129-Lâkin Musa'nın kavmi, mutlak anlamdaki bu iki müjdeden de teselli bulmadılar ki, Musa'ya Biz, dediler, "sen bize gelmeden önce de eziyet görüyorduk, sen geldikten sonra da görüyoruz." Öncekiyle Hz. Musa'nın doğumundan önceki yapılan eziyeti ve erkek çocukların kesilmesi işkencesini, sonrakiyle de bu defa yapılacağı söylenen taktil v.s. tehditleri kastediyorlar. Gerçi İsrailoğulları'nın, Firavun ile adamlarının elinde köle sayılmaları, ağır işlerde kullanılmaları, çok ağır vergiler altında ezilmeleri gibi daha birçok çektikleri eziyetler vardı ve onların bu sözleri bütün bu çektikleri eziyetleri de içine alıyor olabilir. Fakat o eziyetler Musa yüzünden olmadığı için sözün asıl hedefi olamaz. Şu halde bu söz, biz şimdiye kadar senden bir fayda değil, hep zarar gördük gibi bir şikayeti ima etmekle beraber Firavun'un zulmüne karşı şiddetli bir acıyı ve bir kurtuluş arzusunu da dile getirir.
Musa, kendi kavminin böyle çaresizlik içinde sızlandığını görünce Umulur ki dedi, Rabb'iniz düşmanınızı yok eder, sizi de yeryüzünde halife yapar, ilâhî hükümlerinin icrasına sizi halifeler yapar da bakar, nasıl amel edeceksiniz, güzel işler mi yapacaksınız, çirkin işler mi? Bilfiil açığa çıksın da ona göre iyiye iyi, kötüye kötü son mükafatınızı veya cezanızı versin, işte böyle müjde verdi.
Acaba bu müjde gerçekleşti mi? Bundan sonra Firavun kavminin ve İsrailoğulları'nın halleri ne oldu? Buna gelelim:
Meâl-i Şerifi
130- Gerçekten biz, Firavun sülâlesini, senelerce kıtlık ve gelir noksanlığı içinde tutup kıvrandırdık ki, düşünüp ibret alsınlar.
131- Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
132- "Ve sen büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz," dediler.
133- Biz de kudretimizin ayrı ayrı alâmetleri olmak üzere başlarına tufan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik, yine inad edip direndiler ve çok mücrim (suçlu) bir kavim oldular.
134- Ne zaman ki, azap üzerlerine çöktü, dediler ki, "Ey Musa! Bizim için Rabbine dua et, sana olan ahdi hürmetine eğer bizden bu azabı kaldırır uzaklaştırırsan, yemin olsun ki, sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz."
135- Ne zaman ki, belli bir süreye kadar onlardan azabı kaldırdık, derhal yeminlerini bozdular.
136- Biz de, âyetlerimizi inkâr ettikleri ve onlara kulak vermedikleri için kendilerinden intikam aldık da hepsini denizde boğduk.
137- Ve o hırpalanıp ezilmekte olan kavmi de yeryüzünün, bereketle donattığımız doğusuna ve batısına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrailoğullarına olan o güzel vaadi, sabırları yüzünden gerçekleşti. Biz de Firavun ile kavminin yapageldikleri sanat eserlerini ve diktikleri binaları yerle bir ettik.
