Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Araf Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #4  
Alt 03.07.18, 11:36
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

32- De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti (mesela pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan, zırh vb. gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysiler gibi Allah zinetlerini). Ve rızık türünden temiz ve lezzetli şeyleri: (kısmet olup lezzet ve iştahla faydalanılacak, hoş hoş, temiz temiz çeşitli yiyecek ve içecekleri) kim haram kılmış? Bu bir inkarî istifham (soru)dır. Yani Allah'ın çıkardığı bu zinetleri ve tertemiz şeyleri haram kılmak kimsenin haddi değildir. Şu halde bu âyet yenecek ve giyilecek ve çeşitli süs eşyalarında aslolanın mubahlık olduğuna delildir. İbnü Abbas ve birçok tefsir bilgini zineti, giyilecek şeyler ile tefsir etmişlerdir. Fakat diğer bir görüşe göre israf olmamak üzere çeşitli zinetlerin hepsini içine almaktadır ki, zahiri de budur. Şu halde her yönden bedeni temizleme, hayvanlar ve diğerlerinden üzerine binilen binitler ve zinet eşyalarının her çeşidi, zinet deyimi altında dahildir. Çünkü hepsi zinettir. Eğer nebevî hadiste erkek için altın, gümüş ve ipeğin haram olması hakkında özellikle nass (dînî delil) gelmemiş olsaydı bunlar da bu genele dahil olurdu. De ki o zinet ve temiz şeyler bu dünya hayatında iman edenler için kıyamet gününde halis olarak vardır. Yani o zinetler, o temiz şeyler, esas itibariyle, müminler içindir. Çıkarılmasının hikmeti müminlerin faydalanmasıdır. Fakat bu, dünya hayatında kâfirler de ona, tâbi olmak sûretiyle de olsa, iştirak ederler. Fakat kıyamet gününde onlar yalnız bu dünyadaki müminlere mahsus olacak, kâfirler asla ortak olamayacaklardır. İkinci olarak o zinet ve temiz şeyler, bu dünyada, her ne olursa olsun eksiklikten, tatsızlıktan, karışıklıktan, kederden uzak kalmaz. Kıyamet gününde ise her türlü kederlerden uzak olarak vardır. O zaman o özel zinet, ancak bu dünya hayatında iman etmiş olanların olacak, kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır. İşte bilecek olan bir topluma âyetleri biz böyle açıklarız.

33- De ki: Rabb'im, ancak şunları haram kılmıştır: Bütün fevahışi, yani çirkinliği açık, aşırı olan fenalıkları, özellikle kadın tenasûl uzvu ile ilgili olan namussuzlukları, fuhuş ve ahlâka aykırı olayları ki, gerek açık olanları olsun, gerek gizli; mesela nikâhı caiz olmayanı nikâh etmek, bâyin talâktan sonra nikâhı yenilemeden karı koca muamelesini devam ettirmek gizli fuhşiyat (ahlâka aykırı olay) cümlesindendir. Ve günahı; bütün günahları, akıl ve şeriate uymayan her kötü fiili, bilhassa bilinen günahı yani sarhoş edici içki kullanmayı, sarhoş olmayı, haksız yere isyanı; haddini aşarak cana, mala, ırza, yani haysiyet ve hukuka tecavüzü ve zulmü. "Haksız yere" kaydı, isyanın mânâsını açıklama ve te'kittir. Çünkü "hak yere" olan isyan olmaz. Allah'a hiç bir delil indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı. Yani bütün âlem bir Allah'a delil olduğu halde Allah'a ortak koşmak için ilmî bir kudreti olacak hiçbir burhan, hiç bir delil yoktur. Müşriklik, delilsiz hüccetsiz şeytana uymaktan kaynaklanan bir cehalet ve aptallıktan ibaret bir nefsî arzudur. Bütün kötülüklerden, günahtan, isyandan daha büyük bir haramdır. Ve Allah'a karşı bilginiz olmayan şeyi söylemenizi, "Allah onu bize emretti" dediğiniz gibi cahillik ve inkâr ile yalan söyleyerek din ve hükümler uydurmaya kalkmanızı. İşte Rabb'im o zinet ve temiz şeyleri değil, bunları haram kılmıştır .Ve ilim şânından olanlara böyle açıklamıştır. Artık ilim ehli, bunların içindeki mânâları istinbat eder, anlar, ona göre tatbik ve istifade ederler.

