Meâl-i Şerifi
148- Musa'nın arkasından kavmi, tutmuş süs takılarından böğüren bir buzağı heykeli edinmişlerdi. O buzağının kendilerine bir söz söylemediğini ve bir yol gösteremediğini görmemişler miydi? Fakat yine de onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.
149- Ne zaman ki, ellerine kırağı düşürüldü (yaptıklarına pişman oldular), o zaman sapıtmış olduklarını gördüler. "Yemin olsun ki; eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, muhakkak biz kötü akıbete düşenlerden olacağız." dediler.
150- Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndüğünde şöyle dedi: "Bana arkamdan ne kötü bir halef oldunuz! Rabbinizin emriyle dönüşümü beklemeden acele mi ettiniz?" Elindeki levhaları bıraktı ve kardeşi Harun'u başından tutarak kendine doğru çekmeye başladı. Harun, "Ey anamın oğlu!" dedi, "inan ki, bu kavim beni güçsüz buldu, az daha beni öldürüyorlardı, sen de bana böyle yaparak düşmanları sevindirme ve beni bu zalim kavimle bir tutma."
151- Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin."
152- Şüphesiz o buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında iken de bir zillet erişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.
153- O kötü amelleri işleyip de sonra arkasından tevbe ve iman edenler için hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de affedici ve merhamet edicidir.
154- Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onlardaki yazıda, ancak Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmet vardı.
148- Musa'nın kavmi de Musa'nın arkasından, (yani mîkatte iken,) süs takılarından bir buzağı, daha doğrusu böğüren bir buzağı heykelini put edindiler, yaptılar ve tutup taptılar. (Tâhâ Sûresi âyet 83-98'e bkz.)
"Cesed": Eti ve kanı olan cisim demek olduğundan, bazı tefsir âlimleri bunun et ve kana dönüşmüş bulunduğunu söylemişlerdir. Lakin çoğunlukla müfessirler, ruhlu veya ruhsuz her hangi bir katı cisme "cesed" denildiğinden, bunun altından yapılmış ruhsuz bir cisim, buzağı şeklinde bir heykel olduğunu söylemişlerdir. Henüz et ve kan gibi organik maddelerin insan teknolojisi ile yapılabildiği bilinmediğinden, biz de bunu böyle anlamak isteriz. Âyette cesedin "icil" kelimesinden bedel yapılmış olması da buna işaret eder. Gerçi puta tapanlar göreneğe, kendi heva ve heveslerine uyarak kapıldıkları putlara bağlılıklarını akla uygun göstermek için bir takım meziyetleri ve özellikleri onlara isnad ederler. Lâkin görmediler mi ki, o cesed, kendilerine ne bir söz söyleyebiliyor, ne de bir yol gösterebiliyordu? Şu halde bayağı bir insan kadar bile değeri olmayan bir cesedin tanrılıkla ne ilgisi olabilir? Hiç şüphesiz onlar bunun böyle olduğunu görüyorlardı, fakat onu ittihaz ettiler, onun cazibesine kapılıp, ona tapındılar, ve bunlar bir sürü zalimler idiler. Gerçeği bulunması gereken yerin dışına koyuyorlar, hakkın âyetlerinin hakkını vermiyorlar, gözlerini, kulaklarını, akıllarını yok sayıyorlar, Musa'nın verdiği bilgilerden gaflet ediyorlar ve bu suretle kendi kendilerine zulmediyorlardı. Hasılı bunu yaparken zalim idiler ve bu iş, onların ilk yaptıkları bir haksızlık da değildi.
149- Bu cümle istiare veya kinaye veya temsil tarikıyle şiddetli pişmanlık ifade eden bir tabirdir. Bir insan bir işe pişman olup aciz duruma düştüğü vakit denilir. Bunun pişmanlık veya aşırı pişmanlık ifade ettiği, bütün dil bilginlerinin üzerinde görüş birliğine vardığı bir husus olmakla beraber, tahlilinde ve ne gibi anlam ilişkilerinden dolayı bu mânâyı ifade ettiği meselesinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve birçok vecihler zikredilmiştir ki, biz bunlardan önemli olan bir kaçını dile getirmekle yetineceğiz:
1- Pişmanlık duyan kimse üzüntüsünden parmağını ısırır veya başını eğip çenesini iki elinin arasına alarak düşünür. Bu şekilde sanki o insan bütün pişmanlığı ile eline düşmüştür, eli de düşülen yer durumuna gelmiştir, meskutun fih olmuştur. Böylece mechul fiilin tahtinde müstetir olarak "hüve" zamiriyle, aynı fiilin masdarı olan "sukut"a isnad olunarak, veya mef'ûlun fîhi mechûl fiilinin nâib-i faili olarak cümlesi ellerine sukut vakı oldu veya ellerini ısırdılar anlamıyla aşırı pişmanlıktan kinaye yapılmış demektir.
