Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Araf Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #6  
Alt 03.07.18, 11:37
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

2- İstivânın, istilâ mânâsına olmasıdır ki, "Yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galibiyeti, velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." demek olur. Bunun "Her şeyi kuşatıcıdır" (Secde, 41/54) mânâsıyla münasebeti açıktır. Bununla beraber istilâ, ihatadan daha şûmullüdür. Gerçi İbnü Arabî, "biz istilâ mânâsına bir istivâ bilmiyoruz" demiş ise de şâirin:

"Bişr, kılıçsız ve kan dökmeden Irak'ı istîlâ etti." beytiyle şahit getiririlerek buna cevap verildiği meşhurdur.

3- Arş'ın, mülk ve memleket; istivânın, istîlâ mânâsına olmasıdır. Bu da öbür mânâlarla yakından ilişkili olmakla beraber, ayrıca bazı faydalara da işaret etmektedir. Birincisi: nın mânâsına özellikle bir dikkat nazarını celbedicidir. İkincisi: Allah Teâlâ'nın, kendilerini mutlak hâkim gibi sayan beşerî saltanatlar üstündeki yüksek hakimiyetine öbür mânâlardan daha çok bir hatırlatmayı içine alır. Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın yalnız fiilî sıfatı itibariyle değil, bütün zâtî sıfatıyla yüce ve mutlak kemâlinde ısrar eder. Ve bu bakış açısından (sonra) nin mânâsındaki gecikme, yaratma ve istivâ arasında değil, beyan mertebesine ait rütbeyle ilgili bir gecikme olur.