34-Şimdi sakın biz bu haramları yapageldik, bir felaketini görmedik, nice topluluklar da yapıyor bir şey olmuyor, demeyiniz. Çünkü her ümmet, az veya çok her topluluk, küçük veya büyük her toplum ve devlet için bir ecel; Allah katında tayin edilmiş ve kararlaştırılmış olan bir vakit ve mühlet vardır ki, azab veya helakleri ona bakar. Allah'a karşı peygamberlerini yalanlayanların, yalancıların, dinsizlerin, müşriklerin, isyancıların, günahkârların, edepsizlerin hepsi dünyanın her tarafında ve her zamanında birden bire cezalandırılıvermezler. Çeşitli ümmetlerden her birine ve hatta her ümmetten her ferde mahsus bir ecel, bir müddet sonu vardır. Birini şu kadar müddet içinde mahveden bir kötülük, diğerini mahvetmek için daha az veya daha çok bir müddete dayanmış olur. Şu halde ecelleri geldi, mühletleri bitti mi, bir saat geri kalamazlar, ileri de gidemezler. Yani o eceli ne bir an ileri çekebilirler, ne de geri. Ne uzatabilirler, ne kısaltabilirler. Biçilen vakti gelince ânı ânında derhal yakalanır, belalarını bulurlar. Bu müddeti ise ancak Allah bilir. Şu halde bir müddet devam eden bu müsaadeye aldanıp da sonsuza değin böyle gidecek sanmamalı, fırsat elde iken hemen tevbekâr olup bir an önce isyandan korunmaya ve Allah'ın emirlerine yapışmak sûretiyle geleceği temine çalışmalıdır. İbnü Abbas ve tefsircilerin çoğunluğunun tercihine göre bu âyetteki ecel, söz gelişine göre mutlak ömür mânâsına olmayıp, "azab ve helak eceli" demek olduğundan "her ümmetin bir eceli vardır" kanunu, fertleri dinlerine bağlı olan bir ümmetin, dünyanın sonuna kadar yaşayabilmesine engel değildir. Bundan günah ve ahlâksızlık içinde koşan kâfir ve âsi ümmetlerin bir müddet nâil oldukları görünüşteki refah ve safaya bakıp da arkalarına düşmemek ve onları bâkî kalacak sanıp da ahlâk ve hareketlerini ve medeniyet tavırlarını benimsenecek bir örnek saymamak gerektiğini anlamalıdır.

Bunun için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

35- Ey Âdemoğulları! Size içinizden peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında, kim Allah'tan korkar ve kendini düzeltirse, işte onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.

36- Kim de âyetlerimizi yalanlar ve onlara karşı büyüklük taslarsa, işte onlar cehennemliktirler ve orada ebedî olarak kalacaklardır.

37- Allah'a karşı yalan uyduran yahut âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onlara Kitap'tan nasipleri erişir. Canlarını alacak elçilerimiz gelince onlara: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede?" derler. Onlar: "O taptıklarımız bizden sapıp ayrıldılar." derler. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına bizzat şahitlik ederler.

38- Allah onlara: "Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!" der. Cehenneme giren her ümmet kendi din kardeşine lanet eder. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: "Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver". Allah der ki: "Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz".

39- Öncekiler de sonrakilere derler ki: "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. O halde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın".

40- Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte suçluları böyle cezalandırırız.

41- Onlara cehennemde ateşten bir yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.

35-36-37 Yani insanlar içinde Allah tarafından gönderilip Allah'ın âyetlerini tebliğ ve beyan eden hak peygamberlere karşı yalan uyduran, yalan yere peygamberlik taslayıp din vazetmeye kalkışan sahtekâr ve yalancı iftiracılardan ve yahut Allah'tan gereğince korkan ve doğru müminlerin zıddına "Allah'ın âyetlerini yalanlayan kâfirlerden daha zalim, daha haksız kim olabilir?" Bunlara kitaptan nasibleri erer, ecellerine göre yazılmış, takdir edilmiş olan rızıklarından, ömürlerinden, "İnkâr edeni az bir süre geçindiririm." (Bakara, 2/126) âyeti delaletince aslında "az bir şey olan" dünya nimetlerinden kısmetlerini alırlar ve asıl nasibleri olan yüzkarası ile giderler... Yani nihayet böyle olurlar. Allah'tan gelen ölüm elçileri, ölüm veya azab melekleri karşısında Allah'tan başka taptıklarını kaybederler ve kendi kâfirliklerine kendileri şahitlik ederek can verirler.

