Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Araf Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #13  
Alt 03.07.18, 11:41
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,940
Etiketlendiği Mesaj: 896 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

134- "Ey Musa! Rabbine, sana verdiği nebilik ahdi ile yalvar, bizim için O'na dua et, yemin olsun ki, eğer bizden bu belayı uzaklaştırırsan, kesinkes sana iman edeceğiz ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte mutlaka ve mutlaka göndereceğiz." derlerdi.

135- Erişecekleri bir vakte (yani bir müddete) kadar, kendilerinden azabı kaldırdıkmı hemen ahitlerini bozarlardı. O ferahlığı ebediyyen sürecekmiş sanırlardı. Azabın biri giderse, arkasından bir başkasının gelebileceğini düşünmezlerdi, hatta kaç defa tekerrürüne rağmen düşünmezlerdi. İlk fırsatta yine sözlerinden cayar, yeminlerini bozarlardı. Böyle ahlâksız ve tutarsız bir kavim idiler.

136- En sonunda biz de onlardan intikam aldık, yani nimeti kaldırdık, büsbütün bela ve musibete uğramalarını irade eyledik de kendilerini denizde boğduk, garkeyledik. Çünkü âyetlerimizi inkâr ettiler ve bütün parlaklığına rağmen onları görmezlikten geldiler. Hep yalan diyorlardı, ders almak için bir kere olsun onları dikkate almıyorlardı. Uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükenmiş idi. Şimdi Allah'ın kudretini düşünmeli ki, ilâhî âyetlere karşı bu kadar insafsız olan zalim ve bozguncuların ve kendi güç ve kuvvetlerine mağrur olarak, İsrailoğulları'nın nesillerini mahvetmek isteyen gafil ve kibirli mücrimlerin âkıbetleri işte böyle bir belaya uğramak oldu.

137-İşte bunları gark ettik, suda boğduk, ve kahır altında ezilmekte olan kavmi, -yani İsrail kavminiş yeryüzünün bereketle donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Daha sonra İsrailoğulları, Firavun'un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan Şam ve batısında bulunan Mısır arazisinin büyük bir kısmına malik olmuşlardır, Firavun'lardan ve Amalika'dan sonra oralarda diledikleri gibi tasarruf etmişlerdi. Ve böylece ya Muhammed, Rabbinin o güzel sözü, İsrailoğulları'na karşı sabırları sebebi ile tamam oldu, yerini buldu. Kasas Sûresi'nde de geleceği üzere "Biz de istiyorduk ki, orada ezilmekte olanlara lutfedelim, onları önder yapalım ve kendilerini Firavun'un mülküne mirasçı kılalım". Onlara orada kuvvet ve üstünlük verelim de Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına korktukları şeyi bir gösterelim." (Kasas, 27/5-6) diye beyan olunan ve daha önce Musa'nın diliyle İsrailoğulları'na "Umulur ki, Rabb'i-niz, düşmanınızı helâk eder de sizi yeryüzüne mirasçı kılar." (A'raf, 7/129) diye müjdelenen ilâhî vaad İsrailoğulları hakkında tamamen gerçekleşti. Şurası çok dikkat çekicidir ki, sadece sabırları sebebiyle gerçekleşti. Firavun'un ve kavminin yapageldikleri sanat eserlerini, sanat diye ortaya koydukları şeyleri ve yükselttikleri, diktikleri köşkleri veya diktikleri bahçeleri yerle bir ettik, başlarına geçirdik. Medeniyetlerini ve mâmûrelerini, Hâmân'ın köşkü gibi yüksek binaları harebeye çevirdik. İşte özetle Firavun kavminin durumu ve âkıbeti!

Şimdi de "bakacak ki, nasıl yapacaksınız" (A'raf, 7/129) âyetinin hükmü uyarınca bundan böyle İsrailoğulları'nın kıssasına geçelim, bir de onların neler yaptığını izleyelim: Firavun kavmini batırdık;

Meâl-i Şerifi

138- Ve İsrailoğullarının denizden geçmelerini sağladık? Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bize bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir kavimsiniz.

139- Çünkü o gördüklerinizin içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yaptıkları batıldır.

140- Sizi âlemlere üstün kılan Allah olduğu halde, ben size O'ndan başka ilâh mı arayayım! dedi.