4- Bir de şöyle

"Arş'ı istivâ etti", yani Allah'a nisbette her şey eşittir. Hiç bir şey ona diğer bir şeyden daha yakın değildir. Çünkü Allah Teâlâ bir mekânı bırakıp da, diğer mekâna giren cisimler gibi değildir" diye de tefsir edilmiştir ki, ilâhî nisbette, mesafeyi reddetme ve adaletin ispatı açısından bilhassa dikkate şâyân bir mânâdır. Yani Allah Arş üzerine öyle bir istilâ ile istivâ etmiştir ki, gökler ve göklerde bulunanlar ona daha yakın, yer ve yerde bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesafede değil, hepsi eşit bir nisbettedirler. Bundan istivânın eşitlik mânâsına alındığı sanılmamalıdır. Zira maksat, eşitliğin lüzumu veya gereği olan zâtî veya nisbî bir vasıftır. Nitekim istivânın diğer mânâları da eşitlikten vazgeçmekle düşünülür. Bu mânânın mekânlıkta düşünebileceğiniz misali, eşit iki taraf arasındaki ortanın ve dairenin çemberine göre merkez konumundaki istivâ ve ortada olmaktır ki, bunda eşitlik oranı iki taraf veya çember noktalarına ait olur. Ve orta ve merkezde ancak bunlara bir kararda nisbet edilmiş olarak mânâsı düşünülür. Bu şekilde Arş ve Taht anlamı, çevreleyen mânâsından başka, bir de merkezcilik fikrini telkin eder. Fakat unutmamak gerekir ki, muhît (çevreleyen)in gerisinde olan çeşitli noktaların merkeze oranı eşit değil, farklı uzaklıktadır. Halbuki "O, gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84) âyeti delaletince ilâhî nisbette böyle bir farklılık da düşünülemeyeceğinden bu tefsir, ilâhî istivânın bu geometrik mânâya da ölçü olamayacağını ve bunu anlamak için bütün uzaklık ve mesafe kaydının da kaldırılması gerekeceğini özellikle anlatmıştır. Ve gerçekte mekan ve yön, uzaklık ve mesafe anlayışları da Arş'ın altındadır, "Arş'ın üzerinde" değildir. Allah, her şey üzerine bidüziye hazır ve nâzırdır. Onun tıpkısına benzer hiç bir şey yoktur. Şu halde istivâsı da, mahiyeti belli olan hiç bir istivâ ile kıyas kabul etmez. İlâhî zatı ve sıfatı hakkında varid olan kelimelerin, yalnızca lugata ait gerçeklerin mânâlarıyla değil, birer şer'î hakikat olarak düşünülmesi gerekir. Bunun için burada Arş ve Taht'ın ulvî gerekleri olan hüküm ve saltanatın intizam, emir ve iradenin yerine getirilmesi, istilâ (zaptetme) ve isti'lâ (yükselme)'yı, gücün sınırını ve tam adaleti unutup da istivâ kelimesinin lisanda oturma veya ayakta durma ve korunma ile istikrarda da kulanıldığından dolayı, Allah tıpkı bir taht, bir sandalye veya dam üstünde duran bir şahıs vaziyetinde Arş'a dayanmış bidüziye oturuyor veya dikiliyor veya yatıyor gibi bir düşünceye sahip olmak, aklen ve şer'an pek büyük bir cahillik olur. Böyle bir mânâya lafzın lugat bakımından müsaadesi varsa da şer'an ve aklen yoktur. Ve işte yukarda açıklanan mânâlar bilhassa bunu anlatmak ve öyle vehmi defetmek içindir ki, her biri doğru bir mânâdır. Yüksek nazmın da hepsine hem dil, hem din ve hem akıl yönünden ihtimali ve müsaadesi vardır. Bununla beraber en doğrusu bunları bütünüyle düşünmek ve ihatası mümkün olmayan ilâhî istivânın hakikatinde durmak lazım gelir. Çünkü yaratma, gökler ve yer, altı gün, Arş mefhumlarında bile, idrakimizi aşan bir esası vardır. O halde bütün bunların üzerine taallûk eden istivânın hakikati, idrak seviyemizden pek yüksek olduğunu itiraf etmelidir. Bu bakımdan iman edilecek tefsir Selef'in çoğunluğunun mezhebine göre tefsirdir ki şudur: Allah, gökleri ve yeri özel vakitlerde yarattı, sonra da hudûs (sonradan olma) ve yok olma, bir yer tutma ve yön şüphelerinden münezzeh olarak murad ettiği mânâ ile Arş üzerine istivâ eyledi". Fakat böyle demek, bu yüksek nazımda bizim anlayabileceğimiz hiç bir mânâ yoktur demek olmadığından da gaflet edilmemek gerekir ki, bu âyetin devamı açıklayıp izah edecektir.

