Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Araf Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #9  
Alt 03.07.18, 11:39
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Rağıb da "Müfredat"ında şöyle demiştir: "Mele'" bir rey üzerine bir araya gelip şekil ve görünüşü gözleri, kıymet ve önemi gönülleri dolduran cemaat demektir ki bir çok âyette geçmiştir. Bir de mele' daha genel anlamda olmak üzere, güzel yüzlülerden meydana gelen halka denir. İlh... Bundan da anlaşılmaktadır ki, biri genel, öbürü özel olan bu iki mânâ, "mele'" kelimesinin başlıca iki mânâsı olup, diğerleri bunların uzantılarıdır. Esasında dolgunluk anlamını içine alan bu kelime, toplantı, müşavere, güzel heyet, şeref ve yücelik, rey ve istek kavramlarıyla da ilişkisi yüzünden çeşitli anlamlar için kullanılmıştır ki, bütün bu mânâların hepsini içine alan en mühim mânâ Rağıb'ın açıkladığı birinci mânâdır. Görülüyor ki, bu mânâ, zamanımızda Frenklerin "sosyete" adını verdikleri cemiyet mânâsınadır ki, bunda bir maksat üzere toplanmış olmak, bir de iyi anlaşma ve uzlaşma ve kıymet, en esaslı anlamı teşkil eder. Mesela bir dernek, bir kabine ve bir parlamento, bir ordu ve her hangi bir toplumun bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin bir araya gelip bir heyet teşkil etmesi hep birer "mele' " demek olur. Ve önde gelen eşrafa "mele' " denilmesi de bu yüzdendir. Yoksa önde gelen eşrafın birbiriyle didişme ve çekişmelerini ifade eden dağınıklık ve kopukluk hâli ve tek tek her birinin durumu "mele' " tâbirinin anlamı dışında kalır. Bundan dolayı âyetin mânâsı "Sonra da Musa'yı âyetlerimiz ve mucizelerimizle yüklü olarak Firavun'a ve onun etrafında toplanıp halkın gözünü dolduran tantanalı heyetine peygamber olarak gönderdik." demek olur. Gerçi diğer bir âyette "Firavun'a ve kavmine" (Neml, 27/12) buyurulduğuna göre Hz. Musa, Firavun'a ve bütün kavmine gönderilmişti. Fakat burada bilhassa şu incelik gösterilmiştir ki, Firavun kavminin geriye kalanları, onun etrafında toplanmış olan esas meclise bağlı olduklarından fazlaca bir öneme haiz değildiler. Firavun ve etrafındakiler, kavmin hepsini temsil ediyorlardı.

İşte Hz. Musa, "âyetlerimizle" ifadesinin işaret ettiği birçok mucize ile herşeyden önce bunlara gönderildi. Onlar da o âyetlere zulmettiler, yani Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna alâmet ve belge olan o açık mucizelerin hakkını vermediler, onların kesin delaletini yalan sayıp inkâr ettiler ve küfrettiler. Hakikatı kabul etmeyip fesatlar çevirdiler. şimdi bak fesatçıların akıbeti nasıl oldu? İşte aşağıda geleceği üzere kıssalarını dikkatle oku, hallerine bak da ibret al:

Biz gönderdik, Musa da varıp dedi ki: Ey Firavun Ben hakikaten âlemlerin Rabb'i tarafından gönderilen bir peygamberim,

105-106- Allah'a karşı hak olandan başka bir şey söylememeye hak kazanmışım. Yani, hakkım ve şanım ancak doğruyu söylemektir. Nâfi kırâetinde okunduğuna göre; "Allah'a karşı haktan başkasını söylememem kendi üzerime bir borçtur, bir görevdir." Bir peygamberin birinci özelliği ve görevi doğru söylemektir. Ben size Rabbinizden bir belge ile geldim. Yani sözüm kuru bir iddiadan, boş bir davadan ibaret değildir. Şüphe ve tereddüde meydan bırakmaz, açık, seçik ve kesin bir bürhanım, belgem var, inanmazsanız ispata hazırım. İşte bundan dolayı İsrailoğulları'nı benimle gönder. Hz. Musa'nın Firavun'a ilk tebliği işte bu oldu. Buna karşı Firavun: "Eğer, sen bir âyetle, bir mucize ile geldinse haydi onu getir, eğer o sadıklardan, (yani doğrulukları ile tanınan o peygamberlerden) biri isen böyle yapman gerekir. Musa'nın tebliğine karşı Firavun'un bu sözleri usulünce yapılmış bir talep demektir. Bunda henüz bir haksızlık yoktur. Ancak "eğer, eğer" diyerek şart edatlarını sık sık tekrar etmesinde bir nezaketsizlik ve bir telaş eseri söz konusudur.

