Meâl-i Şerifi
30- Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da, onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzak kuruyordu. Öyle ya, Allah tuzakların en hayırlısını kurar.
31- Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, "işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" diyorlardı.
32- Bir vakit de, "Ey Allah, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize daha acı bir azap ver" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edecek değildir.
34- Şimdi ise Allah'ın kendilerine azab etmemesi için neleri var ki? Oysa Mescid-i Haram'dan menediyorlar. Üstelik onun hizmetine ehil kişiler de değiller. Çünkü onun hizmetine ehil olanlar ancak müttakilerdir. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
35- Kâbe huzurunda onların duaları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka birşey değildir. O halde inkârınızdan (ve nankörlüğünüzden) dolayı bu azabı tadın bakalım.
36- Mallarını, Allah yolundan engellemek için sarfeden o kâfirler, hiç şüphesiz yine onu sarfedecekler. Varsın sarfetsinler, sonra o yüreklerine inen bir acı olacak, sonra da mağlup olacaklar. Zaten kâfirler toplanıp cehenneme gönderilecekler.
37- Allah, murdarı temizden ayırdetmek için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmek ve topunu birden cehenneme koymak için böyle yapar. İşte bunlar o hüsran içinde kalanların ta kendileridir.
38- O kâfirlere de ki: Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yok yine karşı koymaya başlar, isyana dönerlerse, önceki ümmetlere uygulanan kurallar kendilerine de uygulanacak. (Artık o ilâhî uygulamayı beklesinler.)
30- Sen de o vakti hatırla ki, hani o kâfirler sana mekir kuruyor, hile yapıyorlardı seni tutup bağlasınlar diye, veya seni öldürsünler, hepsi birlik olup katletsinler diye veya seni Mekke'den sürüp çıkarsınlar diye planlar yapıyor, tuzaklar kuruyorlardı. Suikastlar tertip ediyor, bir takım oyunlara girişiyorlardı. Hicret öncesinde ve Hicret sırasında Mekke'deki durum bu idi.
Genellikle müfessirler olayın meydana gelişini şöyle nakletmişlerdir: Müşrikler Medine'den bir grup insan (Ensar)ın, İslâm'a girip Hz. Peygamber'e biat ettiklerini işitince hemen telaşa kapıldılar. Darü'n-Nedve denilen Mekke Şehir Meclisini toplayıp orada durumu müzakere ettiler. Yaşlı bir adam suretinde bir İblis de "Ben Necidliyim, toplantınızı işittim, ben de aranıza katılmak istedim. Herhalde benim de söylenecek bir iki faydalı sözüm olabilir." diyerek aralarına girdi. Sonra müzakereye başladılar. Ebu'l-Buhturî "Benim görüşüm" dedi, "onu bağlar, bir odaya hapsedersiniz ve bütün giriş çıkışları kaparsınız, sadece bir delik bırakır, ona oradan yiyecek içecek uzatırsınız. Ta ölünceye kadar böyle devam edersiniz". O ihtiyar "Ne fena fikir". Onun kavminden size silah çekip gelenler olur, onu elinizden kurtarırlar." dedi. Hişam b. Amir de "Benim görüşüm, onu bir deveye bindirip aranızdan uzaklaştırmak, Mekke dışına çıkarmaktır. Artık orada ne yaparsa yapsın, size bir zararı dokunmaz." dedi. Yine o ihtiyar, o Necidliyim diyen adam "Ne fena fikir! Gider başka kavimleri baştan çıkarır, sonra da onları toplayıp gelir, sizinle harb eder." dedi. Nihayet Ebu Cehil "Ben o fikirdeyim ki, her aileden birer delikanlı alırsınız ve onlara birer kılıç verirsiniz, hepsi bir anda vurur, onu öldürürler, kanı bütün kabilelere dağılmış olur. Haşimoğulları da bütün Kureyş ile savaş yapamaz ya! Şayet diyet isterlerse onu da öderiz" dedi. Bunun üzerine o ihtiyar "Bu yiğidin teklifi doğru." dedi. Buna karar verip dağıldılar. Derhal Cebrail gelip, durumu Hz. Peygamber'e haber verdi ve hicret emrini iletti. Peygamber Efendimiz de Hz. Ali'yi yatağına yatırdı ve Hz. Ebubekir ile beraber gidip mağaraya sığındı. Düşmanlar hazırlıklarını tamamlamış, etrafı kuşatmıştı ve her yanı gözetliyorlardı. Sabah olunca yatağa doğru hücum ettiler, fakat karşılarında Ali'yi gördüler. Hiç beklemedikleri birşeydi, hayret içinde donup kaldılar.