Baksanıza: Geceyi gündüze bürüyor. İsti'lâ ve hâkimiyetin en geniş görünümlerinden olan bu iki zıt yaratığın birini diğerine ard arda kaplayıp duruyor. Âlemin idaresinde ışığı karanlığa giydirip örttürdükten sonra, bir de çevirip karanlığı ışığa giydiriyor. Onu ona örtü yapıp sardırıyor. Burada hem "Geceyi gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) hem "Gündüzü de gecenin üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) kavramlarına, biri ibaresiyle biri de işaretiyle olmak üzere delalet vardır. Iğşâ, babından olmak ve bunda birinci mef'ûlün mânâ bakımından fâil olması asıl bulunmak hasebiyle gecenin gündüzü gaşyetme (örtme)si yani "Geceyi, gündüzün üzerine doluyor." (Zümer, 39/5) kavramı ibaresiyle olması açıktır. Yani her akşam görülüyor ki, Allah Teâlâ âlemde ruhları ve nefisleri (objeleri ve subjeleri) isti'lâ etmiş mulût-ı küll (her şeyi kuşatan) ve hâkim-i küll (herşeye hâkim) gibi görünen gündüz yaratılışının; mekân ve zamana bağlı yayılma ve devamıyla aydınlık hissini, hem göz gündüzünü, hem öz gündüzünü bir akşam emriyle dürüp karanlığın, karanlık hissinin içine sokar, gece yaratılışının isti'lası altına verir. Gün ufuk ve histen kaybolur, karanlık içinde his altında bir âleme girer, cihan başka bir cihan olur. Parlayanlar söner, sönenler döner, renkler ve şekiller siyahlar giyer, yayılan mekânlar dürülür bükülür, durmaz zamanlar tutulur geçilir, gözler kararır, gönüller daralır ve siz artık gündüzü ve onun emrindeki her şeyi ve kendinizi gece içinde, bir hayal altında sinmiş, gizlenmiş, mağlub, mahkûm, hapsedilmiş bulursunuz. Ve hatta öyle kendinizden geçer, uyur, yokluk karanlığına gömülürsünüz. Hem ne halde kendinizden geçirttirir? Bu, onu aceleci bir şekilde isterken, yani gündüz geceyi veya aksi takdirde gece gündüzü teşvik ile kandırılmış, heyecanlandırılmış bir tâlib gibi bütün sürat ve hızıyle aralıksız takip edip kovalarken, Allah teâlâ gündüzün bu aceleci isteğinin zıddına o mağlub ve mahkum geceyi getirir bir anda tepesine geçirir, bir anda gâlibi mağlub, mağluba gâlip kılar. Ve bu örtmeyi dilediği kadar devam ettirir, bir kerre değil devamlı yapar. İşte bunu yapan Allah'tır. Bu örtmede ilk ânı itibariyle bir yaratma müşahedesi ve bunun devam ve tekrarında bir ilâhî istivâ delili vardır. Bu şekilde ne gündüz geceyi geçip tamamen mağlub edebiliyor, ne de gece gündüzü "Ne de gece gündüzü geçer." (Yâsîn, 36/40) böyle bir dönme hareketinin devam etmesiyle disiplinli bir idare altında alt, üst, iç, dış olarak döner döner giderler, bir düziye Allah'ın saltanatını ilan ederler. Gerek mekân ve gerek zaman, gerek âfâk (objeler) ve gerek enfüs (subjeler) açısından âlem ne yalnız bir gündüz devleti olur, ne de yalnız gece. Aynı şekilde bunlar âlemin bir kısmında daima biri, bir kısmında da daima diğer biri sabit ve devamlı olmak üzere iki bağımsız devlet de teşkil edemezler. Her biri, her an nöbetleşe karşılıklı olarak bir istivâ noktasından geçer, üst ve adaletli bir idarenin hüküm ve nüfuzu altında değişimle biri diğerini örtüp ve kaplayıp emri altına alarak devrederler. Öyle bir idare ile devrederler ki, yalnız takip etme ve birleşme ile kalmaz, karşılıklı olarak biri diğerini örtmekle birbiri içine de girerler. Gündüz gecenin ardında, önünde, halef ve selefi (kendisinden sonra ve önce geleni) olduktan başka, altında veya üstünde, içinde veya dışında memuru ve tâbii de olur. Dünkü gündüz, hem bu gecenin önüne geçmiştir, hem de içinde ve altında gizlenmiştir. Bununla beraber ne gündüz geceye döndürülür, ne de gece gündüze: Görünümleri saklı, değişimleri mazbut, fakat isti'lâları denk olarak ve nöbetleşe altı üstüne getirilmiş ve kararlı. Halbuki gündüzün tabiatına ve aceleci talebine bakılınca, bir kerre nûr (ışık) karanlığı çiğnedikten, gündüz geceyi örttükten sonra bir daha bırakmaması, daima geceye hâkim kalması, istîlâ ettiği yerde sönmemesi, yani istivâsına mutlak bir şekilde sahip olması gerekirdi. Aynı şekilde gecenin tabiatına bakılınca da gündüzün asla meydana çıkmaması, gecenin Arş'ın istivâsına sahip olması gerekirdi. İkisine birden bakılınca da aralarında ne bir devir, ne bir hareket bulunmaması, her birinin diğerini eşit olarak durdurup faaliyetini engellemesi gerekirdi. Demek ki gece ve gündüzün talebi gibi yaratıklara nisbet olunacak bir devamlılık, bir tabiat yok değildir. Herhangi bir şey soyut olarak kendine ve kendi haline göre düşünüldüğü takdirde bir devamlılık vasfını kazanır ki, buna onun tabiatı veya zâtının gereği denilir. Fakat tabiat, kendi kendine etkileyici ve hâkim değildir. Nitekim gece ve gündüzü, tabiatlarının gerektirdiğinin tersine mahkûm eden bu iş, her ikisinin ve tabiatın üstünde bir iştir. Şu halde hakiki gereklik (icâb) de icat gibi tabiat üstüdür. Mesela tabiat açısından bakıldığı zaman harekete getirilen her hangi bir cismin uzayda sonsuza kadar doğru hareket ile hareket edip gideceği düşünülür ki, buna atalet (tembellik) veya istishâb denir. Gerçekte bütün aklî hareketlerin mantıkî gibi tasavvur olunan ve tabiat gereği denilen ıttırat (birbirini takip etme) kanununun hükmü budur. Halbuki incelendiği zaman âlemde böyle bir hareket yoktur. Bir zıddının karşı koymasına maruz olmayan ve tabiat gereği durdurulamayan ve değiştirilemeyen hiç bir şey bulunmuyor. İşte bu öyle bir noktadır ki, bize eşyanın tabiatının hâkim değil, mahkûm olduğunu gösterir. Olayları tayin ve icab eden gerekli sebebin tabiat üstü olduğunu ve istishâbın ispat edici bir delil olmadığını ortaya çıkarır.