130- Gerçekten de Firavun sülâlesini yıllar boyu, gelirlerini kısmak ile sıkmaya başladık. Sene yıl anlamına olduğu gibi, bilhassa şiddetli kuraklık ve kıtlık yılı mânâsına da gelir ki, burada böyle tefsir edilmiştir. Ve bu anlama göre "sinîn" kelimesinde iki lugat vardır. En meşhuru, cem-i müzekker-i salim gibi "vav" ile ve "ya" ile îrab olunup, ref' halinde ve nasb haliyle cerr halinde okumak ve izafet halinde "nûn" un düşmesiyledir ki, âyet bu lügat üzeredir. Diğeri, "ennecm" ve "eddeberan" gibi çok kullanılan isimlerden olarak munsarif veya gayr-i munsarif müfred îrabiyle îrablanarak "ya" muhafaza edilir ve "nûn" izafette de sabit kalır. Nitekim şair: demiştir. Bir hadisi şerifte de iki lugat üzere ve "Allahım, onlar üzerine, Yusuf'un kıtlık seneleri gibi kıtlık senesi ver." diye vârid olmuştur ki, Kureyş müşrikleri aleyhinde bir bedduadır. Burada "Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) içeriğinin daha ayrıntılı olarak açıklaması vardır. Bu suretle Firavun kavmi hakkında da bu ilâhî sünnet uygulanmış ve ansızın helak edilmemişlerdir ki, düşünebilsinler, uyanık olsunlar diye. Yani bu, bir ihtar ve uyarı idi ki, akıllarını başlarına alsınlar, çeşitli durumları mukayese etsinler, hadlerini bilsinler, Allah'ı düşünsünler de hakkın emrine karşı direnmekten ve azgınlıktan vazgeçsinler, küfürden ve zulümden tevbe etmeye imkân bulsunlar diye yapılmıştı. Zira bu gibi tasarrufatın ve tabiat kuvvetlerine hükmetmenin insan gücünün üstünde olduğuna şüphe yoktur. Ve bu gibi afetleri normal ve olağan saymaya da imkân yoktur. Çünkü tabiat olsa idi ya daimi olarak bolluk veya tekdüzeliğe bağlı olarak sürekli kıtlık olması gerekirdi. Bu gibi olaylar ise tabiatın değişkenliğine ilişkin olaylardır ve bunların tabiatler üzerinde hakim olan Rabbanî kudretin iradesinin eseri olduğu açıktır. Bundan dolayıdır ki, nimet bolluğu ve refah içinde yaşayan ve kendi üstünde hiçbir kuvvet ve kudret tanımayan, tanımak istemeyen, hakka karşı savaş açmak isteyen mağrur bir kavmin iktisadi hayatına vurulan bu gibi semavi darbeler, henüz cürümlerinin cezası olmamakla beraber, kendilerine hadlerini ve durumlarını bildiren ve bu hallerine devam ettikleri takdirde aday oldukları akıbeti ihtar eden birer ilâhî uyarı olduğunu ve bunları başlarına getiren Allah Teâlâ'nın, kendilerini her zaman için mahvetmeye gücü yeten bir mutlak hakim bulunduğunu ve bundan dolayı ilâhî emirlere karşı direnmekten ve inad etmekten sakınmak gerektiğini ilan eden fiilî âyetler, tabiî alâmetlerdir. Bir musibetin bin nasihatten daha etkili bir terbiye aracı olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Şimdi bu âyetten şu sonuçlar çıkarılabilir:
1- İnsan hayatında ekonomik şartların pek büyük önemi vardır. Bir toplum için ekonomik hayatın sarsıntıya uğraması veya kaybolması, bir helâk işareti veya başlangıcıdır. Genelde üretim yolunda olduğu zaman, ferdî anlamdaki sıkıntıların giderilmesine çare bulunabilirse de, bütün iktisadi hayatın şartlarının bozulması, bütünüyle toplumun felaketine sebep olabilir. İktisadın şartları ise iki esasta toplanır: Allah'ın yaratılıştan verdiği zenginlikler ile o zenginlikleri işleyip değerlendirecek insanların ahlâkı. İnsanların ahlâkının bozulması, yaratılıştan gelen feyiz ve bereketin kesilmesine sebep olabilir. Yaratılıştan gelen feyiz ve bereketlerin kesilmesi ise bütünün helâki demek olur. Şu halde ahlâklılığın özünün, ancak Allah Teâlâ'ya kullukta, yani insanların kendi heva ve heveslerine değil, Hak Teâlâ'nın koymuş olduğu ilâhî nizama, hayır nizamına uymak ve bağlanmak, şer ve fesattan kaçınmak ve ittikada aranması gerekir.