141- Hani sizi, Firavun sülâlesinin elinden kurtardığımız zaman, hatırlasanıza, size azabın kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.

138- Derken bir kavme uğradılar ki, o kavim kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı, o putlara önem veriyorlardı. Bu kavim Lahm ve Cüzam kabilesinden bir boy olup Rif kasabasında sakin bulunuyorlardı. Bunların Mısır'da deniz kenarındaki meşhur Rakka kasabasına, yani Mısır Rakka'sına kondukları söylenmiş, Hz. Musa'nın savaşla emrolunduğu Ken'ânîler'den bir grup oldukları da söylenmiştir ki, siyakına bu daha uygundur. Böylece bunların putlarının gerçekten Bakare veya taştan, ağaçtan vesaireden Bakare figürleri, yani inek şekilleri olduğu da zikredilmiştir. Fakat Kur'ân bize şunu anlatıyor ki, bu kıssada dikkat çekici önemli nokta her hangi bir kavim veya her hangi bir put olursa olsun, genel olarak ve mutlak anlamda putperestliğin batıl, temelsiz ve yok olmaya mahkûm bir şey olmakla beraber yine de bazı cahilleri çeken ve aldatan yanlarının bulunduğu kesindir. İşte böyle bazı fenalıkların sırf görenek yoluyla avama bulaşmasında, İsrailoğulları'ndaki altın buzağı fitnesine başlangıç olan ilk küfür meylinin böyle bir görenek yüzünden meydana gelmiş bulunmasındadır. Nitekim İsrailoğulları o kavmi görünce, Ey Musa, dediler, bunların kendilerine mahsus olan ilâhları gibi, bize mahsus da bir ilâh yap! Yani, içlerinde böyle diyenler oldu ki, bu da kurtuluştan sonra İsrailoğulları'nın küfre olan ilk meyilleridir. Buna karşı Musa "Kesinlikle siz cahillik ediyorsunuz" dedi. Yapma bir ilâh istemek, şu veya bu kavme mahsus ilâhlar olabileceğini sanmak ve puta tapan bir kavmin putlarına imrenmek, cahillikten başka hiçbir şey değildir.

139- O putlara tapanlar yok mu, işte onlar, hiç şüphesiz, bunların içinde bulundukları, din diye içine düştükleri şey, parçalanıp yıkılmaya mahkûm ve ibadet diye yaptıkları şeyler bütünüyle batıldır, bir hiçtir. Maksatları onlarla Allah'a yaklaşmak bile olsa, yine de hiçtir, küfürdür.

140- Ben, dedi, size Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım, isteyeceğim? Bu mümkün değil. Halbuki, O, sizi bütün bildiğiniz âlemlere üstün kıldı. Başkalarına vermediği nimeti size verdi. Bunu size Allah'tan başka kim verebilir? Ve Allah'ın bu nimetlerine karşı nankörlük edip başka ilâh aramaya kalkışanların hâli nice olur?

141-Cahillik etmeyin! Ve Allah tarafından size yapılan şu uyarıyı hiç unutmayın: "Düşünsenize, sizi Firavun sülâlesinin elinden kurtardığımız zamanları, onlar size azabın kötüsünü ediyorlard"

Böyle oldu:

Meâl-i Şerifi

142- Ve Musa'ya otuz geceye vaat verdik ve süreye bir on gece daha ekledik ve böylece Rabbinin mikatı (tayin ettiği vakit) tam kırk gece oldu. Musa, kardeşi Harun'a şöyle dedi: Kavmim içinde benim yerime geç, ıslaha çalış ve bozguncuların yolundan gitme!

143- Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana". dedi. Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim," dedi.