Şimdi bütün âlemin mekân ve zamanda, görünür ve görünmezde gece ve gündüz hükmünün dışına çıkmadığı, âlemin tamamen veya kısmen gündüz veya gece içinde bulunduğu, yani zaman zarfı, mekân zarfından daha geniş olup, mekân zarfının, ya gece veya gündüz halinde bir zaman zarfı ânına sığdığı, ışık ve karanlığın uzamasıyla gece ve gündüzün de zaman zarfı tabiatının iki karşıt sınırını çizdiği düşünülünce, ikisi bütün âlemi kaplayan ışık ve karanlığı, gece ve gündüzü birbirine katan ve yaratılışlar üzerinde etkili olan bu örtme ve idare emri bütün âlemin üstünde Yaratıcı Allah'ın "O, her gün (her an) bir iştedir." (Rahmân, 55/29) âyeti delaletince doğrudan doğruya, bir emir ve tasarrufun ve Arş üzerine rabbanî istivânın her gün tecelli eden görünen bir delili olduğu derhal idrak olunur. Aynı hüküm ve tasarruf, aynı idare, aynı delil, çekme ve itme, hareket ve sükûn, sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, hayat ve ölüm, gam ve sevinç.. gibi bütün çift zıtların karşılıklı ve nöbetleşe dönme ve hükümlerinde artı ve eksi elektrik gibi bütün çeşitli tabiatların çift oluşlarında ve hatta tek tabiatın şekillenmesinde bile cereyan eder. Bütün anlaşanların ayrılıkları, ayrıların birleşmeleri, zıtların dönme ve nöbetleşmeleri doğrudan doğruya yaratıcı Allah'ın yaratıkların tabiatı üzerinde hâkim olan istivâsını gösteren birer şahittirler. Fakat gece ve gündüz bunların hepsini içine aldığından "gece ve gündüzün örtünmesi" tabiatlar üzerindeki bütün bu tasarrufların görünenlerde ve görünmezlerde en genel ve en açık bir resmî tebliği: "bu, onu aceleci bir şekilde isterken" âyetindeki zıt ilişkinin içine almış olduğu bütün karşıt münasebetleri hatırlatmakla bu örtme ânında değişim mukadderatına uğrayan iki zıddın tabiat bakış açısından bulundukları hallerini tasvir etmek ve bu hali tersine çeviren ve değiştiren örtme emrinin tabiat üstü olan ve doğru istivâyı gösteren karakterini açıklamak ve ortaya çıkarmaktır.