Onlar öyle mekirler ediyorlardı ve hâlâ mekirlerine devam ediyorlar, ona karşılık Allah da mekirler düzenler. Önce onlara yaptıkları mekirden bir ümit verir, sonra da mekirlerini boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir. Nitekim onlara mekir yapmaları ve tertibat almaları için müsaade etti, uğraştırdı, yordu fakat bütün çabalarını sonuçsuz bırakıp gizlice Hz. Peygamber'in hicretini sağlayıverdi. Sonra yine onlara ümit verip Bedir'e kadar getirdi, müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da hemen saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler. Evet Allah işte böyle mekre karşı mekreder ve fakat Allah, mekredenlerin hayırlısıdır, hayrülmakirindir. Ona karşı hiçbir mekrin hükmü yoktur. O bütün mekircilerin mekrini iptal edip geçersiz kılıverir. Onun mekri de hayırdan ve hikmetten hâli (uzak) değildir. Bundan dolayı O'na "makir" veya "mekkar" diyemezsiniz. çünkü O, hayrülmâkirindir. Allah'ın işi, hadd-i zatında bir hile ve tuzak olmaktan, bir mekir olmaktan çok uzaktır ve münezzehtir. O'nun işi, mekri savuşturmak ve geçersiz kılmaktan ibarettir. Mekircilerin mekrini önlemek bakımından umuma hayır olduğu gibi, mekircilere hadlerini bildirmek ve bir kısmının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından da bizzat o mekri yapanlar için bile hayırdan başka bir şey değildir. Şu halde, bu ilâhî fiile "mekir" denilmesinin sebebi, mekircilerin mekrine karşılık olmak üzere onların haberi olmadan ve bütün tahminlerin dışında bambaşka bir tedbirle onların çabalarını boşa çıkarması bakımından bir müşakeledir, bir yanıltmadır. Yoksa Allah'a gerçekte doğrudan doğruya "mekir" isnad edilemez ve "makir" denilemez. Buradaki mekir de tıpkı Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/54) gibi mekre karşı alınan bir tedbir ve bir müşakeledir. Bu anlamda olmak üzere ilâhî mekirden söz edilebilir. Bunda da "yani Allah'ın mekredenlerin en hayırlısı olduğu" tenzihinin unutulmaması lazımgelir.
31-O makirler öyle kâfirler idi ki, onlara Bizim âyetlerimiz, yani "Biz, eğer bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine indirseydik, onu darmadağın olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince Kur'ân tilavet olunduğu zaman, işittik, işittik derler, dileseydik biz de bunun aynını söylerdik, bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil, şeklinde ileri geri konuşur dururlar. (En'âm Sûresi'ndeki (6/25) âyetinin tefsirinde "esâtir" kelimesine bkz.). Orada da geçtiği üzere ilk önce Mekke müşriklerinin akıl hocalarından olan Nadr b. Haris söylemiş ve bir çokları da ondan duyup tekrarlamışlardı. Öyle dediler, lâkin yıllar boyu uğraştıkları halde bir türlü onun aynını veya benzerini söyleyemediler. Söyleyemedikleri için de türlü türlü mekirlere başvurdular, suikastlara, savaşlara kalkıştılar.
Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular fakat onlar da Kur'ân'ın bir benzerini söyleyemediler. Bunlar da onlar gibi, dolambaçlı yollardan gidip, başka başka mekirler peşinde koşmaktan öte bir şey yapamadılar.
