65- Ey Nebi! Senin hasbin, yeterin Allah'dır, sana uyan müminlerle beraber. Bunda iki mânâ yüklüdür: Birisi; Allah sana da, onlara da yeter. İkincisi; sana Allah ve onlar yeter. Şu halde başka birşeyden endişeye kapılmadan Allah'a sığınarak vazifenize bakınız, demek olur. Bu âyetin Mekke'de otuzüç erkek ve altı kadından sonra kırkıncı olarak Hz. Ömer'in İslâm'a girişi üzerine nâzil olduğu dahi söylenmiş ise de, çoğunluğun beyanına göre; Bedir'de savaş başlamadan önce "Beydâ" denilen yerde nazil olmuştur.
Ey Nebi! Müminleri düşmanla savaşa "tahrid" et. İyice ta'lim edip, eğitip, hazırla ve teşvik eyle. Bu âyette, daha önce yukarıda geçen "zahf" ve "sebat" ile ilgili âyetlerdeki ıtlakın bir tahsisi ve takyidi vardır. Şöyle ki: Eğer sizden yirmi tane sabreden olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.
Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır: Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu nisbetin sadece yirmi ve ikiyüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.
İkincisi İslâmiyet'in başlangıcında askeri birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.
Bu, yani bu galip gelme o kâfirlerin gerçekten anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah (Allah kelimesini yükseltmek) niyyetiyle değildir. Hamiyyet-i cahiliyye denilen kavmiyyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir. Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri herşeydir, ahiret hayatı ise bir hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi, onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan anlaşılıyor ki, ilk müslümalar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş bulunan üçyüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü kuvvet bakımından müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az üçbin kişi olmaları gerekirdi.
66- Şimdi Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti, ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi. Yani savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle öylesine sabır ve tahammül mükellefiyetinin bundan böyle umum için uygun olmadığı kendini gösterdi. Gerçi böyle olacağını Allah Teâlâ ezelden bilirdi. Fakat zamanı şimdi geldi, durum bütün yönleriyle olduğu gibi açığa çıktı ve bilindi. Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi, birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl, 8/16) hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.
Allah'ın yardımına ermek için her halükârda sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar. Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde müslümanlar, iki kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da İslâm Tarihi'nde Allah'ın izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır. Şimdi de harbin sonucuna gelelim:
67- Hiç bir peygamber için yeryüzünde ishan edinceye kadar esirleri olmak doğru değildir.
İshan : Aslında kalınlık demek olan "sihan" ve "sahenet" kökünden kalınlaştırmak demektir. Ağırlık da sehanetin gereği olmak bakımından "filanı hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldamaz oldu" anlamına denilir. Sonra bu anlamdan alınarak, savaşta düşmanın esas kuvvetlerini iyice vurarak, gücünü kırmak ve askerlerini yerinden kımıldayamaz hale getirmek, kesin bir yenilgiye uğratmak durumuna dahi "ishan" adı verilir. Şu halde buna göre âyetin mânâsı şu demek olur: Hiçbir peygamber için bulunduğu ülkede küfrü kahredip İslâm'ı yüceltecek şekilde küfür ehline karşı kesin zafer elde edip, hak kuvvetlerinin istila ve istikrarını sağlayıp, yaptığı savaşta Allah düşmanlarını iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar esirleri bulunması, yani askerlerinin esir tutmakla meşgul olması doğru ve meşru bir hareket değildir. Ancak ishan hasıl olduktan sonra esir alması meşru olabilir. "Nihayet onları iyice alt ettiğinizde bağları sıkı sıkıya elinizde tutun, aldığınız esirleri ister bağışlayıp salıverin, isterse fidye alın." (Muhammed, 47/4) âyetinde de alınan esirlere nasıl davranılacağı konusu açıklanmıştır.