TALEB: Ayn veya mânâ herhangi bir şeyin ele geçmesi için varlığını araştırma ve takip etme demektir.

HASÎS : masdarından fail mânâsında feîl veya mefûl olarak veya mânâlarına gelir ki, burda biri talib (isteyen)in, biri de matlûb (istenilen)un hâlini gösterir. Hass ise ilgi göstererek ve teşvik ederek kandırıp kızıştırmak veya kanıp kızışmak demektir ki, müteaddî (geçişli) ve lazım (geçişsiz) da olur ve bir ısrarı, aceleyi ve sür'ati gerektirir. Bunun için "hasîs", sadece süratli veye süratlendiren mânâsına da gelir. Bundan dolayı gündüzün geceyi hasîs olarak talebi de sürat ve ısrar ile aralıksız bir şekilde takip etmesi mânâsıyla tefsir edilmiştir. Bu takip ve sür'at hallerinin böyle hass ve taleb gibi iki ruhî kelimeyle ifadesi ise bir hayli ince nükteleri ve mânâları akla getirir:

Önce: bunda bu örtme ânının önemini iyice düşündürmek için ruha ve ruhî olaylara bir dikkat nazarını çekmek vardır ki, bu da şu faydaları içerir:

Birincisi: Gece ve gündüzün hayat ve ruhâniyetle olan önemli ilgisini hatırlatır.

İkincisi: Ruh ve ruhî olaylarda olmadan mekân ve zamanda hiç bir takip ve hareket düşünülemiyeceğine işaret eder.

Üçüncüsü: Gece ve gündüz kavramlarının yalnız âfakî (nesnel) değil, enfüsî (öznel) haysiyetle de düşünülmelerinin gereğini hatırlatır.

Dördüncüsü: Bir gündüzün devamı demek olan ve isteği ile ifade olunan hareket, gündüzün kendisine isnad olunması gereken bir fiil, yani güneş ışığının özel meylini ifade eden bir tabiî fiili olmakla beraber, bunun sırf kendi kuvvetiyle kalmayıp, dışından mün'akis, (tersine dönmüş) olan ve hass ile ifade edilen bu etkinin te'yid ve harekete geçirmesi ile de ilgili olduğu ve hatta bu tabiî fiilin mağlub edildiği örtme sırasında bu dış etkinin fazlaca ortaya çıkmış bulunduğuna işaret edilirken, bu hareketin ne yalnız mekanik, ne de yalnız dinamik olmayıp iki hususu da içine aldığı anlatıldıktan başka, bunun birisinin "taleb", birisinin de "hass" ile anlatılması her iki durumun sırf şuurla ilgili değilse bile, şuur ile ilgili manevî bir emre râci olduklarına ve anılan örtmenin bütün bunların zıddına olarak vâki olduğuna işaret edilmiş bulunuyor. Ve sonra bu işaretlerin sonucu olarak şu anlatılmış oluyor ki: Anılan örtme hem âfâkî (nesnel) , hem enfüsî (öznel)dir. Gece ve gündüzün örtmesi ânında ilâhî istivânın delili olan hakkın işi; mekânı zamanda, zamanı ruhta, ruhu bir emirde dürüp uçurarak zihni dışa uyuşturan bir örtme ânında yani "Bizim buyruğumuz yalnız biz tekdir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin delaleti üzere rabbanî bir izafetten ibaret olan bir emirde, özetle ortaklığı reddeden bir kabullenme hükmünde tecelli eder. Yoksa binlerce gece ve gündüz geçirip de ruhu duymayanların bu tecelliden ve bu delilden haberleri bile olmaz.