32- Ve yine hatırla o vakti ki, hani onlar Ya Allah! Dediler eğer bu Kur'ân Senin katından gelmiş bir hak kitap ise", (yani peygamberin dediği gibi Allah tarafından indirilmiş bir hak kelâm ise), Sen bizim başımıza gökten taş yağdır, veya bize başka bir acı azab gönder. Allah'ın âyetlerini açıkça inkâr eden ve küçümseyen o hilekâr kâfirlerin küfürlerindeki şu inadı ve inadın eseri olan küçümseme ve istihzayı bir düşün...
Rivayet olunduğuna göre, bunu da Nadir b. Haris söylemiş idi. "Bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil!" dediği zaman Hz. Peygamber, ona "Yazıklar olsun sana, bu Allah kelâmıdır." buyurmuştu. Buna karşılık olarak o da "Eğer bu Kur'ân gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere Allah ya başımıza gökten taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azab göndersin." diyerek sözünde ısrarlı olduğunu açığa vurmak, küfür ve inkârında iddialı olduğunu göstermek ve Kur'ân'ı küçümsemek istemişti. Böylece aslında hak ettikleri azabı ağızları ile istemiş ve itiraf etmiş, öbürleri de bunu kabul ve tasvip etmiş bulunuyorlardı. O halde Allah neden hemen o anda hak ettikleri azabı onlara vermedi?
33- Halbuki, ey Muhammed, sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildi. Sen onlar için rahmetin kendisiydin, senin bulunduğun yere azab indirmek imkân ve ihtimal dahilinde değildi. Ayrıca onlar tevbe ve istiğfar ederlerken veya edeceklerken de Allah onlara azab vermezdi. Yani Sen içlerinden çıksan bile onlar tevbekâr olup istiğfar ettikleri takdirde veya içlerinde istiğfar edip imana gelenler veya gelecekler varken de onlara öyle köklerini kazıyacak bir azab erişmezdi. Nitekim hiçbir kavim, peygamberleri içlerinden alınmadan toplu azaba uğratılmamıştır. İyiler içinden de kötüler zuhur edip, zulüm yapmaya ve zulümde aşırı gitmeye başladığı zaman, zulüm ve isyanın olumsuz etkisiyle meydana gelecek olan fitnenin zararı iyilere de dokunduğu gibi, kötüler içinde fevkalade iyiler zuhur etmeye başladığı zamanlarda az da olsa o iyilerin yüzü suyu hürmetine o kötülerin hak ettikleri ceza ve azab affa veya tehire uğrar. Kötüler azabı celbettiği gibi iyiler de rahmeti celbeder.
Hasılı böyle söyledikleri zaman o kâfirlerin başlarına taş yağdırılmaması veya başka türlü bir elim azab ile cezalandırılmamaları, onların onu hak etmediklerinden dolayı değil, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne ve istiğfarı söz konusu olanlara büyük lütfundan dolayıdır. Çünkü içlerinde peygamber varken veya istiğfar eden veya edecek olanlar bulunuyorken azab etmek, Allah'ın sünnetine uygun değildir. İşin içyüzü bu idi.
34- Yoksa Allah'ın onlara azab etmemesi için neleri vardı? Üstelik o haldeydiler ki, Mescid-i Haram'dan insanları engelliyorlardı ve engellemeye devam ederlerken onun evliyası da değillerdi. Mescid-i Haram'a ait hizmetleri yürütmek için ehliyet ve liyakatleri, özellikle velayet hakları da yoktu. Çünkü onun velileri müttakilerden başkası değildir. Şirkten korunan ve Allah'dan başkasına ibadet etmeyen takva ehlinden başkasının Beytullah'da velayet hakları olmaz. Ona sahip olmak, onun işlerinde tasarruf etmek hak ve salahiyeti ancak orada tevhid ile ibadet edecek olan müttakilerindir. Ve lâkin onların çoğu bunu bilmezler. Yani o müşriklerin bir kısmı, içlerinden pek azı, kendilerinin liyakatsizliğini ve Mescid-i Haram'a velayet etmek hakları olmadığını ve bu hakkın müttakilere ait olduğunu ve bundan dolayı ona sırf bir zorbalık ile müdahele etmekte olduklarını bilirler. Ve onlar bunu bile bile inad ederlerse de ekserisi işin içyüzünü bilmezler de "Biz Kâbe'nin valileri, mütevellileriyiz, şu halde dilediğimizi sokar, dilediğimizi sokmayız." derler. Çoğu bilgisizlik yüzünden, pek azı da bile bile inat ve zorbalıkla müttakileri ziyaretten ve tavaftan menediyorlardı.
