Bu seneden sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yani bu ilanın yapıldığı iş bu dokuzuncu hicri seneden sonra onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan menedilmişlerdir. Siz müslümanlar da bu yasağın uygulanmasından sorumlu tutulacaksınız. Öyleyse onları Mescid-i Haram'a yaklaştırmayınız. Harem-i Şerif'in içine girmek ve orada herhangi bir hizmet ve görev yapmak şöyle dursun, hatta yaklaşmasınlar bile. Harem-i Şerif'in sınırından içeri adım atamasınlar bile. Bu mutlak hükme göre, hiçbir sebep ve maksada ve hatta seyahat ve elçilik veya muhakeme için de Harem dahiline sokulmamaları gerekir. Oraya girmeye ne hakları vardır, ne de liyakatları. Şu halde bu seneye kadar girmeleri mutad olanlar hakkındaki teamül, artık bu seneden sonra neshedilmiştir. Çünkü pistirler, maddeten olmasa bile manen pistirler. Acaba ayin ve ibadet dışında bazı faydalar ve işler için de Harem dahiline ve Mekke'ye müslümanların izni ve gözetimi altında girebilmelerine de cevaz yok mudur? İmam Malik Hazretleri demiştir ki, gerek Mescid-i Haram'a, gerek diğer mescidlere kâfirlerin girmesi yasaktır. Ancak Resulullah'ın, Medine'de Mescid-i Saâdet'te Sakif ve Necran heyetlerini kabul buyurduğu rivayetlerden bilindiğine göre, Mescid-i Haram'ın dışındaki mescidlere bazı hallerde girebilmelerine izin verilebileceği anlaşılıyor. Ve bu âyetteki Mescid-i Haram'a ait olan bu hükme diğer mescidleri de katmanın âyetteki sarahat ve kıyas açısından doğru olmayacağı da hesaba katılmalıdır. Bu yönüyle konu, daha ziyade yukardaki "Müşrikler, vicdanlarına karşı kendi küfürlerine kendileri şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri kabil değildir." (Tevbe, 9/17) âyetinde mülahaza edilebilir. Halbuki orada da mutlak anlamda girme hakkıdır ki, bu da bazı hallerde müminlerin izniyle girmelerine engel sayılamaz. İmam Şâfii Hazretleri demiştir ki, kâfirler, özellikle Mescid-i Haram'dan menolunurlar. Bundan dolayıdır ki, devlet başkanı Mekke'de bulunsa, müşriklerden bir elçi gelse devlet başkanının onu Harem bölgesinin dışında Hil'de karşılaması ve kabul etmesi gerekir. Yine Şâfii mezhebine göre, gizlice Mekke'ye girmiş olan bir kâfir, orada ölse ve müslüman sanılarak toprağa verilmiş olsa da durum sonradan açığa çıksa, onun kemiklerinin çıkarılıp Harem dışına götürülmesi gerekir, demişlerdir. İmamı Azam Ebu Hanife Hazretleri'nin mezhebine göre, bunlar Mekke'de hac ve umreden yasaklanmışlardır. Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar demek, hacca ve umreye gelmesinler demektir. Zira Mescid-i Haram'a yaklaşmak, onunla ilgili olan işlere ve ibadetlere mahsus olmak açıktır ki, o da hac ile umredir. Nitekim yukarıda da anlatıldığı üzere bu dokuzuncu hicri senede ve hac gününde Hz. Ali bu berâeyi ilan ettiğinde, "Bu seneden sonra müşrikler haccetmeyecek." diye tebliğ eylemiştir. Ve işte âyetin mânâsında bütün mezheplerce üzerinde ittifak edilen cihet de bu yasaklamadır. Yani hac içinde Harem dahiline girmelerine, Mekke, Arafat ve Müzdelife vesair yerlerde müslümanlarla birlikte hac menasikini icra etmelerine asla izin verilmez. O seneden sonra hac sırf müslümanlara mahsustur. Ve İslâm usulü üzere yapılacaktır. Şu halde başka mescidlere ve hacla ilgili olmayan hususlarda onlara izin verilebilir, ancak dikkatli olmak ve ihtiyatı elden bırakmamak şartıyla.
