir. Bir maddeden diğer bir cismin, bir varlığın ortaya çıkması ilk önce böyle bir yarılma ile başlar. Bir yarılma ki, hem önceki maddeyi, hem de fezayı yarmıştır. Bir varlıktan, diğer bir varlığın kopması; bir tohumdan bir çimenin çıkması; bir hücreden bir hücrenin doğması hep bir yarılmadır. Bu yarılma, önceki maddeye göre bir yıkım ve bozulma, fakat ondan çıkan yeni varlığa göre de bir ıslah yarılması ve varlıktır. İlk yarışsız maddeyi çıkarışta ise, hiçbir bozma mânâsı yoktur. O, sırf iyi olan bir ayırmadır. işte ilk önce mekanlıkta açık olan bu mânâ dolayısıyla, herhangi bir şeyin madde ile gerek geçmiş olsun ve gerek olmasın bilfiil olan ilk icad ve var etmeye "fatr" ve ilk varlığına ait durumuna "fıtrat" adı verilmiştir ki, bu fıtratın devamı içindeki uyuma da "tabiat" ismi verilir. Bunun için fıtrat, tabiattan öncedir. Tabiatın mânâsı, fıtrat hâlinin devamı ve tekrarı mertebesinden başlayan bir uydusudur.
İşte "göklerin ve yerin yaratıcısı" olan Allah hem bütün fıtratları yapar yaratır, hem de onların tayin edilmiş olan devamları ve birbiri ardısıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları doğal ihtiyaçlarını da bahşeder, lutfeder. Ve kendisi her ihtiyaçtan uzaktır. Bu yaratma ve ihsanına karşı kullarından, yarattıklarından hiçbir fayda maksadı gözetmez. Ancak ikinci durumda ebedî rahmetine ulaşmakla onları gadabından korumak için kendine, emirlerine ve hükümlerine teslim olmayı ve uymayı ister.
Ey Muhammed, De ki: Bana, müslümanların (Allah'a nefsini teslim etmekle ihlâs üzere uyanların) birincisi olmam emredildi. "Ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma" buyuruldu. Bana bu emir ve yasak son derece kesin ve kat'îdir.
15- De ki: Eğer bu emir ve yasağa uymazsam herhalde büyük bir günün azabından korkarım.
16- Her kim ki o gün kendisinden azab döndürülür ve defedilirse, (Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivayeti, Hamze ve Kisâî kırâeti malum sigasıyla okunduğuna göre mânâ: " Ondan Allah azabı bertaraf ederse") işte Allah o kimseye hakikaten rahmet etmiştir. Ve işte o açık bir kurtuluş, o açık, kat'î halâs, o aranan büyük murad da budur.
17-Ey insan, bir de Allah sana bir durr (yani bir acı, bir hüzün, bir korku veya bunların birine veya hepsine sebep olacak hastalık, fakirlik veya diğerleri gibi bir sıkıntı, bir baskı) dokundurursa, onu o Allah'tan başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, yani zararı defeder veya lezzet, sevinç veya bunların birine ve her ikisine sebep olan sıhhat, zenginlik, zafer gibi bir fayda verirse, O, her şeye kâdirdir de. Şu halde onu devam ettirmeye ve kaldırmaya da kâdirdir.
18- Kısaca o kâdir, kullarının üstünde kahredicidir. Alttan tesir etmeye çalışır ve mağlub olması ihtimalli bir etkileyici değil; her yönden üstün, daima galip ve kahredici bir kâdirdir. Ne zararına karşı konulabilir, ne de hayrı engellenir; zarar, O'nun zararı; hayır, O'nun hayrıdır. Ve O fiilerinde hikmet sahibi; kullarının hallerinden haberdar ve bilendir. Hem tek hikmet sahibi ve haberdardır ki, O hikmet sahibi ve haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi? Şu halde böyle zararları açan, hayrı kuşatan, kâdir (güçlü) ve kâhir (kahredici), hikmet sahibi ve haberdar olan bir Allah'ın karşısına başkası nasıl dost, yakîn edinilir de tek başına ve ortak olarak tanrı tanınabilir...
Bu hakîm ve habîr fasılası (âyet sonu oluşu) ve bu hikmet ve hayır noktasında hikmet ilminin en mühim esasını teşkil eden hakkın şahidi ve menât-ı yakîn (kesin ilişki yeri) meselesi ile Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberliği yerleştirmek, tesbit etmek siyakında buyuruluyor ki,
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
19- De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?". De ki: "Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?" De ki: "Ben buna şahitlik etmem". "O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım"de.
20 - Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi, bilirler. Kendilerine yazık edenler var ya! İşte onlar iman etmezler.
21- Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.
22- O gün hepsini mahşere toplayacağız. Sonra Allah'a ortak koşanlara: " Hani nerede o Allah'a ortak saydığınız ortaklarınız?" diyeceğiz.
23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür bulamayacaklar.