35- Ve zaten Beytullah'ın yanında dua ve namaz namına yaptıkları şey de ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.
"Mükâ": Islık veya ıslık çalmak demektir ki, gerek yalnızca dudakla ve gerek parmak yardımıyla üflemek ve öttürmekten daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı genellikle üflenip, çalınan düdük seslerini de içine alır.
"Tasdiye": Esasen sada veya sadd kökünden yapılmış bir kelime olarak ses çıkartmak, veya engelleyip vazgeçirtmek demektir ki, her iki bakımdan da birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi bir maksada yönelik olarak el çırpmaya tasdiye denilir.
Rivayet olunuyor ki, bunlar erkek ve kadın, açık saçık elele tutuşur, Kâbe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece ibadet ediyoruz diye çalar oynarlardı. Hora teperler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Bir de Hz. Peygamber, Beyt-i Şerif'e gelip ibadet etmek, namaz kılmak ve Kur'ân okumak istediği zaman, onlar genellikle böyle ayin yapmakta aşırı giderlerdi. Kendileri de güya namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi nümayiş yaparlar ve gürültü çıkarırlardı. Böylece Hz. Peygamber'in huzurunu kaçırırlardı. Ve bu yaptıklarını da kendileri için bir ibadet sayarlardı. Bu halleriyle bunların Beytullah konusunda nasıl velayet hakları olur? Ve Mescid-i Haram'a musallat olup, orada Allah'a ibadet eden asıl hak sahibi müttakileri engellemeye kalkışan bu edepsizlerin, cahillerin, gasıpların ve kâfirlerin şu halleriyle neleri vardır ki, Allah onlara azab etmesin.
Madem ki, haliniz budur ey kâfirler öyleyse bundan böyle o azabı tadın. Çünkü hep küfürde direnip durdunuz, istiğfar da etmediniz.
36- Şurası bir gerçektir ki, onlar insanları hak yoldan çevirmek için, Allah yolundan engellemek için mallarını sarfederler. Bu âyet Bedir Savaşı için mallarını sarfeden, bu cümleden olmak üzere her biri her gün on deve keserek müşrik askerlerini doyuran Kureyş zenginleri hakkında nâzil olmuştur. Ayrıca Uhud, Hendek vs. savaşlardaki harcanan paraları ve onların sonuçlarını da dile getirmiş olmaktadır. Yani şurası kesindir ki, küfürde inat ve ısrar edenler, insanları Allah yolundan, hak dinden engellemek için mallarını sarfediyorlar. bundan böyle de sarfedecekler, sarfetmeyi sürdürsünler bakalım sonra o mallar kendilerine hasret olacak, boşuna harcanmış, telef edilmiş olacak, boşa harcanmış olduğunu anlayacaklar ve eyvah diyecekler sonra da mağlup olacaklar. O zamana kadar "Savaşta yenmek de vardır, yenilmek de" hükmü uyarınca kâh galip, kâh mağlup olurlarsa da en sonunda kesinlikle kaybedecek taraf onlar olacaktır, en nihayet hakka mağlup olacaklardır, ve o kâfirler yalnızca cehenneme sevkedilecekler, orada toplanacaklardır.