142- Bir de Musa'ya otuz geceye vaad verdik ve onu bir onla tamamladık, böylece Rabb'inin mîkatı tam kırk geceye tamamlandı. Burada Bakara Sûresi'ndeki (âyet 51) âyetin daha ayrıntılı olarak bir anlatımı vardır. Rivayet olunduğuna göre, Musa aleyhisselam, Mısır'da iken İsrailoğulları'na, Allah düşmanlarını helâk ederse kendilerine bir kitap getireceğini vaad etmiş ve Firavun helâk olunca Musa, o vaad olunan kitabı Allah'tan niyaz eylemiş, Allah Teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emreylemiş idi ki, o ay Zilka'de idi ve Zilhicce'den tutulacak on günle kırk güne erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün tutulan oruçla ve daha başka Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir riyazat olmuş ve sonraki o günde de Tevrat'ın nüzulü ve kelâm olayı meydana gelmiştir. Bu kırkın gündüzleri de mîkate dahil bulunduğu halde, yalnızca buyurulması, gök ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk gece hesabıyla tamam olması hikmetine bağlı olduğunu tefsir âlimleri beyan etmişlerdir. Bundan özellikle şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. İlâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Ve bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Hz. Musa'nın bu çilesinde kırk sanki tek başına tam bir gece, son on da onun seher vakti gibidir. Bazı rivayetlerde dahi yer aldığı üzere bu seherin fecr-i sadık (doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Musa, Allah Teâlâ'nın kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir:

143- Vakta ki Musa, kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabb'i kelâmıyle onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelâmı gibi aracısız fakat perde arkasından ona söz söyledi "onu, özel konuşmak için yaklaştırdık" (Meryem, 19/52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelâm "mecvâ" idi. Musa aleyhisselam ilâhî kelâmı her cihetten işitiyordu, diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki, Allah'ın kelâmını işitmek, mahlukatın kelâmını işitmek gibi değildir. Rabb'i onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelâmiyle mutlu edip, kelîm kılınca, Allah kelâmının şevk ve neşesiyle Musa'da Allah'ı görme arzusu uyandı ve galeyana geldi de Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp göreyim seni dedi. Yani perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını görmeyi nasibeyle diye yalvardı. Rabbi ona dedi ki, beni katiyyen göremeyeceksin, velâkin dağa bak, "eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin. Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince, ki bu bir izafi tecellidir yani, zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile değil, azamet ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze, Kisaî, Halef-i Âşir kırâetlerinde okunduğuna göre, "dümdüz ediverdi", yani, dağ gidip, yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.

"Dekk": Esasen "dakk" gibi bir şeyi ezip unufak etmek mânâsına masdar olup bunun ismi mefûlü olan "medkuk" mânâsına da gelir ki, burada mânâ böyledir. ise hörgüçsüz deve veya gibi tepe ve sırt demektir. Birinci mânâya göre dağ hiç kalmamış, ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline gelmiş demek olur. Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı sîna idi, fakat diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir. Bunun "Zebiyr" dağı veya Medyen'deki "Erriyn" dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki, Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur.

Hasılı Rabb'inin tecellisine dağ dayanamadı "dekk" yahut "dekkâ" oldu, Musa da şiddetle baygın düştü. Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri dağın parçalanıp ufalanması, diğeri de Musa'nın bayılıp yere düşmesi. Demek ki Musa, dağ dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam ve mutlak bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat bir anda yok olacaktı. İşte "Sen beni katiyyen göremeyeceksin." buyurulmasının esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatında Allah tecelliden kaçınmış ve lutufta cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O'nda buhul ve cimrilik yoktur, mesele tecelliye tahammüldedir. Bu fenâ âleminde O'nu görmeye tahammül olunamaz. O halde bu ilâhî kelâmdan, ölüm ve fenâ âleminin sona erdiği bekâ âleminde, yani ahirette dahi Allah'ı görmenin mümkün olmadığını anlamaya kalkışmak doğru değildir.

Ne zaman ki, Musa ayıldı, Seni tenzih ederim, Sen sübhansın Ey Rabbim, dedi. Fani gözlerle görünmekten gerçekten de münezzehsin. Sana tevbe ettim, çünkü iznine uygun olmayan bir dilekte bulundum, ve ben müminlerin evveliyim, inananların ilkiyim. Bu dünyada "Sen beni göremezsin" tecellisine ilk iman eden benim.

Bunun üzerine Cenab-ı Allah, onu teselli etmek, gönlünü hoş eylemek ve peygamberlik vazifesini tayin ve tesbit etmek için:

Meâl-i Şerifi

144- Allah buyurdu: Ey Musa! Sana verdiğim peygamberlikle ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçkin kıldım. Sana verdiğime sıkı sarıl ve şükredenlerden ol!

145- Ve onun için o levhalarda her şeyden yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait herşeyi (belirttik). Haydi bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim.

146- Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım. Onlar ki, bütün âyetlerimizi görseler de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu tutup gitmezler. Eğer sapıklık yolunu görürlerse tutar onu izlerler. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr etmeyi âdet edinmişler ve onlardan hep gafil olagelmişlerdir.

147- Âyetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin amelleri hepten boşa gitmiştir. Çekecekleri ceza kendi yaptıklarından başkası mı olacaktır?

144-145- "Onun için o levhalarda yazdık..." Önceki âyette zikr olunan peygamberliği beyandır. O yazılı levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli rivayetler vardır. Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani madeni, Cibril'in getirdiği zümrüt veya yeşil zeberced veya kırmızı yakut idi, yahut ilâhî emirle Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi denilmiş ilh... Fakat doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda bilgi vermiyor.

"Şimdi onları kuvvetle tut"! Bu ifade "Biz ona dedik ki; bunları kuvvetle tut!" demek anlamındadır. Yani yazmıştık da bunları demiştik: onları kuvvetle tut, iyi sarıl, sıkı tut, diye söylemiştik. Kavmine de emret, en güzelini alsınlar, yani o levhalarda yazılanların hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir kısmından daha güzel olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipler mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi, çeşitli mânâlara ihtimali olanların bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve tefsirleri diğerlerinden daha güzel olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi ve daha güzel olanı ve efdal olanı tercih etsin, efdali ihtiyar edip seçsinler ki, size yakın bir gelecekte fasıkların yurdunu göstereceğim. Bu hem bir müjde, hem de bir tehdit demektir: Bunda bir taraftan fısk u fücûr içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını vaad eden bir müjde vardır. Buna da ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarıldıkları zaman erişebileceklerinden amellerin en iyisine sarılmaya teşvik ve terğib vardır. Diğer taraftan yurtlarına girince göreceksiniz ki, fasıkların âkıbetleri ne fecidir? diye fısk u fücûrdan uzak tutmaya veya İsrailoğulları'ndan zuhur edecek fasıklara işaret ve cehennemi ihtar vardır.

146-Bak da gör fasıklara ne olacak. Haksız olarak yeryüzünde kibre kapılıp büyüklük taslayanları, âyetlerimden çevireceğim, men edip uzak tutacağım. Kalbleri öylesine mühürlenecek ki, gerek yaratılışta, gerek kitapta olan, yani gerek tekvinî, gerek teşrî'î anlamda ilâhî âyetlerin ifade ettiği şan, şeref ve saadeti tadamayacaklar, onların içerdiği gerçekleri göremeyecekler, ve her bir âyeti görseler bile ona inanmayacaklar. Olgunluk ve doğruluk görseler de o yolu tutamayacaklar, sapıklık ve azgınlık yolunu görürlerse o yola düşecekler, hasılı bütün hisleri ve sağ duyuları tersine dönecek, o sarf veya o kibirlenme veya bu aksine gidiş şu iki sebeple olur: Âyetlerimizi inkâr etmiş olmaları, yani gidişlerinin fenalığını, hakkın aleyhlerinde olduğunu gösteren, hayr ile şerri, hak ile batılı ayırdetmek için indirilmiş bulunan âfakî (objektif) ve enfüsî (subjektif) delillerimizi, mucize ve alâmetlerimizi aslı olmayan birer hurafe gibi saymalarıdır. Yoksa ne kibre kapılırlar, ne de bu hale düşerlerdi, ikincisi de o âyetlerimizden gâfil olmalarıdır. Yani okuyup araştırmadan, anlayıp dinlemeden uzak kaldıkları âyetlerimizi âmellerinde dikkate almamaları, hem bilgi alanında, hem uygulama alanında onlardan gafil olmaları, uzak kalmalarıdır.

147- Halbuki âyetlerimiz ve ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin, her işin sonunda bir hesap ve ceza gününün geleceğini inkâr eyleyenlerin bütün amelleri haptolur: Yani fakirlere iyilik ve zavallılara yardım gibi yaptıkları ne kadar iyi amelleri varsa hepsi boşa gider. Sonunda hiç birinin hayrını göremezler. Bütün emekleri heder, bütün âkıbetleri zarar ve felaket olur. Sonuç olarak bütün bunların böyle olması, mutlak bir kaderciliğin (cebr) gereği değildir. Ancak ötedenberi yapageldikleri amel ve işlerin, inkârın, küfrün, ve gafletin cezasını çekerler. Nitekim.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147