107-Bunun üzerine Musa hemen asasını bırakıverdi, bırakınca ne görsünler o asâ kocaman bir yılan, apaşikâr bir ejderha oluverdi. Bir ejderha ki, işi hemen hallediyor. Bu konuda birçok rivayet vardır: Saîd b. Cübeyr'in, Abdullah b. Abbas'dan naklettiği şekilde işin özeti şudur: Hz. Musa, asâsını koyuverince kocaman bir yılan olmuş, Firavun'a doğru akmaya başlamış. Firavun, yılanın üzerine doğru gelmekte olduğunu görünce tahtından fırlamış, aman bunu zaptet diye Hz. Musa'ya yalvarmış, o da onu tutmuş...

Burada şundan gaflet etmemek lazımdır ki, bu gibi değişikliğe hakikatın tersyüz edilmesi denilmez. Zira gerçeği ve görünüşü asâ olan şey, gerçeğiyle ve görünüşüyle büsbütün yılan oluvermiş değildir. Gerçekle görünüş yani bu iki hakikat daima bilgimizdeki yerini korurlar, hiçbiri diğerine karıştırılmaz. Lâkin asâ maddesinin asâ suretinden çıkıp yılan şeklini alması ve o şekle bürünmesi veya dış görünüşte aynı şekilde asâ kendi varlığını koruduğu halde zihinde onun yok edilerek yerine yılan şeklinin konulması daima mümkündür. Nitekim biz bir mumu bin şekle sokarız, her şeklin kendi varlığı diğerlerinden farklı olur da mum, yine mum olarak kalır. "Hakikatın değiştirilmesi caiz olmaz." prensibini imkân ve vücub gibi ezeli hakikatlere tahsis etmek meşhur ise de doğru değildir. Bu prensip tenakuz (çelişki) kanununun diğer bir ifadesidir ki, hiçbir şeyi özünden değiştirmek mümkün olmaz demektir. Mesela asâya asâ, yılana da yılan denir demektir.

108- Musa bir de elini koynundan çekip çıkardı, ne görsünler bembeyaz!... Bütün bakanların hayret ve şaşkınlığını gerektiren bir surette parıl parıl parlayan bir beyaz. Yani yaratılıştan beyaz değil, fakat öyle görünüyor.

Rivayet olunuyor ki, Hz. Musa biraz fazlaca esmer imiş, önce elini yaratıldığı şekliyle gösterir, sonra koynuna sokar çıkarırmış, eli bembeyaz, lekesiz bir şekilde parıl parıl parlarmış. Tekrar bir daha koynuna sokar çıkarırmış, bu defa da eski esmer rengine dönermiş.

Biri ilâhî gazap ve celâlin, biri de Rabbani rahmet ve lütfun birer örneği ve tecellisi demek olan ve doğrudan doğruya O'nun ilk yaratıcı olarak kudretinden başka bir tesir ile meydana gelmesi düşünülemeyen bu iki alâmet, Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ispata fazlasıyla yeterli birer mucize iken nasıl haksızlıkla karşılandı bilir misiniz?