37-Ki Allah, çirkini güzelden ayırsın, müttakilere vaad olunan furkan tam anlamıyla hasıl olsun, iyilerle kötüler biribirinden ayrılmış olsun. Ve çirkin kısmını birbirinin üzerine katsın, üstüste ekleyip bindirsin, habis mallarını da sırtlarına yükleyip hepsini üstüste yığsın, sıkıntı ve zahmet verecek şekilde yığsın topunu birden cehenneme dolduruversin. İşte bunlar o hüsrana uğrayanlardır. Yani hasirler, hüsran içinde kalanlar diye olsa olsa bunlara denilir.
38-Ey Muhammed! O inkâr edenlere söyle ki: eğer vazgeçerlerse, bulundukları bu halleri bırakıp hakka teslim olmayı kabul ederlerse geçmiş günahları mağfiret olunur. Ve eğer yine dönerler, Peygamber ile savaşa kalkışırlarsa önlerinde öncekilerin sünneti, âdet ve gelenek olarak geçti. Onlara anlatıldı ve işittiler ki, Peygamberlerine karşı gelen kavimler nasıl kahra uğrayıp helak oldular. Yine gözleriyle gördüler ki, Bedir'de peygambere karşı gelenler, ne hallere uğradılar. Bunlar yeterince misal değil midir? Şu halde peygambere karşı direnenlerin yolunu tutarlarsa, onların uğradıkları akıbete uğramayı beklesinler: "Allah şu hükmü vermiştir ki; Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz. (Mücadele 58/21) "And olsun ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımız hakkında şu vaadimiz geçmiştir: Onlar elbette yardım görecekler ve kesinlikle bizim ordumuz galip gelecektir" (Saffat 37/171, 172, 173) "And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazdık ki, yeryüzüne kesinlikle salih kullarım mirasçı olacaklardır." (Enbiya 21/105).
İnananlara şunu da söyle:
Meâl-i Şerifi
39- Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür.
40- Yok vazgeçmez de tekrar eskiye dönerlerse artık bilin ki, Allah sizin yardımcınızdır. O ne güzel mevla, ne güzel yardımcıdır.
39-Savaşmaktan vazgeçmeyip devam ederlerse siz de savaşa devam edin, o kâfirlere karşı savaşın, ta ki, şirk ve puta tapmaktan doğan ayrılık gayrilik kalmayıncaya, fitne iyice ortadan kalkıncaya kadar ve din bütünüyle Allah'ın dini oluncaya kadar savaşmaya devam edin. Allah'ın kullarını başkalarına mahkum tutan batıl dinler, Hak din karşısında yıkılıp gitsin, hak hakim olsun da fitne ve eziyetle kimse gerçek mabuddan başkasına itaat ve boyun eğmeye zorlanmasın. Yalnızca burada "hepsi" ilavesi var. Bu âyetin bir benzeri Bakara Sûresi'nde geçmektedir, ancak orada kelimesi yoktur. (Bkz. Bakara 2/193) ayrıca Bakara'da ( "dinde zorlama yoktur" (Bakara, 2/256) âyetinin tefsirine bkz.)
Bu kıtal üzerine, fitneden ve Allah'dan başkasına tapmaktan vazgeçerlerse şurası muhakkak ki Allah, yaptıklarını görmektedir. Ona göre iyi bilsinler ki, ecirlerini verecektir.
40-*} Yok eğer yüz çevirirlerse, yani küfürlerinden dönmez ve Hz. Peygamber ile savaşmaya son vermezlerse Siz de iyi biliniz ki, muhakkak Allah, sizin mevlanız, veliniz ve yardımcınızdır. Şu halde onların düşmanlıklarından korkmayınız, Allah'a dayanınız, O ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır. Ki, sahip çıktığı kaybolmaz, yardım ettiği mağlup olmaz.
Böyle biliniz ve buna göre hareket ediniz:
Meâl-i Şerifi
41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah'a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, herşeye kâdirdir.