38-O zaman Allah der ve hatta birçoklarına demiştir ki Cin ve insanlardan sizden önce geçen ümmetler içinde ateşe girin. Geçmiş ve gelenden her ümmet girdikçe hemşîresine (arkasından gidip sapıklığa düştüğü din kardeşine) lanet eder. Böyle bölük bölük girerler. Nihayet hepsi orada, o ateşte birbirlerine ulandıklarında sonrakileri (arkadan gidenleri veya sonra girenleri), öncekiler hakkında, dünyada öne düşen öncüleri veya ateşe önce girenleri hakkında Allah'a hitap ederek derler ki: Ey Rabb'imiz, şunlar yok mu, işte bizi bunlar şaşırttılar. Onun için sen bunlara ateşten katmerli bir azab ver. Buna karşı Allah, der ki: hepinize katmerli: her an artan katlama usûlüyle artan katmerli bir azab var. Çünkü bir kerre, iki taraf sapıklıkta ortaktır. İkincisi öndekilerin sapıtması, sonrakilerin de bu sapıtmayı kabullenmeleri vardır. Uyan ile uyulan birbirinden karşılıklı kuvvet almıştır. Bu şekilde bir tarafın sapması ve sapıtması, diğer tarafın onları taklit ve küfürleri biri diğerinin günahlarını ve azablarını katlama artırır. Ve fakat siz bilmiyorsunuz. Herkes kendi acısını tattığı için bir bölüm diğerinin çektiğini bilmiyor. Yahut siz o katlamanın ulaşacağı sonsuzu birden bilmezsiniz. Şu halde o azabın miktar ve şeklini, durumunu ve derecesini bilmezsiniz. Onu, her ânını göre göre sonsuz zamanda takip edeceksiniz. Ancak şunu biliniz ki, hepinizinki katlamadır.

39-Bu cevap üzerine öncekiler de sonrakilere der ki: Anlaşıldı ya, sizin bize karşı bir üstünlüğünüz, bir meziyet ve tercihe değer yönünüz yoktur. Azabı hak etmede hep eşitiz. Şu halde siz de o azabı, o katlama azabı tadın, o acıyı çekin, çünkü kazancınızdır.

40-41- Şu muhakkak ki, âyetlerimizi yalanlayanlar, hayır ve şerri, hak ve bâtılı, geçmişin sonuçlarını, şimdiki zamanın ve geleceğin gereksinimlerini açıktan açığa gösteren delillerimizi ve işaretlerimizi yalan çıkarmaya çalışanlar, ve onlara karşı kibirlenenler, kendilerini daha yüksek sayıp, bunları nazar-ı itibara almaya tenezzül etmek istemeyenler yok mu, bunlara göğün kapıları açılmaz, ruhları yükselemez, biraz fırlasalar bile yükseklere nüfuz edemezler, meleklerin sırlarına eremezler, düşerler, dua ve niyazları reddolunur. Üzerlerine feyz ve bereket inmez, ve cennete giremezler, tâ deve iğnenin deliğine girinceye kadar. Diğer bir mânâ ile: "Halat, iğnenin deliğine girinceye kadar". Çünkü (el-Cemel) kelimesi bilindiği üzere "deve" mânâsına geldiği gibi, urgan ve halat mânâsına da gelir ki (cümmel), (cümel), (cüml) ve (cümûl) de denilir. Bazı tefsirciler halatın ipliğe bir çeşit benzeyişine ve bundan dolayı iğneye deveden çok bir ilgisine göre ikinci mânâyı tercih etmişlerse de tefsircilerin çoğu birinci mânâyı tercih ederler. Zira her iki mânânın ikisine göre de bu bir darb-ı meseldir ki, bizim "balık kavağa çıkıncaya kadar" deyişimiz gibi bir şeyin mümkün olmayana bağlanmasını ifade eder. Bu bakış açısından ise birinci mânâ daha belağatlıdır. Çünkü örf bakımından "iğne deliği" küçüklükte, "deve" büyüklükte meseldir. Bir şeyin ufaklığında, inceliğinde mübalağa edileceği zaman, "iğne deliği gibi" denilir. İrilikte mübalağa için de "deve gibi" denir. Özellikle Arap dilinde bu çok bilinir. "Halat" da misal olabilirse de, deve kadar mesel değildir. Bu yönden olmayacak bir şeyi anlatmak için, irilikte mesel olan devenin, incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle darb-ı mesel şüphesiz ki daha belağatlıdır. Bir de deve, girebileceği yere kendi girer. Halat ise sokmaya dayanmaktadır. Şimdi devenin iriliğinden başka bizzat hareketli bir hayat sahibi olması, sonra boynu, hörgücü, ayaklarıyla , özel şekliyle de bütün eğri büğrülüğü ve acaibliğiyle göz önüne getirildiği zaman iğne deliğine girmesinde uzaklık fikri ve mümkün olmayanı hayal etme öyle bir kuvvetle ortaya çıkar ki, bu kuvvet halatta yoktur. Hasılı her iki takdirde mânâ, o kâfirlerin cennete girememelerini bir müddet gayesi ile sınırlamak değil, onun mümkün olmadığını açık bir temsil ile anlatmaktadır. Şu halde devenin iğne deliğinden geçmesi, aslında mümkün müdür değil midir, diye bazı inkârcıların yaptığı gibi boş yere tartışmalara dalmaya lüzum yoktur.