Öyle yapmakla, yani esir alma peşinde koşmakla siz dünya arazını (malını) murad ediyorsunuz. İçinizde ishandan önce esir tutmaya bakanlar, onun fidyesinden faydalanmak, geçici bir dünya malı, dünya menfaati elde etmek gibi dünyevi bir maksat gözetirler. Allah ise ahireti murad ediyor. Küfrün kahra uğrayıp dinin izzet bulmasını ve bu sayede ahiret hayatınızın selamette olmasını, buna göre sevap ve ahiret selametini gözetmenizi emrediyor. Şu halde ishandan evvel esir almak isteyenler Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine, yani rızasına aykırı hareket etmiş olurlar. Halbuki Allah azizdir, hakimdir. Emir ve iradesine karşı gelmenin sonu çok tehlikelidir. Emrinde mutlak bir hikmet vardır. Bunun için öyle tam bir ishan meydana gelmeden esir almak istemeniz ahiretiniz açısından tehlikeli olabilir.
68- Allah'dan bir kitap sebketmemiş, yazılmamış olsa idi, ictihaddaki bir hatadan dolayı itap etmemek veya Bedir Savaşı'na katılanlara azap etmemek veya açıkça yasaklanmamış olan bir işi yapanı cezalandırmamak gibi bir ilâhî hüküm, Levh-i Mahfuz'da yazılmış olmasa idi aldığınız o şeyde (yani ele geçirdiğiniz esir fidyeleri sebebiyle onun yerine), size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Hasılı Bedir Savaş'ında esir tutmakla meşgul olmak ve esirlerden fidye almak maksadını amaç edinmek büyük bir tehlike idi. Çünkü henüz düşman ordusu üzerinde tam bir hakimiyet, gerçek anlamda bir ishan hasıl olmuş değildi, henüz İslâm'ın gücü bütün katılığıyla ağır basmış değildi. O sırada düşmanın biraz uyanık davranması size büyük bir felaket getirebilirdi. Fakat Allah sizi korudu. Nitekim genellikle bu ince noktaya dikkat edilmediğinden dolayı daha sonra Uhud Savaşı'nda bunun çok zararı görüldü. Her halde Bedir'de esir ve fidye alınmamak daha sıhhatli bir iş olacaktı. Fakat madem ki, alındı ve Allah tehlikeden korudu, şu halde:
69- Artık aldığınız o ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin, yani mubah olarak faydalanın. Bu uyarıdan dolayı onun haram olduğunu sanmayın da yukarıda açıklandığı üzere onun özel hükümlerine riayet ederek faydalanın, ve Allah'a karşı gelmekten sakınınız, emirlerine ve yasaklarına uymaya özen gösteriniz, sizi hatalardan koruması için O'na sığınınız. Zira Allah muhakkak gafurdur, rahîmdir. Yani ittika ettiğiniz takdirde o hatayı, yani sizin izinsiz olarak esirlerden fidye almayı mübah kabul etmenizden dolayı işlediğiniz kusuru mağfiret eder, tevbenizi kabul buyurup sizi rahmetine mazhar eyler.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
70- Ey Peygamber, elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır bulursa, sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar. Çünkü Allah bağışlayıcıdır."
71- Eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce Allah'a hainlik ettiklerinden dolayı Allah onların ezilmelerine imkân verdi. Allah her şeyi hakkıyla bilen hüküm ve hikmet sahibidir.
72- Gerçekten de iman edip hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad veren, onları barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İman ettiği halde henüz hicret etmemiş olanlar, hicret edinceye kadar onlar üzerinde herhangi bir velayet hakkınız yoktur. Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse, sizinle arasında antlaşma bulunanlar aleyhine bir durum olmadıkça, onlara yardım etmeniz de üzerinize borçtur. Allah bütün yaptıklarınızı görüp duruyor.
73- Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar.
74- O kimseler ki, iman ettiler, hicret ettiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, bir kısımları da onları barındırıp yer, yurt sahibi yaptılar ve yardıma koştular, işte bunlar hakkıyla mümin olanlardır. Bunlara bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.
75- Daha sonradan hicret edip sizinle beraber savaşa katılanlar da sizdendirler. Bir de akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir.
70-71-Elinizde bulunan esirlere de ki; Aslında esirlere bu şekilde hitap edilmesinin istenmesi, onların gönüllerini almak için, onlara iyi muamele edilmesi içindir. Burada hükmün umumi olduğunda hiç şüphe yoktur.