2- Araplar derler. Ve bu şekilde kalbdeki bir hoşnutsuzluğu sanki el üzerinde veya avuç içinde olmuş gibi tasvir ederler ki, burada "yed" kelimesi kalb veya ruhtan mecazdır. Bunun gibi ifadesinde dahi "yed" nefis mânâsına mecaz ve nin naibi faili de tahtinde müstetir ve mahzuf fiiline raci olan bir "hüve" zamiri olarak, bu cümle, istiâre bilkinâye veya temsiliyye suretiyle "Gönüllerine pişmanlık düşürüldü." demek olur.
3- Kırağı demek olan tan alınmış olarak "kırağı düştü, kırağılandı" mânâsını ifade edebilir. Bundan dolayı "karlandık, üzerimize kar yağdı" mânâsına "sülicna" denildiği gibi, de "ellerine kırağı düştü" demek olur. Kırağı hem soğukla ilgili, hem de az bir sıcaklık ile derhal eriyiveren bir şey olduğundan, eline kırağı düşen insan hem üzülmüş, hem de eline birşey geçmemiş demektir. Bu bakımdan bu deyim, sonunda eline hiçbir şey geçmemiş ve o zamana kadar yaptıkları boşa gitmiş ve pişman olmuş olanlar hakkında bir darb-ı mesel olmuştur. Ve ilk olarak Kur'ân'da varid olmuş bir mesel olduğu söylenmiştir. Vahidi'nin naklettiği bu vecih, bizce "Keşşaf" sahibinin tercih ettiği birinci vecihten daha açık ve daha güzeldir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: Ne zaman ki, ellerine kırağı düştü ve kendilerinin sapmış olduklarını gördüler, işte o zaman Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa biz hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler. Tâhâ Sûresi'nde (âyet 83-98) verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu pişmanlık, Hz. Musa'nın Tur dağındaki mikattan döndükten sonra olmuştur. Fakat burada yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü topluca anlaşılmak için önce zikredilmiş, bu işin nasıl olduğu da bu âyetin bir açıklaması şeklinde verilmiştir. Şöyle ki:
150- "Esef": hem şiddetli öfke, hem de şiddetli üzüntü ve hüzün anlamına gelir ve yerine göre her iki anlama da kullanılır. Nitekim "Bizi eseflendirenlerden, (yani öfkelendirenlerden) intikamımızı aldık." (Zuhruf, 43/55) buyurulmuştur. Esef, nefsin hoşlanmadığı bir kötü ve çirkin şey karşısında takındığı tavırdır ki, o hâl üstlerden gelirse hüzün ve sıkıntı, astlardan gelirse öfke ve kızgınlık sebebi olur. Şu halde Musa'nın esefi, kavmine karşı şiddetli öfke ve gazap, Allah'a karşı da hüzün ve üzüntü demek olur. Her iki bakımdan ele alındığında burada kelime, bir yandan "şiddetli öfke", diğer yandan "hüzünlü" mânâsıyla tefsir olunmuştur ki, birincisi Ebudderda'nın kavli olarak birçok tefsir âlimi tarafından tercih edilmiştir. Zira âyette sözün gelişi "öfke" üzerinedir. Yani kızarak ve son derece kızarak, demektir.