Meâl-i Şerifi

42- İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.

43- Orada kalblerinde bulunan kini çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. "Bizi buna erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler." derler. Onlara şöyle seslenilir: "İşte size cennet! Yaptıklarınıza karşılık buna varis oldunuz".

44- Cennet ehli, cehennem ehline: "Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar da "evet" derler. Bunun üzerine aralarında bir çağırıcı şöyle seslenir: "Allah'ın laneti zalimler üzerine olsun!

45- Onlar, Allah'ın yolundan men ederler ve onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi".

46- Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de, her iki taraftakileri simalarından tanıyan kişiler vardır. Bunlar cennetliklere: "selâm olsun size" diye seslenirler. Bunlar henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu eden kimselerdir.

47- Gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince de :"Rabbimiz! Bizi zalim toplulukla beraber eyleme!" derler.

48- A'raftakiler yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle derler: "Ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız, size hiç bir yarar sağlamadı".

49- "Allah onları hiç bir rahmete erdirmiyecek, diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?" (Cennetliklere dönerek): "Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz üzüleceksiniz" derler.

50- Cehennemdekiler, cennettekilere: "Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size verdiği rızıktan bize de verin." diye seslenirler. Cennettekiler de: "Allah, bunların ikisini de kâfirlere haram kıldı." derler.

51- Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz.

42-45- Ve cennet ehline şöyle seslenilir: İşte o, bu cennet, yani dünyada vaad olunduğunuz cennet, gönlünüzdeki bütün kin ve nefreti silen, altından ırmaklar akan, içinde böyle hamd ederek dâim safa ile ebedî olacağınız bu cennettir. Siz buna varis kılındınız. O sebeple ki, amel ediyordunuz. Dünyada güzel çalışıyor, iyi işler yapıyordunuz. Cennet ehlinin bu başarıyı kendilerinden değil, sırf Allah'dan ve Allah'ın yardım ve hidayetinden bilerek hamdetmelerine karşılık Allah tarafından bu başarıları amellerinin sebebiyetine dayandırılarak böyle seslenilmesi kulluk terbiyesi ile ilâhî lütfun ne büyük bir tecellisidir. Şu halde insan çalışmalı ve fakat başarıyı Allah'tan bilmeli, ameline mağrur olmayıp daima ilâhî hidayete sığınmalıdır. Amel, cennete girmenin sebebidir, fakat Allah'ın yardımı ile.

Mirasta ölüden diriye geçme mânâsı bulunduğundan, buradaki miras çoğunlukla "felan şey insana şeref verir" deyiminde olduğu gibi mutlak verme mânasıyla tefsir edilmek daha açık görülmüştür. Fakat bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Hiç bir kâfir ve hiç bir mümin yoktur ki, hem cennette, hem cehennemde bir yeri olmasın. Ve şu halde cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girdikleri zaman cennet, cehennem ehline kaldırılır gösterilir. Oradaki yerlerine bakarlar ve kendilerine, işte siz Allah'a itaat ederek amel etmiş olsaydınız, bunlar sizin makamlarınız idi, denilir. Sonra ey Cennet ehli, haydi amelleriniz sebebiyle siz bunlara varis olunuz, denilir. Şu halde onların yerleri cennet ehli arasında bölüşülür".