109- Firavun kavmi içinden o mele', Firavun'un danışma meclisi olan o topluluk, o özel heyet "bu her halde çok bilgiç, çok mahir bir sihirbazdır,

110- sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şu halde ne emredersiniz?" dediler. Şuarâ Sûresi'nde bu "ne emredersiniz" sözünü Firavun'un söylediği ifade buyuruluyor. Demek ki, onun danışma meclisi, onun görüş ve tekliflerini tasdik edip destekleyerek gereğini müzakereye sunduklarından dolayı bu söz yalnızca başkanın sözü değil, aynı zamanda cemiyetin sözü olmuştur. Burada "siz ne düşünüyor, ne diyorsunuz, ne teklif ediyorsunuz?" yerine "ne emredersiniz?" denilmiş olması, çok dikkat çekicidir. Dış görünüşüyle bu deyim, Firavun hükümetinin yönetim ve işleri yürütme yetkisinin bu danışma meclisinin elinde bulunduğunu gösterir. "O sizi yerinizden çıkarmak istiyor." cümlesi de bu danışma meclisinin tamamen Mısır'ın yerli halkından meydana gelmiş bir heyet olduğunu akla getirir. Ebussuûd tefsirinden anlaşıldığına göre; bazı tefsir âlimleri, meselenin halk oyuna sunulduğunu ve hitabın bütün Mısır halkına yapıldığını bile öne sürmüşlerdir. Yani bu "Siz ne emredersiniz?" hitabının danışma meclisi tarafından Mısır halkına söylendiğini beyan etmişlerdir. Buna verilen "Onu ve kardeşini beklet." cevabı bizzat Firavun'a hitap olarak gösterilmiştir. Bu ise muhatapların doğrudan doğruya Firavun ile konuşabilir bir mevkide bulunan kimseler olduğunu açıkça anlattığından âyetin zahirine göre, meselenin kamuoyuna sunulmuş olduğu sabit değil ise de her halde Mısırlılar'dan meydana gelen bir cemiyetin veya heyetin istişaresine sunulduğu ve bunlara da: "Siz ne emredersiniz?" denildiği kesindir. Böyle demek ise o cemiyetin Firavun hükümetinde karar yetkisine sahip olduğunu itiraf etmek demektir. Bu da "Ben sizin en yüce Rabbinizim." (Nâziât, 79/24) demekte olan Firavun'un güttüğü dava açısından en büyük bir çelişkidir. Demek oluyor ki Firavun, önemli bir olayın sıkıntısı altında kalınca tanrılık davasını geçici olarak da olsa bir tarafa bırakıp, kulları saydığı adamlarından ve memurlarından meydana gelen topluluğa veya kendi halkına karşı "ne emrediyorsunuz?" diyerek, emir sizindir, siz benim amirim veya efendimsiniz dercesine sahte ve riyakârca bir tabasbus tavrı takınarak, sanki tehlike kendisiyle ilgili değilmiş de halkla ilgiliymiş ve bundan dolayı da söz sahibi onlarmış gibi göstermiştir ki, bunda Firavun sihirbazlığının önemli bir misali vardır. Hz. Musa'dan "Eğer doğrulardan isen haydi getir bakalım onu!" diye mucize talep ettiğine göre, anlaşılıyor ki Firavun daha önce sadık peygamberlerin gelmiş ve hepsinin de mucizeler getirmiş olduğuna vakıftır.

Şu halde demek ki, göz önünde olup biten asâ ve "beyaz el" mucizelerinin de gerçekten birer mucizeden başka bir şey olamıyacağını anlamamış değildir. Fakat hakikatın kabulünü kendi düşüncesine ve özellikle siyasi çıkarlarına aykırı görmüş ve bir de zamanında sihir ve hokkabazlık gibi tezvir ve gözboyama sanatlarının çok yaygın olması dolayısıyla kendi emrinde yanıltılmaya müsait bir sürü halk bulunduğundan halkın siyasi çıkarlarına ve vatanseverlik duygularına ve damarlarına basarak Hz. Musa'yı bütün Mısırlılar'ı vatanlarından sürüp çıkarmak isteyen gizli bir düşman gibi göstermiş ve onun böyle bir art düşüncesi varmış da gizliyormuş gibi tanıtmaya çalışmıştır. Böylece Hz. Musa'nın hak davasını sihir, kendi çarpık görüşlerini de gerçekmiş gibi satmak istemiş ve bu meseleyi şûrânın müzakeresine o şekilde sunmuştur.

111-Buna karşı o mele', o danışma meclisi ve bazı kavle göre halk, "onu ve kardeşini beklet, yani hemen birşey yapma da biraz oyala, bir müddet salla, ve şehirlere toplayıcılar, derleyiciler gönder,

112- sihirbazlıkta bilgili ve mahir ne kadar sihirbaz varsa hepsini sana bulup getirsinler." dediler.