2- Allah Teâlâ'nın rahmetinin genişliğini anlamalı ki, Firavun kavmi gibi, her bakımdan helâke hak kazanmış olan bir kavmi bile hemen helâk etmeyip, onları daha önceden sözlü ve fiilî bir takım uyarılar ile kendine gelmeye davet ediyor. Şu halde insanlar Allah'ın rahmetinden mahrum kalmamak için hakkın âyetlerini tanımalı, firavunları ve onların sihirli oyunlarını bir yana bırakmalı, Allah adamlarının nasihatını dinlemeli, hiç olmazsa musibetlerden ibret almalı da sonuçta Allah'ın aman vermez kudretli eli uzandığı zaman, hakkın inkârcısı ve düşmanı halinde yakalanmaktan korunmalıdır. İmanı olan hadisi şerifinde beyan buyurulduğu üzere bir delikten iki kere sokulmaz. Geçmişteki felaketlerden ibret alır da tekerrürüne sebep olmazlar. Fakat kalbleri mühürlenmiş olanların bütün ibret ve intibah kabiliyetleri söner de şâirin:
Geçmişten adam ibret alırmış ne masal şey...
Üçbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
dediği gibi tarihteki felaketler şekilden şekile tekerrür eder, gider.
131- Nitekim küfrü ve zulmü huy edinmiş olan Firavun kavmi, bu ilâhî uyarılardan sonra uyanmadılar da kendilerine iyilik geldiği zaman, (refah geldiği sıralar) bu sırf bize ait dediler, ve kendilerine bir fenalık, bir kıtlık ve sıkıntı ve herhangi bir musibet gelirse Musa ile yanındakilere uğursuzluk isnad ederler, tatayyür ve teşe'üm eylerler onların uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bak, onların tâirleri ancak Allah katındadır. Yani uğur veya uğursuzluk sayılacak kuşları, bütün talihleri, bahtları, yaratılıştan iyi veya kötü bütün nasipleri ancak Allah katındadır "hepsi Allah katındandır" (Nisâ, 4/78), ve lâkin çokları bilmezler. Bilmedikleri için de şuna buna isnad ederler. Yahut uğursuzluğun sebebi ancak Allah katındadır. Başlarına gelen ve gelecek olan musibetler ancak Allah tarafındandır da çoğu bunu bilmezler. (İsra, 17/13. âyetin tefsirine bkz.) Cahiliye devrinde "ıyâfet-i tayr" denilen bir falcılık geleneği vardı. Bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, kuş sağa giderse uğur, sola giderse uğursuzluk sayarlardı. Yine bunun gibi, karga ve benzeri kuşların çığlık atmasından da uğursuzluk anlamı çıkarırlardı. Bundan dolayı herhangi bir şeyden uğursuzluk beklemeye, yani uğursuzluk sayıp kuşkulanmaya "tatayyür" denilmiş, gerek kuş, gerek başka şey olsun şom kabul edilen şeylere de "tayr, tâir, tıyâre" adı verilmiştir. Gerçi esas itibariyle uğur veya uğursuzluktan daha genel anlamlıdır. Fakat hep şom olan şeylerde kullanılmıştır ve tatayyür de daima uğursuzluk demek olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Uğursuzluk ve baykuş yoktur." hadis-i şerifi ile "tıyereyi" yasaklamış ve iptal etmiştir. Bununla beraber cahiliye âdeti olan bu tatayyür meselesine avam arasında çoğunlukla rastlanılır. Mesela, bizim ülkemizde baykuşla uğursuzluk düşüncesine kapılanlar pek çoktur. Hatta hüma kuşu mutlulukta, baykuş uğursuzlukta birer atasözü gibi edebiyatımıza girmiştir. İşte Arapça "tâir" deyimi de böyle baykuş gibi uğursuzluk sebebi sayılan her hangi bir kuş veya hümâ gibi uğur veya baykuş gibi uğursuzluk sayılan mutlak kuş mânâsından, istiare yoluyla şer sebebi mânâsına veya hayır sebebi mânâsına kullanılır ki, şer sebebi için kullanıldığında baykuş, hayır sebebi için kullanıldığında talih kuşu, baht kuşu demek gibidir. Bundan başka bir de Araplar "Malı kavim arasında