Şurası bilinmektedir ki, gündüz Güneş'in, gece de diğer gök cisimlerinin bir saltanatı görünür ve bundan dolayı gündüzün süratli ve hırslı talebi Güneş'in talebine döner. Şu halde gündüzün ısrarlı talebine rağmen geceye örtülüşündeki mağlubiyet, Güneş'in bir mağlubiyeti demektir. Gerçekte bununla Güneş istilâ etmiş olduğu bir memleketi bir anda terketmeye mecbur edildikten başka oraya sarfedip yaymış olduğu ışığının da derhal söndürülmüş olduğu şüphesizdir. Gündüzün geceyi örtmesinde de diğer cisimlerin hükmü böyledir. Bunun için gece ve gündüzün bu örtmesinden şu da sabit olur ki Allah, Güneş'i, Ay'ı ve bütün yıldızarı da emrine müsahhar (boyun eğdirilmiş) olarak yaratmıştır. İbnü Âmir kırâetinde okunduğuna göre, Güneş, Ay ve bütün yıldızlar onun emrine boyun eğmişlerdir. Hiç biri varlık ve fiilinde bizzat icad eden (mucid) ve gerekli kılan (mucib) değildir. Hiç biri Allah'ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı direniş ve muhalefet göstermez ve gösteremez. Gerek gündüzün sultanı görünen Güneş, gerek gecenin melikleri gibi görünen Ay ve yıldızlar, "Ve her göğe emrini vahyetti" (Fussılet, 41/12) âyeti delaletince kendilerine verilen ilâhî emre itaat ve uymak zorundadırlar. Yaratılışları, mahiyetleri, tabiatleri, aldıkları emre uymaktan ibarettir. Allah, göklere ve yere "İstiyerek veya istemiyerek gelin. " (Fussılet, 41/11) buyurmuş, onlarda "İstiyerek geldik." (Fussilet, 41/11) demişlerdir. Hiç biri kadîm (ezelî) olmadığı gibi, mahkûmluktan azâde bir Arş'ın istivâsına sahip de değillerdir. Hepsi yaratılmış mahlûk, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre cereyan eden görevliler ve memurlardır. Yürü derse yürürler, dön derse dönerler, dur derse dururlar, parla derse parlarlar, sön derse sönerler... Kendilerine ve kendi mukadderatlarına kendileri hâkim olmayan bütün bu cisimler, kendi kendilerine ve sırf kendi adlarına ne bir şey icad edebilirler, ne de bir şeye hâl ve şân icab edebilirler.

İyi bilmeli ki bütün yaratmak da O'nundur, emir de.