Derhal bir saldırıya geçmeyi münasip görmeyip bu şekilde bir tecrübe ve imtihan teklif ettiler. Bundan anlaşılıyor ki, ne olursa olsun müşaverenin, gerçeğin açığa çıkmasına doğru özel bir faydası vardır. Burada bir "ve kardeşini" ifadesiyle Hz. Musa'nın yanında kardeşi Harun'un da bulunduğu gösteriyor.

"Medâin"; medeniyet kelimesinin aslı olan medinenin çoğuludur ki, büyük şehir demektir. Ve bu kelimenin iştikakında başlıca iki görüş vardır: Birincisi medine, başındaki mîm harfi kelimenin aslından olmak üzere "feîle" vezninde olup kökünden alınmış ve türetilmiştir. "Müdün" belli bir yerde ikâmet etmek mânâsınadır. Fakat kelimeleri gibi çekimi terk edilmiştir. Bu şekilde medine insan hayatına ilişkin her türlü ihtiyacın karşılanmasını içine alan yer veya böyle bu özellikteki bir yerde ikâmet eden sosyal topluluk kavramıyla büyük şehirlere isim olmuştur. İkincisi başındaki "mîm" harfi zâit ve "yâ" harfi asıl olmak üzere kökünden alınmış olup, "ma'îşet" gibi "mef'ile" vezninde veya medyûnenin muhaffefi olmakla aslında "mef'ûle" veznindedir. maddesi ise mülk ve taat, ceza ve siyaset mânâsına olduğundan bu şekilde medîne, mülk ve taat yeri, memleket veya inzibat ve siyaset altında, memlûke anlamıyla büyük şehirlere isim olmuş olur. Birinci takdirde çoğulu hemze ile ikinci takdirde ise gibi yâ ile olmak lazım gelir. Halbuki kırâetlerin hepsinde hemze ile varid olmuş ve öyle okunmuştur. Demek ki, tercih edilen birinci görüştür. Bazı müfessirler tarafından denilmiştir ki, burada (medâin)'den murad, Mısır'ın Saîd şehirleri idi. Sihirbazların büyükleri ve en mahirleri Saîd içlerinde idi ve bazı rivayetlere göre yetmiş kadar usta sihirbaz toplanmıştı.

113-116- Toplanan sihirbazlar Firavun'a geldiler...

Ne zaman ki, onlar atacaklarını ortaya attılar, insanların gözlerini büyülediler, aslı olmadık türlü hayaller gösterdiler. ve halka son derece dehşet verdiler, ve pek büyük bir sihir ortaya koydular.

Rivayet olunduğuna göre, iri iri halatları, uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi sanki birbirine binmiş yılanlarla doluymuş gibi müthiş bir manzara içinde gösterdiler. Denilmiş ki, bunun sırrı civa idi. Ağaçtan ve deriden yapılmış bir takım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin ısısıyla ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş manzarası arz eyliyorlardı.

(Bakara Sûresi'nde sihir hakkındaki açıklamaya bakınız: 2/102)

117- Biz de Musa'ya "asanı bırakıver" diye vahyettik. Burada vahyin ilham mânâsına olduğu hakkında Vâhidî'nin, İbnü Abbas'dan bir rivayeti vardır. Fakat gerçek mânâda vahiy olması daha açıktır. Bırakır bırakmaz, bir de ne görsünler, asa, onların uydurmalarını derleyip toplayıp yutuyor.

118-Böylece hakikat olduğu gibi ortaya çıktı, sabit oldu ve onların bütün yaptıkları batıl olup gitti. Gitti de

119-120- Firavun ve adamları mağlup oldular ve küçük düştüler, kendilerini küçük düşüren bir yenilgiye uğradılar. Çünkü sihirbazlar, o ümit bağladıkları usta sihirciler yıkılıp secdelere kapandılar ve gerçeğin etkisiyle imana geldiler, kendilerini tutamayıp yüzü koyun yere kapandılar.