Fakat Abdullah b. Abbas Hazretleri'nden gelen bir rivayete göre: bu âyetin nüzul sebebi, babası Hz. Abbas hakkındadır. Şöyle ki:
Bedir Savaşı'nda Abbas da esirler arasında bulunuyordu. Beraberinde yirmi ukiyye de altın vardı ki, bir ukiyye kırk dirhem ve toplamı da sekizyüz dirhem demektir. Bunu müşrik askerlerini doyurmak için yanına almıştı. Çünkü kendisi Bedir'e katılan Kureyş ordusunun iaşesini üstlenen on kişiden biri idi. Fakat sıra kendisine gelmeden esir düşmüştü. Bunun üzerine Abbas, ben zaten daha önceden müslüman idim, fakat bana baskı yaptıkları için istemeye istemeye bu savaşa katıldım, dedi. Peygamber Efendimiz bu dediğin doğru ise Allah zaten sana bunun ecrini verecektir, lakin işin dış yüzü bizim aleyhimize idi, dedi. Bundan sonrasını Hz. Abbas'ın kendisi anlatıyor ve diyor ki; sonra Resulullah'tan benden fidye olarak aldığı o altını, bana geri vermesini istedim, o da o zaman buyurdu ki; "Aleyhimizde kullanmak için alıp yola çıktığın şeyi mi istiyorsun? Hayır olmaz." dedi. Ayrıca peygamber, iki kardeşim oğlu Âkıl b. Ebi Talib ile Nevfel b. Hâris'in de fidyelerini benim ödememi istedi. O zaman ben, ey Muhammed! Sen beni Kureyş'ten dilenecek bir durumda bıraktın, dedim. Bunun üzerine Resulullah, hani Mekke'den yola çıkarken zevcen Ümmü'l-Fadl'a başımıza ne geleceği belli değil, nolur nolmaz deyip teslim ettiğin, şayet bana birşey olursa, bu senin ve çocuklarınındır, diyerek ona verdiğin altın nerede?" deyince, ben "Nereden biliyorsun?" dedim. O da "Rabbim haber verdi." buyurdu. O zaman "Allah'a yemin ederim ki sen hak peygambersin. "şehadet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur." Vallahi o parayı Allah'dan başka kimsenin görmediği, gecenin karanlığında teslim etmiştim. Allah biliyor ya, ben senin peygamberliğine hep şüphe ile bakıyordum. Şimdi madem ki, bunu haber verdin, artık hiçbir şüphem kalmadı dedi. Daha sonra Hz. Abbas'ın, bu âyetin meâline işaretle şöyle dediği de rivayet ediliyor: "Allah bana o altınların yerine daha hayırlısını verdi; şimdi yirmi tane kölem var, en aşağısı yirmi bin ile müdarebe (ortak iş) yapıyor. Ayrıca Allah bana Zemzem'i de ihsan etti ki, karşılığında Mekke'nin bütün mal varlığını verseler yine de istemem. Bundan böyle ben hep Rabbimin mağfiretini gözlüyorum".