Hasılı Hz. Musa'nın, mîkattan dönerken, arkasında bıraktığı kavminin buzağıya taptığından haberi vardı. Allah tarafından bu bilgi kendisine verilmişti. Bundan dolayı çok aşırı bir öfkeyle dönmüş ve gelir gelmez kavmine demiştir ki; benden sonra bana ne kadar kötü halef oldunuz: Siz benim, sizi şirkten ve küfürden uzaklaştırıp tek Allah inancına bağlamak için ne yaptığımı, O'na nasıl ibadet ettiğimi, sizi bu yola nasıl sevkettiğimi, "onların ilâhları gibi bize de bir put yap!" dediğiniz zaman size neler söylediğimi gördükten sonra, benim yokluğumda benim ahdime riayet etmeyerek, arkamdan ne fena şeyler yaptınız ve buzağıya taptınız, benim yerime geçen ve böyle fenalıkları önlemesi gerekenleriniz de bunu önlemediniz ha! Halbuki haleflerin vazifesi, kendilerini oraya getirenlerin ahitlerine riayet etmek değil midir? Rabbinizin emrini ivdiniz mi? Yani dinini ve emirlerini acele edip hemen bırakıverdiniz mi? Yahut da Rabbinizin bana vaad ettiği kırk gecelik mîkat süresi dolmadan bu kadar acele ettiniz, vaktinden önce bitmesini istediniz, otuz gün geçer geçmez beni öldü farzettiniz öyle mi? Peygamberlerin ölümünden bir zaman sonra birçok ümmetin dinlerini bozması gibi, siz de acele edip hemen din değiştirmeye mi kalktınız? Ve yahut alelacele Rabbınızın sizi kahretmesini ve gazabını mı istediniz? Böyle dedi ve levhaları bıraktı. O levhalar ki, onlar hakkında "bunları kuvvetle tut," sıkı sarıl "buyurulmuştu. Denilmiş ki, yere bırakılınca o levhalar kırılmış ve bundan dolayı içindeki bilgilerin yedide altısı yok olmuş, ancak birisi kalmış. Göğe çekilenlerde "herşeyin ayrıntılı olarak açıklanması" varmış, geriye kalanlarda da "hidayet ve rahmet" varm
Lâkin Kur'ân âyetlerinde, o levhaların kırıldığını ifade eden her hangi bir bilgi yoktur. Anlaşılıyor ki, Hz. Musa, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhid inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan levhaları geçici bir süre için bir tarafa bırakmış ve herşeyden önce kardeşini bütün gücüyle kendine çekmek teşebbüsünde bulunmuştur. Bu olayda esas tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntı ve toplumsal bir bunalım ve inanç zaafı konusunda, ayrıntı ve teferruat sayılan tâlî meselelerin bir tarafa bırakılarak, sıkıyönetim ilanına misal olabilecek bir özellik var demektir.
Musa levhaları bıraktı ve kardeşinin başından tuttu kendine doğru çekmeye başladı. Bundan şunlar anlaşılır:
1- Din işinde öz kardeşi de olsa hatıra gönüle bakmıyor.
2- Kardeşini kendi yerine halef bırakmış olduğundan, her şeyden önce hesap sormaya ondan başlıyor.
3- Kardeş ile işbirliği etmek en önemli iş olduğundan, önce kardeş ile işbirliği etmek gerektiğini gösteriyor.
Buna karşı kardeşi ey anamın oğlu, dedi. Hz. Harun, Hz. Musa'nın öz kardeşi yani ana-baba aynı olan bir kardeşi olduğu halde ona böyle hitap etmesi, ananın sevgi ve şefkatte mesel olması ve ana hakkının, özellikle Hz. Musa üzerinde daha büyük ve daha önemli bir yeri olması, bir de analarının mü'mine bulunması dolayısıyla kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirmek amacına yönelik bir belagat anlamı içerir. Yani Ey benim, ana gibi şefkatli ve merhametli olması gereken sevgili kardeşim, gerçekten de bu kavim, beni zayıf ve güçsüz gördüler, öldürmeye kalktılar ve az kaldı öldüreceklerdi. Şu halde düşmanları benimle şematet ettirme yani bana, düşmanları sevindirecek bir şey yapma! Şâir:
"Yani, ölüm düşmanların sevinmesinden daha hafiftir." demiş. Ve beni o zalimler gürûhuyla beraber sayma. Yani, ben onlardan da yaptıkları işlerden de uzak kaldım. Ne yaptıkları işlere katıldım, ne de onları önlemeye çalışırken onlara söz dinletebildim. Şu halde ben onların hak ettikleri hesaba çekilmeye müstehak değilim. İşte Hz. Harun, kardeşinin şiddetli öfkesini böyle zarif ve belîğ bir yumuşaklıkla
151- "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla!" dedi. Evvela kendisi için istiğfar eyledi, sonra da kardeşine karşı yaptığı muamele, kardeşinin günahından dolayı olmadığını itiraf ederek, ona karşı bir özür dileme ve ona yapılacak sertlikten dolayı sevinecek düşmanlara karşı kardeşine sevgi gösterisi sayılacak bir davranışta bulundu. Ayrıca kardeşi adına da Allah'dan mağfiret dilemesi, o zalimler topluluğuna karşı savaşması gerektiği halde bu işi Musa'nın dönüşüne değin geciktirmiş olmasından dolayı onun da istiğfara muhtaç olduğunu açığa vurmak anlamı taşır. "Mağfiret edip bağışlamakla kalma, ayrıca bizi rahmetinin ve fazlasıyla nimetinin ve ikramının içinde bulundur. Sen erhamürrahiminsin, merhametlilerin en merhametlisisin." Şu halde kuvvetle ümid ederiz ki, dünyada da, ahirette de hep rahmetinin içinde bulunuruz.