Cennet ehli, cehennem ehline seslendi. Fahreddin Râzî'nin nakline göre âlimler demişlerdir ki, bu âyetten, mesafenin uzaklığının sesi idrak etmeye -genellikle- engel olmadığı anlaşılır. Bazı âlimler de özellikle şöyle demiştir: "Seste öyle güç, kuvvet vardır ki, yalnız uzaklık duyulmasına mâni olmaz." Kim bilir bu gerçek, öncekiler tarafından nasıl bir hayret ve uzaksama ile karşılanırdı? Fakat zamanımızda radyo ve televizyon keşiflerinin bu Kur'ân gerçeğini nasıl ortaya çıkardığnı görüyoruz.

46-47- Cennet ile cehennem arasında bir perde ve A'rafta bir takım kimseler vardır. Bu perde, Hadîd Sûresinde geçen "Aralarına kapılı bir sûr çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azab." (Hadid, 57/13) ilâhî sözünde zikredilmiş olan sûrdur.

"A'raf" kelimesi "arf"ın çoğuludur. Arf ise her hangi bir yüksek yer demektir ki, bu münasebetle atın yelesine, horozun ibiğine "arf" denilmiştir. Buna göre A'raf, meşhur görüşe göre cennet ile cehennem arasındaki perdenin, sûrun yüksek tepeleri demek olur. İbnü Abbas'dan "sıratın şerefeleri" diye bir görüş de rivayet edilmiştir. Fakat Hasan-ı Basrî hazretleri demiştir ki A'raf, marifet (bilmek) kelimesindendir. Ve mânâ: "Cennet ehli ile cehennem ehlini simalarından tanımak üzere bir takım kimseler vardır." demektir. Kendisine bu kimseler, "iyilikleri ve kötülükleri eşit olan kimselerdir", denildiğinde dizine vurmuş, ve "bunlar, demiş, Allah Teâlâ'nın cennet ehli ile cehennem ehlini tanımak ve birbirinden ayırmak üzere tayin buyurduğu bir kavimdir. Vallahi bilmem belki bir kısmı beraberimizdedir". Hasılı A'raf üzerindeki adamların tefsirinde başlıca iki görüş vardır: Birincisi: Ebu Huzeyfe ve diğerlerinden rivayet edildiği üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah'ı birleyen bir topluluktur ki, cennet ile cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar, peygamberler, şehidler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde görünen melekler gibi dereceleri yüksek birtakım zâtlardır, denilmiş ki birincilere göre "henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi arzu edenlerdir." kayıtları, seslenen A'raf ehlinin halini beyandır. Yani cennet ehli, cennete girmiş, bunlar girmemişlerdir. Fakat arzu ve ümit ederler. Onlara özenirler de, "selâm ve selâmet size" derler. İkinciye göre ise, o sırada cennet ehlinin hâlidir. Yani cennet ehlinin henüz cennete girmemiş ve girmek ümidinde bulunmuş oldukları sıradadır ki A'raf ehli onları selâmetle müjdelerler.

48-51- "Simalarından tanıdıkları kimselere." Velid b. Muğîre, Ebu Cehil Âs b. Vâil ve akranları: "Allah Selmân, Ammâr ve benzerlerini cennete koyacak da bizi cehenneme atacak ha, böyle şey olmaz. Allah bizim hizmetçilerimizi, çobanlarımızı bizden üstün tutmaz." derlerdi ki, işte A'raf ehlinin "ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız size hiç bir şey sağlamadı" diye bağırdıkları bunlar ve bu gibilerdir. Ve "bunlar mıydı?" diye işaret ettikleri de onların küçümsedikleri Selmân ve Ammâr gibi iman ehli kimselerdir.

Meâl-i Şerifi

52- Gerçekten onlara, bilgiye göre açıkladığımız, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik.

53- İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği (verdiği haberler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler, yahut tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki eski yaptıklarımızdan başkasını yapalım?" Onlar, kendilerini zarara soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı, kaybolup gitti.