Denilebilir ki bu yasak, iktisadın kurallarına aykırı, halkın ticaret ve kazancına engel değil midir? Müşrikler Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan menedilip hacdan kesilince onların bu çevreye sağlayageldikleri kâr ve faydalar da sona ermeyecek mi? Ve bu yüzden Hicaz bölgesi ve hatta bütün Arabistan halkı zarar görmez mi? Kâbe bu açıdan da "İnsanları ayakta tutan." bir âmil, bir etken değil midir? Özellikle başlıca gelir kaynakları haccın bereketine bağlı bulunan bu "ot bitmez, ekin yetişmez" (İbrahim, 14/37) vadinin halkı geçim sıkıntısı çekmez mi? gibi birtakım sualler ve endişeler haklı olarak akla gelebilir. İşte bütün bu çeşit sorulara cevaben buyuruluyor ki;
Ve eğer fakir ve muhtac duruma düşmekten korkarsanız, Allah sizi ilerde kendi fazl u kereminden zengin edecektir. İnşaallah: Yani dilerse. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket artmaya başlamış. Tebale ve Cüreş ahalisi gibi birçok bölge insanları müslüman olmuş. Mekke'ye eskisinden de fazla yiyecek sevkeylemişler. Sonra fütuhat devri başlayınca yeryüzünün her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye başlamışlar. Bütün bunlar Allahın emirlerinin icrasına bağlı olarak gerçekleşmiş bulunan ilâhî vaadlerdir. Bu vaadin inşallah ile takyid edilmiş olmasına gelince: Evvela bütün ümitlerin Allah'a yöneltilmesi hikmetine, sonra da her fert, her durum ve her zaman bu refahın değişmez birşey olmayacağına işarette bulunmak ve dikkat çekmek içindir. Şüphe yok ki, Allah alîmdir, ahvalinizi, içinizi dışınızı çok iyi bilir. Hakîmdir. Engellemesini de ihsanını da hikmetle yapar. Onun için siz ey müminler, ilâhî bilgiler ve ilâhî hikmetlerle verilmiş olan bu emirleri tutun, bu yasaklara uyun!
29- Ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah ve ahiret sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen, dünya ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah ve Resulü'nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani haramdan kaçınmayan, Allah'ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve hatta kendilerinin uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin hükümleriyle haram olduğu kesin olan şeylerin haramlığını tanımayan, helâl veya haram her ne olursa olsun keyiflerinin istediği gibi, güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören ve saldıran) ve hak dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil, hakperest değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda yürümek, hak ve hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak bilmeyen, Hakk'ın hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip hakkı ve hukuku korumayı, Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek mabud olan Allah Teâlâ'ya ne zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir tanımadan, halık veya mahluk herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu hususlara hiç önem vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara karşı savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus olan halis bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm ile tedeyyün etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler. Bundan dolayı dinleri batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi, dindarlıkları ve dinlerine bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve bağlılık değildir. Din namına bile birçok zulüm ve haksızlık yapmaya elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup sahibidirler. Bu bakımdan hak ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe eşit bir ahlâksızlıktır.
Çok dikkat çekici bir husustur ki, âyette "dînelhakk" "hak dini" buyurulmuştur. Bu ise "Hak din" deyiminden daha kuvvetlidir. "Hak dini" deyimi, hak dinin özünü ve mahiyetini gösteren bir tam ve kamil sınırı belirler. İslâm'ın en büyük ve kendine mahsus özelliği bulunan hakperestlik esasına dayanan, hukukun hükümlerini ve amacını, aynı zamanda dinin de en büyük amacı olarak tanıtan, Allah'ın hakkını, bütün hakların temeli ve başlangıcı sayan, umumun menfaatlarını hesaba katan, her şeyin ve herkesin kendine mahsus bir hakkı, bir hukuku bulunduğunu beyan ederek hakkın hakimiyetini ve hakların kutsallığını ilan ederek, hak ve hukukun gereklerine göre ödev ve görevlerin verilmesini ve seçim usullerini emredip bildiren hükümlerinin önemine özellikle tenbih yapılmıştır. Çünkü "Allah katındaki din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) uyarınca Vâcibülvücud olan Allah katında din, İslâm'dan ibarettir. Yani dinin hakiki mânâsı Allah'ın emirlerine teslimiyettir. Ceza, sorumluluk vesaire gibi dinin öbür anlamları hep bu mânâdan çıkarılmışlardır. Şu halde teslimiyet neye ait ise o din ve diyanet de ona ait olmuş olur. Bu da batıl veya haksız, isteyerek veya istemiyerek olabilir. Bundan dolayı birçok haksız