121-122- "Âlemlerin Rabbine, Musa ile Harun'un Rabbine, (yani Musa ile Harun'un davet ettikleri Rabbe,) iman ettik." dediler. Zira bu olayın, sihir sınırının üstünde ve ondan bambaşka ilâhî bir iş olduğunu iyice anladılar ve Hz. Musa'nın Allah tarafından gönderilmiş bir hak peygamber olduğuna hemen karar verip ona iman getirdiler. Rivayet olunduğuna göre; sihirbazların iman etmesiyle İsrailoğulları'nın da pek çoğu iman ettiler.

Âlimler demişlerdir ki, bu âyet ilmin fazileti hakkında en büyük delillerdendir. Çünkü diğerleri bilgisizliklerinden dolayı "Bu bir sihirdir." denilince şüpheye düştüler, halbuki bu sihirbazlar sihrin sınırını ve ne demek olduğunu bilmeleri ve konuya vakıf bulunmaları sayesinde Hz. Musa'nın asâsı ile meydana gelen olayın sihirden bambaşka birşey olduğunu, bunun göz boyacılığı ve insan gücüyle olabilecek bir şey olmadığını hemen anlayıp, bunun ilâhî bir mucize olması lazım geldiğini anında farkettiler. Eğer bu hususta bilgileri ve maharetleri olmasaydı ve sihrin özüne hakkiyle vakıf olmasalardı, o zaman kendi kendilerine "Belki bu bizden daha iyi biliyormuş, onun için bizim bilmediğimiz ve yapamayacağımız bir sihir yapmıştır." diyebilirlerdi. Fakat böyle demediler ve bu hususta hiç şüphe ve tereddüde düşmediler ve kendilerini tutamayarak derhal küfürden imana geçtiler. Şu halde sihir ilminde bile ihtisas bu kadar faydalı sonuçlar verirse, Hakk'ın birliği itikadında ve tevhid inancında ihtisas, insanlığın gelişmesine ne kadar yüksek faydalar sağlar bir düşünmeli.

123- Bu şekilde küçük düşen Firavun, davet ettiği ve pek mühim menfaatler vaad eylediği sihirbazların bu kadar kalabalık halk önünde Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik edivermelerini görünce, bunun kamuoyunda Hz. Musa lehine çok güçlü bir delil kabul edileceğinden korktuğu için buna bir çare düşünmek ve bir şeytanlık yapmak istedi ve derhal halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak için sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Dedi ki "ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz öyle mi?" Vicdanlara baskı yapmak isteyen ve fakat kalblerin iman ve kanaatinin kendi hakimiyetinin sınırı dışında kaldığını gören Firavun hâlâ hakkı kabul edip ona teslim olmuyor, sihir meselesini çözmek için yetki ve ihtısaslarını beğenip takdir ederek topladığı ve böylece bir bilirkişi heyeti gibi başvurduğu sihirbazların kanaatleri kendisi için ölçü olması gerekirken, bu konuda kendisinin onlara uyması gerekeceğini hesaba katmıyor ve aslında onların iman etmelerine değil de bu işi kendisinden izin almadan yapmalarına karşı çıkıyormuş ve hakka iman etmek onun iznine bağlıymış gibi göstererek, iman için kendisinden izin alınmamış olmasını töhmet ve suç sebebi sayıyor. Ve böylece bütün meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin ihlâl edilmesi ve şahsî gururunun çiğnenmesi noktasına toplayıp demiş oluyor ki: "Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından kanaatinizin sonucunu önce bana arzetmiş olmanız ve bunun ilanı için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim ve iradem olmadan birdenbire ona iman ediverdiniz. Şüphesiz ki, bu bir hiledir, bir oyundur. Öyle bir hiledir ki, siz bunu şehirde kurdunuz. Yani müsabaka meydanına çıkmadan önce Musa ile şehirde bir araya gelip kararlaştırdınız ki, asıl halkını Mısır'dan çıkarasınız diye bunu yaptınız."