152- Buzağıyı ilâh edinenler, tevbe edenlerin ve bu işten vazgeçenlerin hükmü bundan sonra ayrıca gösterilmiş olması karinesiyle yani, buzağı heykelini yapan Samirî ve taraftarları gibi, bu fitneyi çıkarıp ortaya süren ve buna tapmada ısrar eyleyenler yok mu? Hiç şüphesiz ilerde bunlara ilâhî bir gazap, akıl ermez uhrevî bir felaket ve ceza gelecektir. Dünya hayatında da müthiş bir zillete düçar olacaklardır. Bu öylesine gariplik zilletidir ki, bütün dünyaya darb-ı mesel olmuştur ve o meskenettir ki, kendilerine ve evlatlarına şamil olagelmiştir. Bu arada Samirî'ye mahsus olan bir zillet de vardır ki, Tâhâ Sûresi'nde geleceği üzere "temas etmeme" (âyet 97) iptilâsı ile halk içine çıkmaktan ve insan arasına katılmaktan engellemedir. Ve işte biz, bütün iftiracıları böyle cezalandırırız. Allah'a karşı din uydurmaya kalkışanları sonunda hep böyle bir gazaba ve zillete uğratırız. Şu halde bunu yalnızca İsrailoğulları içindeki buzağıcılara mahsus ve münhasır zannetmemelidir.
153-Bununla beraber Kötü işler yapanlar, hangi kötü iş olursa olsun yapıp da sonra arkasından tevbe edip, gerçekten iman edenler, yani söz konusu buzağıcılar gibi, fenalıkta diretmeyip cidden tevbe edenler, iman edip onun gereğini yerine getirenler şunu iyi bilsinler ki, Rabb'in tevbeden sonra elbette gafûrdur, rahîmdir. Daha önce yukarıda da geçtiği üzere "Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmeyecek ve bağışlamıyacak olursa biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyenlerin dileklerine verilecek karşılık ve cevap da bunun içindedir.
154- Ne zaman ki, Musa'nın öfkesi dindi, gazabı söndü ve geçti, kızgınlığı sükûnete döndü, yani sakinleşip o hâl kendisinden gitti.
Burada sükunet denilen sakinleşmenin, "susmak" anlamına olan "sükût" deyimi ile ifade olunmasında çok güzel ve zarif bir istiâre vardır ki, o da şöyle bir tasvir ifade eder: Gazap denilen öfke sanki Musa'nın üzerinde hükmeden bir âmire benziyordu ve ağzını açmış Musa'yı, durmadan şiddete sarılmaya teşvik ediyordu: Kavmine şöyle de, böyle söyle, şunu yap, bunu kes, levhaları bırak, kardeşini başından tut çek vs... diye emirler veriyordu, Harun'un yumuşak başlılığı, ihlas ve samimiyeti ve tatlı dili üzerine o gazap susuverdi ve o vakit Musa bıraktığı levhaları tekrar eline aldı ki, aldığı levhaların nüshasında, yazısında bir hüdâ, yani bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet, hayır ve olgunluğa irşad eden bir nîmet vardı. Fakat bu herkese değil, Rab'leri için yüreklerinde korku taşıyanlara, yani Allah için günahlardan korkup sakınanlara mahsus bir hidayet ve rahmet vardı.
Bunun üzerine şu şekilde tevbeye başladılar:
Meâl-i Şerifi
155- Bir de Musa, mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! dedi, dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
156- "Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de tevbe edip senin hidayetine döndük." Buyurdu ki, azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim de vardır , o ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle korunanlara, zekatını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım.
157- Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.