52-53- O kâfirler, ancak onun te'vilini gözetirler. TE'VİL, esasen bir şeyi sonucuna irca etmek, varacağına vardırmaktır. Yani dünya hayatına mağrur olan o kâfirler bu kitaba iman etmezler de bakalım sonucu neye varacak, diye sonunu gözetirler. İman edeceklere bir hidayet ve rahmet olarak ilim üzere açıklanan ve gelecek için haber verilen vaad ve tehditlerin ilerde bilfiil tatbikatıyla vuku buluşta doğruluğunun ortaya çıkmasını beklerler. Kısacası işi ilerisine atarlar, ahirete inanmak için kıyametin kopmasını, ahiretin bilfiil gelmesini, geleceğin şimdiki hâl olmasını beklerler. Halbuki te'vili geleceği, o haberlerin tatbik olunacağı gün, o kıyamet günü, bundan önce onu unutanlar (hatırlarına getirmek ve ona göre amel etmek istemiyenler) şöyle diyeceklerdir: hakikaten Rabb'imizin resulleri hak emirle geldi, peygamberlerin dedikleri doğruymuş, olmaz sandığımız oldu. şimdi acaba bizim şefaatçilerimiz var mıdır ki, bize şefaat etseler de azaptan kurtarsalar, yahut geri çevrilsek, dünyaya döndürülsek de yapageldiğimiz işlerden başkasını yapsak. Böyle diyecekler. Fakat o gün kendilerini ziyan etmiş, ve iftira edegeldikleri şeyler; şefaatçi olur diye uydurup bel bağladıkarı putlar, o bâtıl tanrılar yanlarından kaybolmuş gitmiş bulunacaklardır. Ve bunun böyle olacağında hiç şüphe yoktur. Çünkü:

Meâl-i Şerifi

54- Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.

55- Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.

56- Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.

57- Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderen O'dur. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla yağmur yağdırır ve onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız.

58- Güzel memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir toplum için âyetleri böyle açıklarız.

54- Hakikaten Rabb'iniz (Sahib ve hâkiminiz, işlerinizin kaynağı, efendiniz) ancak o Allah'tır ki gökler ve yeri altı günde yarattı. Başınız üstünde yükselen birçok gökleri ve ayağınızın altında çiğnediğiniz yeri, yücelikleri ve düşüklükleriyle bütün bu çeşitli şeylerden her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamânâ tahsis ederek hepsini ezel ve ebede göre ancak altı gün sayılacak kadar sınırlı zamanlarda yarattı. Sonra da Arş üzerine istiva eyledi. Alçaklı, yüksekli bu çeşitli yaratıkları, birbirine benzemeyen ve henüz bir tekrar ve birbirini takip devrine girmemiş olan ilk yaratılışlarıyla zaman zaman yarattıktan sonra hepsini hükmü ve tasarrufu altında tutarak, eşit bir şekilde hepsine sahip ve merci olarak, hepsi üzerinde dilediği gibi nizamlı ve muntazam bir ritimle hükümlerini de tatbike girişti. Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar onun hüküm ve idaresinin altında ândan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmekte; O ise son bulma ve bozulmadan, ıztırab ve değişimden uzak tam bir hâkimiyet ve tam mülkiyet ile hepsi üzerinde bir düze hâkim; hepsinin üstünde mutlak bir yücelik ile ulu, her şeyden üstün bütün devletlerden, saltanatlardan üstün, yüceliğin en yüksek misali olan Arş-ı âlâ (en yüksek Arş)'dan da üstün ve daima üstün. Ve bununla beraber birbirlerine karşı mertebeleri ve dereceleri farklı olan bütün varlıklara "Biz ona şah damarından daha yakınızdır." (Kaf, 50/16) âyeti gereğince nisbeti bir, adaletli ve hikmetli. "O'nun hiç bir benzeri yoktur." (Şûrâ, 42/11), "Her şeye şahit" , (Sebe', 34/47), "Her şeyi kuşatıcıdır" , (Secde, 41/54) tek ilâh olarak rablığını yerine getirmektedir ki, bu hükümranlık kayıtsız ve şartsız ve devamlıdır. Yani Tevrat tercemelerinde denildiği gibi yaratmadan sonra çekildi, dinlendi değil, yarattığı bütün varlıklar üzerinde devamlı bir saltanat, hâkimiyet ve bir düze yaratıcılık ve rablık ile işleri idare ve hükümleri icra etmektedir.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147