Görülüyor ki, Allah'a ve peygamberine iman edilince haksızlık ve tahakküm yollarının kapanacağını anlayan Firavun, bu sözüyle kamuoyunu yanıltmak ve heyecan vermek için siyasi bir entrika çeviriyor ve tamamiyle aleyhine sonuçlanan bu yarışmayı kendi iddiasını ispat eden bir olaymış gibi göstermeye çalışıyor ve asıl kendisi sihirbazlık ve şarlatanlık yapıyor. Böylece Hz. Musa'nın peygamberliğine olduğu gibi, onu tasdik eden sihirbazların imanı ve davranışları hakkında da yok yere şüpheler uydurup ortaya atıyor ve kamuoyunu bulandırıyor. Her şeyden önce diyor ki: "Bunların böyle ansızın iman edivermeleri, gerçekten mucizenin kuvvetini takdir etmekten doğan samimi bir iman değil, muhakkak önceden hazırlanmış bir danışıklı dövüştür, bir hiledir. Bunlar çevre şehirlerden toplanıp Mısır'a geldiklerinde veya daha önce Musa ile gizlice buluşmuşlar, aralarında anlaşıp, uyuşmuşlar. Musa bunlara sihir öğreten büyükleri ve reisleri imiş. Söz birliği etmişler ve halkı aldatmak için böyle hareket etmeye karar vermişler. Yoksa bunlar birbirlerine gerçekten rakip olsalardı, benim tarafımdan da bir izin ve irade olmadan böyle birdenbire secdelere kapanarak ona iman ediverirler mi idi?

İkinci bir husus, bunları böyle davranmaya sevk eden asıl maksatlarına gelince diyor ki: Bunlar böyle sihirbazlıkla hükümetin nüfuzunu kırarak memlekette ihtilâl yapacaklar, İsrailoğulları'nı arkalarına alıp, Mısır'ın yerli halkını, yani Kıptî ahaliyi Mısır'dan sürüp çıkaracaklar. Hükümetlerini alaşağı edip, yerlerini yurtlarını zaptedecekler. Bütün dertleri budur."

İşte Firavun, kamuoyunu "vatan elden gidiyor" endişesine ve telaşına düşürüp Musa ve ona iman edenler aleyhinde galeyana getirmek için halkın zihnine bu iki şüpheyi fırlatıp atmıştır ki, "İşte Allah, kâfirlerin kalblerini böyle mühürler." (A'raf, 7/101) âyetinin delalet ettiği mânâ gereğince kalbleri mühürlenmiş olan ve Firavun tabiatinde bulunan kâfirler de onun mesleğine uyarak, hak peygamberleri politikacı birer sihirbaz, mucizelerini de birer sihir gibi görmek ve göstermek isterler. Bu gün bile Hz. Musa'nın asâ ve "beyaz el" mucizelerini, Firavun'un sihirbazlarının civa oyunları gibi göz boyamaktan ibaret bir sihir sanatı veya bir hurafe gibi tanıttırmak isteyen ve Hakk'ın âyetlerine "tılsımlı yalan" diyen ne kâfirler ve karanlık bir odada ellerini koynundaki fosfor tozuna batırıp çıkarmak suretiyle parıldatarak Hz. Musa'nın yed-i beyza (beyaz el) mucizesi taslamaya kalkışan ne sahtekârlar vardır. Bazıları da bunları tekzip vadisinde değil, te'vil vadisinde yürüyerek ilhada sapmışlar ve demişlerdir ki, Kur'ân'ın ve daha önceki din kitaplarının verdiği bu bilgiler doğrudur, fakat mânâsı herkesin zahiren anladığı gibi değildir. Bunlar kinayeli ve temsilî, diğer bir deyişle remzî bir takım mânâlar ifade ederler. Yani Musa'nın asâsı ve beyaz eli ayrı ayrı şeyler değil, bir şeydir. Bu şu demektir ki, Hz. Musa'nın Firavun'a karşı ortaya koyduğu hücceti (belgesi), pek açık ve çok ezici idi, bu mucize ortaya atılınca muhaliflerin sözlerini geçersiz kılmak ve fesatlarını açığa vurmak bakımından batılcıların dayanmak istedikleri bütün belgeleri ve delilleri bir anda yalayıp yutan bir ejdarha gibi idi ve haddizatında çok açık ve aydınlık olması bakımından da bir beyaz el özelliğiyle vasıflandırılmıştır. Nitekim "filanın falan ilimde yed-i beyzası vardır" denilir ki bir güçlü mevkii, tartışma kabul etmez bir bilgisi ve yetkisi vardır demek anlamına gelir.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147