155- Ve Musa, kendi kavminden mîkatımız için yetmiş adam seçti, en iyileri olmak üzere yetmiş kişi seçip ayırdı ve tayin ettiğimiz vakitte tevbe için onları aldı getirdi. Bu mîkata da, bundan önce geçen mîkata da konuşma mîkatı diyenler olmuşsa da, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların hepsinin birlikte göz önüne alınışına, gerek bu konudaki diğer rivayetlere göre, bunun buzağıya tapma olayından sonra tevbe için yapılmış olan bir başka mîkat olduğu anlaşılıyor. Ancak önceki mîkatın otuz gece, bunun da döndükten sonra ona bir ek ve tamamlayıcı olmak üzere, on gece içinde meydana gelmiş ve böylece her ikisinin birlikte tam kırk geceye tamamlanmış olması da ihtimalden uzak değildir. Ebu Müslim'in kail olduğu bu görüşte diğer rivayetlerin uzlaştırılması var demektir. Rivayet olunuyor ki, Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, İsrailoğulları'ndan seçilecek bir takım kimselerin gelip, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemelerini ve geriye kalanların da tevbelerinin kabul edilmesi için niyazda bulunmalarını emretmiş ve bunun için bir vakit tayin etmişti. Hz. Musa da yetmiş kişi seçmişti: Şöyle ki, oniki boy olan İsrailoğulları'nın her boyundan altı kişi seçmiş idi. Bu ise yetmişten fazla tuttuğundan, ikiniz kalsın diye de emretmiş, fakat kimlerin kalacağı konusunda uyuşamadıklarından, kalana da katılanlar kadar ecir var, dedi. Kâleb ile Yûşa' kaldılar. Musa da yetmiş kişiyle gitti. Onlara, oruç tutmalarını, temizlenmelerini ve elbiselerini de temiz tutmalarını emretti. Bunlarla Tûr-i Sîna'ya doğru yola çıktı. Daha yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Musa da onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Musa'ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da işitiyorlardı ki, tevbe için nefislerini öldürmeleri gerekiyordu. (Bakara Sûresi'nde 54. âyetin tefsirine bkz.)
Yine rivayet olunduğuna göre, sis açılınca, onlar tuttular "Biz Allah'ı açıktan açığa görmedikçe sana iman etmeyeceğiz." diyerek Musa'ya kafa tuttular. İhtimal ki, bununla "Sen işittiğimiz bu sesin Allah'ın sesi olduğunu söylüyor nefislerinizi öldürünüz diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah'ı göremeyince senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz." demek istiyorlar. Nefislerini öldürmek emrini ağır buluyorlardı. İnanamıyorlar ve inanmak istemiyorlar, ona inanmayı Allah'ı görme şartına bağlıyorlardı ve Allah'ı görmeyi, kelâmını işitmeye benzetiyorlardı. İşte o zaman bir "recfe"ye, bir sarsıntıya tutuldular o sarsıntı bunları tutup sarsmaya başlayınca, yani Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere (âyet 55, 56) onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu, onlar da düşüp bayıldılar ve belki öldüler. Bunun üzerine Musa Ey Rabbim, dedi; "dileseydin bunları daha önce, (yani buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları sırada, görevlerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada da) helak ederdin, beni de öyle yapabilirdin, daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman mahveyleyebilirdin. Bu sözle önceki affı dile getirip, onunla sonraki affı da elde etmek istemiştir. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmaya hiç bir engel yoktu. Ancak Sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, kafasızların, yani dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz, hafif akıllıların, yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Etme ya Rabbi Bu ancak Senin fitnendir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf Senden gelen bir mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin Sana meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim olamayıp, bir fasit kıyas ile daha fazlasına arzu duydular da Seni görmek istediler. Sen böyle fitneyle dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine hidayet eder, bir hakikatı anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin. Dünya ve ahiret işlerimizde hakimimiz yardımcımız, koruyucumuz ve sığınacağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı örtbas eyle, ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nail eyle, Sen, bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın, garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Yani tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu recfeden (sarsıntıdan) ve bu helâkten bizi kurtar.
156- Ve bizim için bu dünyada bir hasene yaz, bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle, güzel işler yapabilecek güzel bir hayat ortamı ihsan eyle, şiddetten, meşakkatten, fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat tayin ve tesbit eyle, bize bu özelliklere sahip bir yaşayış tarzı takdir eyle, onu yaz da kolay kolay değişikliğe uğramıyacak şekilde sabit kıl da bize kendi kendimizi öldürtme, ahirette de yine öyle yap, yani güzel bir âkıbet takdir edip, güzel güzel sevaplar yaz, ahiret yurdumuzun da cennet ve sırf felah ve mutluluk olması yazılsın ve hiç değişmez şekilde sabit olsun, çünkü biz sana döndük, yeniden hidayete geldik, tevbe ettik, yani sen, "kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlara karşı muhakkak Rabb'ın (o tevbe ve imandan sonra) elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (A'raf, 7/153) diye tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak vaad buyurdun. Biz de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana başvurduk, sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de ahirette hasene, yani iyilik yaz.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|