24- Bak, vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler! O uydurdukları putlar da kendilerinden kaybolup gitti.
19-24-Rivayet ediliyor ki Mekke'liler: "Ey Muhammed, Allah senden başka bir peygamber bulamadı mı? Biz, seni tasdik eden bir kimse görmüyoruz. Yahudilere ve hıristiyanlara da senden sorduk, onlar da kendilerinde senin peygamberliğine dair bir haber olmadığı fikrinde bulunuyorlar. Şu halde bize senin peygamberliğine şahitlik edecek bir şahit göster" demişler ve bu âyet, bu sebeple inmiştir.
Şahitliği en büyük olan hangi şeydir, de. Allah, de. Benimle sizin aranızda o şahit. Asıl şahitlik, hakkın huzuruna kesin ilim, şahitliği yerine getirmek de o ilmi haber verme ve tebliğdir. Kesin ilmin ilgili yeri ve başlangıcı sözde, zihinde, vicdanda değil; zihnin vuku bulana ve bizzat kendisine uygunluğunda, yani hakkın kendisindedir. Hakkın kendine şahitliğidir ki, kesinliğin hakikatini oluşturur. Binlerle, yüzbinlerle kişi bir şey hakkında, "şu şöyledir" diye ittifakla şahitlikte bulunsalar, eğer gerçekte o şey öyle değilse, bunlar yalancı şahitten başka bir şey olmazlar. Çünkü şahitlikleri, hakkın kendine şahitliğine dayanmış değildir. Halbuki "Allah, kendisinden başka ilâh yoktur, diye şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde açıklandığı üzere, hiçbir şeyin Allah'ın ilmi dışında bizzat kendisi yoktur. Varlıkların kendilerine şahitlikleri de, Allah Teâlâ'nın kendine ve onun hakkında onlara şahitliğine dayanmaktadır. Bütün deliller, tecrübeler, istidlaller Allah'ın şahitliğine dönmek ve birer hak alâmet olmak itibariyledir ki, ilim ifade ederler. Hiçbir kalb ve vicdan da kendi nefsinde Allah'ı şahit göstermeden kendi kendine hiçbir şey hakkında şahitlik edemez, hatta kendine bile şahitlik edemez. Yani o vicdandaki ifade vicdanın değil, vücudun bir ifade ve şahitliği olması sebebiyledir ki kesin olur. Kesin bilginin, kendi kesinliği de kendi vücûdunda, kendi aynîliğinde bulunur. O var olduğu yerde var, yok olduğu yerde yoktur. Onun kendi varlığı, kendi aynîliği ise, Allah'ın ilmindedir. Ve onun bir ifadesi, bir alâmetidir. Sübjektif ve objektif hiçbir şey Allah'ın şahitliğine dayanmadan ve bir ilâhî şahitlik olmadan kendine şahitlik edemez. Allah'ın şahit olmadığı şahitlik bulunamaz ve Allah şahit gösterilmeden hiçbir şahitlik yapılamaz. Hasılı Allah'tan büyük bir şey ve Allah'ın üstünde hiçbir bilgin ve haberdar olan düşünülemez. Ve Allah'tan büyük şahit de tasavvur olunamaz. Allah'ın şahitliği de her şeyden önce lutfettiği kesin ilim ile ortaya çıkar. O da bahşettiği kalbde bulunur. Ve onun şahidi önce Allah ile kendisi olur. Peygamberlik vahyi iş bu "de ki, de ki" emirlerinin gösterdiği üzere zorlayıcı bir hakkı koyma, bir özel yaratılış olarak Allah Teâlâ'nın gözle görünürcesine bir emri ve şahitliğidir. Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberlik de herşeyden önce Allah Teâlâ'nın kendi zatındaki ilmi ve Muhammed aleyhisselâmın kalbindeki şahitliği ile sabittir. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü olduğunu ve bu davada doğru kişi olduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç kimse şahitlik etmezse Allah şahittir. Onu Muhammedî kalbteki şahitliğiyle isbat eden Allah, dilerse bütün içlerde ve dışlarda da kendisine şahitlik ettiği sayısız ve hesapsız şahitler yaratarak isbat eder ve nitekim etmiştir. İyi bilmek gerekir ki peygamberlik vahyi sadece bir ilham almak değil, ilâhî zorlama ile bir ilâhî şahitliği almak ve aldığını kesin zorlama ile gözle görürcesine bilmektir. Bunun için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın şahitliği olduğunu söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim aramda şahit O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki sizleri ve gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi korkutayım, o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki Kur'ân'ın hükümleri, onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar, gelecek olanları da tamamen içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği, kulaklarına erişmediği kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle ve o müşrikleri korkutmak için şunu da ilave et: Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz? Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim" ve herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere açıkça da diğer dinlerden uzak olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur" olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan âlimler bu açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve hıristiyanların Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara, 2/146) âyetinin tefsirine bkz.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|