uçurdum da her birine kendi hissesi uçtu, yani nasibi erdi." derler. Nitekim bizim dilimizde de şuradan buradan keyfe göre gelen mallara da "tayyarat" denildiği bilinmektedir. Bu açıdan ele alındığında bir kimsenin kaderden uçan nasibi, kısmeti, bahtı, talihi, şansı mânâsına gelir. Firavun kavminin bahtına bakınız ki Allah Teâlâ, onlara, Musa gibi ulu bir peygamber göndermiş, başlarına böyle bir devlet ve talih kuşu uçurmuş da onlar bununla kendilerini mutlu ve bahtiyar bilecek ve ona uyup huzur bulacak yerde tutmuşlar onu ve ona uyanları, kendileri için uğursuzluk sebebi saymaya kalkmışlar. İşte ilâhî takdirden kendi hisselerine düşen nasipleri bu bedbahtlık, bu kalb katılığı olmuştur. Bu şom düşünce, bu anlayışsızlık, bu bozuk ruh hali, onların Allah katında sabit olan uğursuzluklarının esas sebebi olmuş, tairleri de böylece kendi boyunlarına takılmıştır. Bu ne bahtsızlıktır ki, uyansınlar ve kendilerine gelsinler diye Allah, kendilerini sıkıntıya düşürdükçe şomluğun sebebi kendi amelleri olduğunu bilmediler de Musa'dan bildiler.
132- ve "Bizi büyülemek için bize her ne âyet getirirsen getir, her ne mucize gösterirsen göster, biz sana yine de inanacak değiliz." dediler. Küfür ve inkârda bu kadar kararlı olmaktan daha uğursuz ne olabilir?
133- Bunun üzerine biz de onların başına tûfan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik.
"Tufan": Basra dilcileri "tufan" ın tavaftan geldiğini ve onun çoğulu olduğunu söylediler. Kûfe dilcileri ise bunun aslında "rüchan" gibi masdar olduğunu ileri sürdüler ki, mübalağa için tesmiye bilmasdar demektir. İbnü Atıyye'nin açıklamasına göre; tufan, tavaf eden her şeye şamil olur. Ancak şiddetli su ve yağmurda kullanıldığı daha çoktur. Zeccac demiştir ki, tufan, herhangi bir şeyin çok ve yaygın olanı ve bütün kavmi içine alacak genişlikte olanıdır. Nitekim birçok şehirleri kapsamına alan su baskınlarına tufan denilir. Bunun gibi, katliam bir tufan ve silip süpüren ölüm, yani süpürücü ölet; kıran, salgın ölüm de bir tufan demektir... İlh. Mücahid ve Vehb'den nakledildiğine göre; Yemen lehçesinde tâûn hastalığına, yani koleraya tufan denilirmiş. Ebû Kılâbe dahi "cüderi" yani çiçek hastalığının ilk önce Firavun kavminde meydana gelen bir salgın, bir tufan olduğunu söylemiştir. Velhasıl lugat açısından tufan kendi dilimizde de bilindiği ve kullanıldığı üzere, şiddetli yağmur, sel ve su baskını anlamına olmakla beraber, herhangi bir şeyin çokluğu ve bolluğu için de kullanılır. Fakat çoğunlukla bu mânâya, hele tek başına kullanıldığı zaman tamamiyle "sel" anlamına gelir. Bu şöhretin sebebi de Nuh tufanıdır. Ve bunun için buradaki tufanın ne olduğu hakkında zikrolunan mânâlar çerçevesinde değişik nakiller yapılmıştır ve Hz. Aişe'den "mevt-i carif" yani süpürücü ölüm, diye bir rivayet nakledilmiş ise de çoğunlukla tefsir âlimleri Abdullah ibnü Abbas'dan rivayet olunan "boğucu sel" felaketi mânâsını tercih etmişlerdir ki, bu da tufanın en yaygın olan kendi mânâsı demektir. Bu tufanın da bir hafta boyunca aralıksız yağan şiddetli bir yağmur veya Nil nehrinin olağanüstü bir taşması ile meydana gelen büyük bir sel tufanı olduğu hakkında iki ayrı rivayet vardır ki, bizce bu ikisinin bir arada olmuş olmasında çelişkili bir durum yoktur. Bu tufan Mısır halkını evleri içinde basıp ve tahrip etmiş, bununla beraber içlerinde bulunan İsrailoğulları'na zararı dokunmamıştır.