72- Bunlar, (bu Muhacirin ile Ensar) birbirlerinin velileridirler. Bir kısmının öbürüne velayeti vardır. Birbirine mirasçı olurlar. Birbirlerinin işlerine bakar, düzene koyarlar. İman edip de henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dâr-ı harbde bulunan ve oranın tebaası durumunda olan müminler ise onlar hicret edinceye kadar sizin onlara velayet namına hiçbir şeyiniz yoktur. İşlerine müdahele edemezsiniz. Bununla beraber sizden din konusunda yardım isterlerse onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur, vacip olur. Ancak sizinle aralarında bir misak (yani antlaşma bulunan bir kavim aleyhine bir durum söz konusu) olmamalıdır. Zira antlaşma yapmış olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o müminlere yardım ederek, antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz. Nasıl olabilir ki, Allah bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
73- Kâfir olanlar bile birbirlerinin velileridir. Sizinle değil, hepsinin de değil, ama bazılarının arasında miras ve yardımlaşma sürer gider. Şu halde onların müminlerle bir ilişkileri yoktur. İsterse akraba olsunlar mümin ile kâfir arasında velayet ve veraset cereyan etmez. Bir de her kâfirin her kâfire velayet ve veraseti de olmaz. Din ayrılığı ve diyar başkalığı ikisi de mirasa engeldir. Eğer siz bunu yapmazsanız (yani birbirinize velayet ve yardım işinde dayanışma içinde olmazsanız, bunu şu açıklanan esaslar dairesinde icra ve ifa etmezseniz veya karmakarışık eder de içinden çıkılmaz hale getirirseniz) yeryüzünde çok büyük bir fitne ve fesat olur. Ki siz bunun büyüklüğünü takdir edip kestiremezsiniz. Bu açıklamada müminler, Muhacirler ve Ensar ve Muhacir olmayan diğer müslümanlar olarak taksim olunduktan ve aralarındaki dayanışma bağlantısının esasları belirlendikten sonra bunların imandaki kemal mertebelerinin hakikatini ortaya koymak sadedinde buyuruluyor ki
74- onlar ki, iman ettiler ve hicret eylediler, yani yerlerini yurtlarını, mallarını ve akrabalarını bırakıp vatanlarından çıkıp geldiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, Allah'ın dini uğrunda, Allah rızası için ceht ve gayretlerini esirgemeyip sabır ve tahammül gösterdiler, çeşitli zahmetlere katlanıp nefislerini mahrumiyetlere atmak suretiyle bu uğurda bir yarışa girdiler . Onlar ki, iyva eylediler, Allah Resulünü ve Muhacirleri kendi evlerinde misafir edip barındırdılar, onlara yer yurt verip iskan ettiler, yerleştirdiler, ve yardım ettiler, onlarla birlik olup düşmanlarına karşı savaş konusunda her bakımdan yardım ettiler. Ensar oldular işte bunlar, yani Muhacirler ile Ensar işte bunlardır, hakkı ile müminler bunlardır ki, imanlarını sûrenin başında da beyan olunduğu üzere, gerektiği şekilde hakkıyla özüne erdirmişlerdir, işte bunlar içindir ki, eşsiz bir mağfiret ve değerli bir rızık vardır. Bu rızkın ne sorumluluğu var, ne de minneti. Buradaki "işte bunlar hakkıyla mümin olanların ta kendileridir" ifadesindeki tahsisi ve kasrı, mutlak olarak yalnızca o zamana veya bu zamana mahsus bir hakiki kasr zannetmemelidir. Bu kasır hicret farz iken dâr-ı harbi terketmeyip hicret eylemeyenlere göre edenlerin durumuna ait izafî bir tahsistir.
75-Çünkü Bundan sonra, (yani sizin hicretinizden sonra) iman edip de hicret eyleyenler ve sizinle beraber cihada katılanlar, şimdi bunlar, bu üç özelliği taşıyanlar da sizdendir. Size ektir ve sizden sayılırlar. Ey müminler, bununla beraber bundan böyle zevil-erham denilen akrabalar, Allah'ın kitabında mirasta birbirlerine daha evladırlar, yabancılardan daha yakındırlar.
O akrabalık isterse ana tarafından olsun, yine de akraba olmayanlara göre daha yakındırlar. Mümin bir akraba varken, böyle bir akrabalığı olmayan bir mümin yalnızca din kardeşliği sebebiyle bir başka mümine mirasçı olamaz. Yani Muhacirler ile Ensar arasında hicretin başında kurulan kardeşlik anlaşmasının mirasla ilgili olan hükümleri bundan böyle geçersiz olacak demektir. Müminler arasında miras yalnızca akraba olanlar arasında geçerli olacaktır. Ve işte ilk hicret edenlerle daha sonra hicret edenler arasındaki yegane fark budur. İkinci hicret döneminin Bedir'den sonra veya bu âyetin nüzulünden sonra başladığını söyleyenler olmuş ise de en sahih olan görüş Hudeybiye'den sonradır diyenlerin görüşüdür.
Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. Şu halde bu hüküm ve yukarıdan beri ortaya konan hükümlerin sırrını ve hikmetini de bilir. Bundan sonra gelecek Berâe (Tevbe) Sûresi içinde geçen hükümlerin de sırrını ve hikmetini bilir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|