Baştan sona takdir etme ve tekvîn (var etme) de O'nun, kabul etme ve şerîat koyma da. Şu halde hacim ve miktarı bulunan yaratıklar da O'nun mülkü, onlar üzerinde cereyan eden hacimsiz miktarsız emirler de. Yani yaratma da O'nun, yürütme de O'nun; cisim ve cisimlikler, madde ve şekil, O'nun icad ve yapısı, onları yürüten kuvvet ve ruh O'nun tesir ve izafeti. O'ndan başkası ne yokluğa vücut verebilir, ne de mümkünlere vücub. Var etme O'nun, vacib kılmak O'nun, harika O'nun, kanun O'nun, bütün mâsivâ (Allah dışında her şey) O'nun hükmü altında yaratma ve emrinden ibaret. O ise her şeyi yaratan ve mutlak tasarruf sahibi, gerçekte ne O'nun icadına dayanmayan bir mevcut bulunabilir, ne de onun emir ve icabına uymayan emirler, emir olabilir. Allah, âlemlerin Rabbi, çok yüksek ve çok büyük. Hayır ve bereketine, yükseklik, şânına, kudretinin azametine sınır ve son yok. "Dikkat ediniz, yaratma da, emir de O'nundur." tenbih ve özetlemesinden sonra akıl sahibi âlemlerinin diğer âlemlere üstünlüğünü ifade eden "âlemlerin Rabbi" vasfıyla özellikle akıllılar âlemi üzerindeki ilâhî rablığa dikkat nazarının çekilmesi, hem âlemler içinde akıl sahiplerinin özel şerefini, hem de Allah'ın yücelik ve büyüklüğünün akıl üstü olduğunu hatırlatmadır. Yani gözü, özü olanlar iyi dikkat etmelidir ki, gökleri ve yeri vakit vakit yaratıp şu âlemin tümünü kuran ve hepsinin üzerine eşit olarak hâkim olarak duran, geceyi gündüzü birbirine katan, Güneş ve Ay'ı gezegenleri ve sabitleri ile bütün yıldızları emri altında dilediği gibi yakıp söndürerek muradı üzere yürüten, özetle bütün yaratma ve emir kendinin olan Allah Teâlâ yalnız görünen âlemin değil, akıllar ve ruhlar âleminin de Rabbidir. Ve bundan dolayı ululuğu ve yüceliği, Arş üzerinde istivâsı bütün cismanî yüceliklerin üstünde olduğu gibi, yerden göklere geçerek, alçak ve yüksek cisimleri ve ecrâmı, uzaklıkları ve mesafeyi, nicelik ve nitelikleri dolaşarak mekânı ve zamanı dürüp toplayan ve bir şuur ânında bu yücelik ve büyüklüğün tecelli ve inkişâfına şahit olan akıllar ve ruhlar âleminin de üstündedir.

Akıl sahipleri, mârifetullah (Allah'ı tanıma) yolunda hem akıllarının kıymetinden ve akıllar âleminin özelliğinden gaflet etmemeli, hem de akıla haddinden fazla kıymet verip de akıllar âleminin yüceliği üstünde yücelik ve hakimiyet yok sanmamalıdır. Kendisinden gaflet edip de yalnız makulüne garkolan akıllar bâtından haberdar olmaz, yalnızca dış tecellilere saplanır, Rabbını da sırf dışta görmek ister ve bütün ümidini dışardan bekler. Zanneder ki gökteki Güneş Rabb'ından daha açıktır ve o kendisinden daha yüksektir. Çünkü kendini duymayan Rabbını da duymaz. Buna karşılık kendini duyan ve fakat kendine tesir icra edip duran makulünden gafletle yalnız kendine düşkün, kendine mağrur ve kendi âlemine dalıp kalan akıllar da yalnızca bâtınî tecellilere saplanır. Gökteki Güneş'i kendinde farzeder. Rabbini de hep kendinde veya kendi cinsinden bir akıl, bir ruh olarak görmek ister ve bu şekilde kendini, üstünü yok bir ilâh veya ilâh cinsinden sayar. Çünkü kendi haddini bilmez, haddini bilmeyen de Rabb'ini bilmez. Hakkın akla hâkim olduğunu bilmez de, aklın hakka hâkim olduğunu zanneder. Bilmez ki hâkimiyet istivâsı, ve Güneş ve Ay âlemlerinin, ne de akıllar ve ruhlar âlemlerinindir. Her ikisinin üstünde Hak Teâlâ'nındır. Allah Teâlâ'nın akıllar üstünde öyle bir kudret ve kuvveti, öyle bir yücelik ve azameti vardır ki, geceyi gündüze geçirdiği gibi, akılları parça parça eder. Öyle bir rahmet ve bereketi vardır ki, parça parça olmuş sineleri gündüzü geceye geçirdiği gibi Güneş ve Ay'ın üstüne geçirir. Bunun için ey akıl sahipleri:

55- Rabb'inize dua edin, yalvararak ve gizli olarak. Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be kırâetinde okunur ki, bir çeşit korku ile demektir. Yani önce haddinizi bilip Rabb'ınızı tanıyınız, istivâ, yaratma ve emir, yücelik ve ululuk, bütün hayır ve bereket O'nun ve O'na mahsus olduğunu ve kendinizin gece ve gündüz içinde O'na her dem, her lahza muhtaç ve O'nun hükmü altında ve rubûbiyetinde yaratık ve memur bulunduğunuzu ve hiç bir zaman O'ndan müstağni olamayacağınızı itiraf ediniz. İkinci olarak o yücelik ve ululuk karşısında O'na müracaattan ve ihtiyacınızı sunarak arzularınızı talep ve niyaz etmekten yasaklanmış olmadığınızı ve tersine doğrudan doğruya istek ve duaya izinli ve hatta emredilmiş bulunduğunuzu, Allah'ın lutuf ve ihsanında cimrilik olmadığını ve fakat yaratma ve emir, hüküm ve hâkimiyetin ona mahsus olduğundan isteklerinizi yerine getirmeye mecbur olmaktan uzak bulunduğunu biliniz de, ona göre O'ndan dilekler dileyiniz, arzu ve ihtiyaçlarınızı isteyiniz. İsteyiniz ama pervasızca veya bağırıp çağırmakla değil, tam tazîm ile yalvararak ve bütün bir ihlas ile gizli yalvarma halinde. Zira muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez. Herhangi bir şeyde ilâhî emrin tayin ettiği sınırı aşmak istiyenleri sevmez, haklarında hayır murad etmez. Şu halde kendilerini talep ve duadan ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın sınırını aşanları da sevmez, dualarını kabul etmez.

DUA: Küçüğün büyükten, acizin güçlüden ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi ve rica etmesi demek olduğundan fiil, söz ve hâl olarak yalvarmak, ihlâs ve ciddilik, bir de istenilen şeyin isteyen ve kendisinden istenilenin hâl ve şanlarına layık ve uygun olması, aralarındaki nisbeti bozucu olmaması duanın tarifinde dahil şartlarındandır. Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak varlığa, pervasızlığa, bir çeşit çalıma delalet eder. Ufak bir saygısızlık etmek, dua sınırından emir veya iltimas sınırına geçen bir haddini aşma olayı olduğu gibi, duayı gizli bir şekilde yapmamak, bağırıp çağırmak da ihlas sınırından gösterişe, dua sınırından şikayet ve davaya geçen bir hadsizliği kapsar. Nitekim sahih bir hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Siz, ne bir sağıra, ne de bir gâib (ortada olmayan)e dua ediyor değilsiniz, şüphesiz bir işitene ve yakına dua ediyorsunuz." Şu halde dua gizlemek vacib değilse, en azından mendubdur. Ne kadar ibrete şâyândır ki, Cenab-ı Allah gece ve gündüzde mağlubun örtü ve örtünme içindeki isteğine yardım eder, zafer bahşeder de galibin pervasızca olan değersiz talebini tersine çevirir ve başına geçirir. Sonra duada layık olmayan bir şey istemek, mesela harika (mucize) istemek, peygamberlik mertebesi istemek ve yahut günah olan şeyler istemek de duada haddi aşma cümlesindendir. Bu son cümle, özellikle buna bir uyarıyı içermektedir. Aynı şekilde duada fazla söz söyleme ve uzatma da haddi aşma cümlesindendir. Nitekim İbnü Mâce'nin "Sünen"inde rivayet edilmiştir ki, Abdullah b. Muğaffel hazretleri oğlunun "Allah'ım, cennete girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü senden dilerim." diye dua ettiğini işitmiş, oğlum, demiş, Allah'tan cenneti iste ve ateşten ona sığın, ben Resulullah'dan dinledim ki "Bir kavim olacak duada haddi aşacaklar." buyurdu. İbnü Atıyye'nin ve Zemahşerî'nin nakl ettiklerine göre bu hadiste Resulullah: "Allah'ım, senden cenneti ve ona yaklaştıran sözü ve işi dilerim, ateşten ve ona yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım." demesi kişiye yeterlidir, buyurmuş ve "Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez." âyetini okumuş.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147