"Cerâd": Bilinen ekin çekirgesidir ki, bütün yeşil ürünleri çok kısa sürede yer bitirir, çırılçıplak eder. Bu demektir ki, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yemiş bitirmiştir.
"Kummel": Hakkında bir kaç tefsir vardır: Birincisi henüz tohumundan yeni çıkmış ve kanatlanmamış çekirge yavrusudur ki, buna ve gayet küçük karıncalara dahi denilir. İkincisi buğdaya düşen güvedir ki, buğday biti denilir. Bu iki mânâ Abdullah b. Abbas'dan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü siyah renkli küçük böcekler, yani başta bit olmak üzere genellikle siyah kabuklu küçük haşereler ki bu mânâ, Hasen ve Saîd b. Cübeyr'den nakledilmiştir. Daha önceki görüşlerle birlikte ele alındığında, aşağıda geleceği şekilde çeşitli tefsirlerin hepsini içine almaktadır. Nitekim Habib b. Sabit, "cu'lan" yani bok böcekleri diye, Ebu Ubeyde "hamnan" denilen bir nevi kurd ve kene diye, Ebu Atay-ı Horasanî ve Zeyd b. Eslem, kummeli maruf, yani kehle dediğimiz bilinen bittir, kummel de kaml de birer lugattır, diye zikretmişlerdir. Ve İbnü Zeyd'den hikaye edilerek, pire olduğu da söylenmiştir. Hasılı "Kummel" Firavun kavminin ya ürünlerine, ya bedenlerine veya her ikisine birden üşüşmüş olan çeşitli cinsteki küçük haşerelerdir.
"Dafadi'": Dıfda'ın çoğulu ki, kurbağa demektir. Başlarına kurbağa yağmış ve her taraflarına dolmuş.
"Dem": Kan demektir. Cumhurun kavline göre içecekleri su da kan olmuş Nil nehri kan olarak akmış. Fakat Zeyd b. Eslem gibi bazıları demiştir ki, bu kan ruaf, yani burun kanaması idi, Allah başlarına bu belayı sarmıştı.