42- O vakit siz vadinin yakın bir yamacında idiniz, onlarsa uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Öyle ki, şayet onlarla sözleşmiş olsaydınız, öyle bir buluşma yeri için mutlaka anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken (zafer)in olması için Allah böyle takdir etti. Tâ ki, helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın. Kesindir ki Allah, işitendir, bilendir.
43- Hani o vakitler Allah sana uykunda (rüyanda) onları az gösteriyordu. Eğer Allah sana onları kalabalık gösterseydi korkacaktınız ve savaş konusunda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah böyle bir şeyden sizi uzak tuttu. Çünkü O, gönüllerde yatanı da bilir.
44- Ve işte onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah o mukadder olan işi yerine getirecekti. Bütün işler Allah'a döndürülür.
41- "Ğunm": Esasen bir şeye sıkıntı ve zahmet çekmeden nail olmak veya düşmandan doyumluk almak mânâlarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak söylenilir ki, "ganimet" kelimesi de her iki bakımdan aynı anlama gelir. Şeriat ıstılahında ise ganimet, küffardan savaşla ve zor kullanılarak alınan maldır. Şu halde isterse harbin sonunda yapılan barış anlaşması gereğince olsun, düşmandan alınan mala ganimet adı verilmez. Lâkin "fey" adı verilir. Bundan dolayı ganimet kelimesi fey kelimesinden daha özel bir anlam taşır.
Ve biliniz, yani gereğince amel etmek üzere malumunuz olsun ki, aldığınız ganimet ne şeyden olursa olsun, isterse bir iğne veya iplikten ibaret bulunsun, bu sûrenin başında da beyan olunduğu üzere her şeyden önce "Enfâl Allah'a ait" olduğundan onun beşte biri sırf Allah içindir. Ve Peygamber içindir, ve ona yakınlığı olanlar içindir, ve yetimler içindir, ve miskinler (yani yoksullar) içindir, ve yolda kalmış yolcular içindir.
İlk önce ganimetin beşte birini Allah için ayırmak, onu da beş hisseye ayırıp, bu âyette açıklandığı gibi, bu beş gruba taksim etmek gerekir. Yani Allah, kendi hakkı olarak zikrettiği beşte biri, yine beşe ayırıp önce Resulullah'a, sonra da sırasıyla zikredilen bu insanlara verilmesini emreder.İşte bu sûrenin ilk âyetinde "Enfâl, (yani ganimetler), Allah'a ve Resul'e aittir." hükmünün ayrıntılı olarak açıklaması budur. Herşeyden önce enfâlin ve ganimetlerin hepsi Allah'ındır. Şu halde hepsi gaziler elinde emanettir. Bu ilâhî hükme göre, hepsinin kamu yararına sarfolunması gerekir. Fakat ilâhî hüküm, siz gazileri, diğer milletlerin geleneklerinde olduğu gibi, özel menfaatlerinizden de büsbütün mahrum etmez. Ancak ganimetten beşte birinin Allah için ayrılması ve kamu yönetimi tarafından, açıklandığı şekilde toplum yararına sarfedilmesini emreder. Ganimetin beşte birden geriye kalan beşte dördünü de siz gazilere bırakır. Şu halde gaziler, dilerlerse haklarını isterler. O zaman ganimetin onlar arasında taksimi vacip olur. Veya her biri dilerse kendi hakkından dilediği kadarını taksimden önce veya sonra yine Allah için terk edebilir. Çünkü hak sahibi, kendi hakkında dilediği gibi tasarruf etmekte hür ve serbesttir. Bu husus onların kendi isteklerine bırakılmış olduğu gibi, Resulullah'ın vefatından sonra onun beşte birden olan hissesi de din âlimleri tarafından değişik görüşlerin öne sürülmesine sebep olmuştur. Bu konudaki ictihadların ayrıntısı Fıkıh kitaplarına aittir. Bu âyetin Bedir gününde veya Bedir'den bir ay üç gün sonra meydana gelen Beni Kaynuka gazvesi sırasında nâzil olduğu hakkında iki rivayet vardır.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|