Bu çeşitli görüşler ve rivayetler içinde pekçok tefsirci açıklamaları özet olarak şu şekilde rivayetle nakledilegelmiştir:
Sekiz gün geceli gündüzlü şiddetli bir yağmur yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, seller evlere dolmuş, boğazlarına kadar su içinde kalmışlar, aralarında bulunan İsrailoğulları'nın evlerine ise bir şey olmamış. Böylece bir hafta boyunca bütün Mısır bir deniz gibi olmuş, işten güçten kalmışlar. Bu boğulma tehlikesi altında Hz. Musa'ya başvurup "Rabbine dua et, bu belayı başımızdan kaldır da sana iman edelim." demişler. O da dua etmiş, tehlike savuşmuş, fakat bundan sonra bitkiler öyle fışkırmış ki, arazide benzeri görülmemiş bir feyiz ve bereket ihtimali baş göstermiş. Bunu görünce "Bizim korktuğumuz şey, bir musibet değilmiş, meğer bir büyük hayırmış." demişler, iman etmekten vazgeçmişler. Bunun üzerine Allah çekirge âfeti göndermiş, ekinlerini ve meyva bahçelerini yiyen çekirge sürüleri evlerine, tavanlarına ve elbiselerine kadar üşüşmüş, yine Musa Aleyhisselam'a koşup feryad etmişler, Allah Teâlâ da bir rüzgar göndermiş çekirgeleri sürüp denize dökmüş. Bakmışlar ki, geriye kalan ürünleri kendilerine yetecek "Eh bu kalan bize yetişir." demişler, yine iman etmemişler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlara bitleri musallat etmiş, çekirgeden arta kalan ürünleri yemeye, elbise ve bedenlerine kadar girip kanlarını emmeye başlamış. Hz Musa'ya üçüncü defa gelip yine feryad etmişler, Allah'ın izniyle bu bela da başlarından uzaklaştırılmış. "Artık" demişler, "senin bir sihirbaz olduğunda hiç şüphemiz kalmadı." Daha sonra deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış ve başlarına kurbağalar yağmaya başlamış, öyle ki, yerleri yurtları kurbağa ile dolmuş. Her hangi bir örtüye veya yiyeceğe el atsalar, hemen bir kurbağa çıkar, ağızlarına, burunlarına atılırmış. Dördüncü defa tekrar gelip yine yalvarmışlar, o da kendilerinden kuvvetli bir ant alarak Allah'a dua etmiş, Allah Teâlâ, bu kurbağa belasını da bir yağmurla sürüp denize dökmüş ve onlardan uzaklaştırmış, lakin onlar yine antlarını bozmuşlar, küfür ve fesattan vazgeçmemişler. Bunun üzerine de Allah Teâlâ kan göndermiş, içecekleri ve kullanacakları sular kan olmuş kalmış. Birisi bir İsrailoğlu'nun ağzından bir yudum su sormak (emmek) istese o bile kan kesilirmiş veyahut sürekli olarak burunlarından kan fışkırırmış. Sonra bu âfetlerin her birinin süresi hakkında da çeşitli rivayetler vardır. Bu arada Hz. Musa'nın sihirbazlara galip gelmesinden sonra Firavun kavmi içinde on sene kaldığı ve bu mucizelerini bu müddet içinde gösterdiği de rivayet olunmuştur. Fakat Ebu Hayyan'ın da hatırlattığı şekilde, şundan gaflet olunmamalıdır ki, bunların niteliği ve süreleri, yani ne şekilde ve ne kadar bir zaman içinde meydana geldiği hakkındaki haberlerin kaynağı İsrailiyat denilen İsrailoğulları'nın nakil ve rivayetleridir. Âyette, nitelik ve süre hakkında hiçbir bilgi ve işarete yer verilmeksizin ancak bu gibi felaketlerin onlara gönderildiği zikr olunmuştur ve buyurulmuştur ki;
Mufassal mufassal âyetler olarak, yani, her biri ayrı ayrı birer açık delil olarak gönderildi. Onlardan her biri Musa'nın hak peygamberliğine ve Allah'ın kudretinin sonsuzluğuna ve Firavun kavminin helâke doğru gittiğine, hak ve hakikatı anlayıp bir an önce Allah'a iman edip, yalvarmalarına, tevbe edip yola gelmelerine delalet eden açık, seçik belgeler idi. Onlar kibre kapıldılar, büyüklük tasladılar, iman etmeyi kibirlerine yediremediler. Ve bunlar böyle mücrimler, günahkârlar sürüsü bir kavim idiler. Öyle ahlaksız bir kavim ki, tepelerine bela indimi,
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|