dinler veya dindarlık anlayışları bulunabilir. O halde Allah dini de Allah'a teslimiyettir. Yani keyfe göre bir teslimiyet değil, "İslâm, Allah için teslimiyet, Allah yoluna teslimiyettir." Tam anlamıyla ve her türlü didişmeden uzak salim bir ihlas ile itaat ve bağlılıktır ki, bunda İslâm kelimesinin tazammun ettiği "silm = sulh" ve selamet mefhumlarının hepsi vardır. "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran 3/85). Dinin anlamı böylece bilindikten sonra demek hak İslâm, hakkın emrettiği ve kabul ettiği demektir. Özellikle hakka teslimiyet ve bağlanmakla hakkın ahkamını severek ve isteyerek ve hiçbir burukluk duymadan uygulamaktan ibaret olan İslâm demek olduğu açıkça ortaya çıkar. Hasılı, bir dinin hak olabilmesi ve hak sıfatı ile anılmaya hak kazanabilmesi, Hak Teâlâ'ya izafet-i kâmile ile ait olmasına bağlıdır. Bu da kaynağı ve amacı ile yüzünü ve özünü hakka dönüp, herşeyden önce Hak Teâlâ'yı ve hukukunu tanıması ve ona özünü bağlamasıyla mümkün olur. "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık." (Ahkâf, 46/3) uyarınca her mahluka bir ecel-i müsemma ile beraber verilmiş olan bir hak bulunduğunu, o varlığın hakkına saygılı olmak Allah'ın hakkına saygılı olmak demek olduğunu bilerek Allah'ın kullarının hakkını ve hatta herşeyin hakkını, hakkın emirleri çerçevesinde vermeye hizmet etmek, din-i hak ile dindar olmak demektir. Her hakikatın sınırı, hukukunun sınırıyla ayakta durduğu gibi, dinin hakikatı da hakkın hakkı olmasında, hakkı da hakka tahsis edilmiş bulunmasındadır. Onun için hak dini olmayan, yani hak ile ilişkisi bulunmayan, hak meselesini gözardı eden ve hakkın emri olmayan bir din, hak din olamaz. Hakkı gözetmeyen ve onun gereklerini yerine getirmeyen bir dindarlık da hak dindarlık olamaz. Halbuki burada söz konusu edilenler hak dinini kabul etmezler, hakka teslim olmazlar, hak ve hukuku tanımazlar, haram helâl seçmezler ve haklara saldırırlar. Ayrıca izah olunacağı üzere, yalnızca kulların hukukuna değil, Allah'ın hukukuna, Allah'ın hakkı olan dinin kurallarına da saldırırlar.
İşte Allah'a inanmayan, ahireti hesaba katmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyenlere, yani kendilerine kitap verilmiş olanların bir kısmına, açıkçası şu üç sıfatla belirlenmiş olan imansız, saygısız ve haksız kimselere karşı savaşınız. Ta ki, kendi elleriyle getirip cizyeyi versinler, küçülmüş oldukları halde. Yani hak dini olan İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde, kendilerine kitap verilmiş iken hakka karşı gelen, o haksız , saygısız ve saldırganların kuvvetleri tükenip İslâm eli, İslâm himayesi altına girmeyi ve buna karşılık cizye vermeyi kabul ve taahhüt edinceye, zimmetlerinde kesinleşmiş olan cizyeyi hazır elden, içinde bulundukları aşağı durumu unutmadan saygılı bir şekilde verecekleri hale gelinceye kadar savaşın. Ve böylece onlardan nüfus başına vergi alıp, Allah'a ve ahirete imandan ayrılmayarak ve harama el uzatmayarak, hakkı hukuku gözeterek, hak dinin emirlerini yerine getirin. Zira Allah'ı ve ahireti unutup onların yaptığını yapacak, haram ve helâl tanımayacak, Allah ve Resulü'nün haram kıldığı şeyleri haram saymayacak, kitap ve sünneti gözetmeyecek, hak dini ile amel etmeyecek olduktan sonra ne savaş yapmaya, ne de cizye almaya hakkınız olmadığı âşikârdır. Çünkü bu vasıflar cihad edenlerin değil, kendilerine karşı harb açılacak olanların özellikleridir. Cizye almanın değil, cizye vermenin sebepleridir. Böylelerinin hakkı zaten galibiyet değil, mağlubiyettir, cizye almak değil, cizye vermektir.
"Cizye", borcunu ödedi demek olan fiilinden bir nevi borç ödeme anlamını ifade eder. Taahhüt sahibinin kendi ahdi gereğince vereceği vergi demektir ki, hayatının ve hürriyetlerinin korunması karşılığında zimmetlerinde terettüp eder ve o şartla ödenmesi gereken bir vergi olur. Bunun Farsça kelimesinin Arapça'sı olduğu da söylenmiş ise de bunda şer'î ve hukuki açıdan dikkate alınması gereken bir özellik yoktur.
"An yedin" kaydı şu mânâlardan her biri için geçerlidir:
1. Hazır elden, çekingenlik göstermeden itaat ve hürmetle, ayrıca takip ve tahsiline lüzum göstermiyecek şekilde elini uzatarak,
2. Elden, naklen ve geciktirmeden,
3. Her biri kendi eliyle, vekili veya bir diğeri aracılığı ile değil,
4. Eli iş tutandan, gücü yetenden, kesbe, kazanıp çalışmaya kadir olandan, büluğa ermiş olandan ki, kazancı ve geliri olmayanlardan aciz ve fakirlerden değil,
Bu dört mânânın dördünde de "yed" kelimesi cizyeyi veren el demek olur. Alan el olması açısından ise:
5. Üzerlerindeki elden dolayı, yani kendi kendilerine canlarını ve mallarını ve diğer hukuklarını korumaktan aciz olmaları sebebiyle üzerlerinde bulunan koruyucu elin himayesine muhtaç olmalarından dolayı, o elin hakkı olarak demek olur ki, buna göre "el" kudret ve iktidar mânâsınadır.
6. Uzatılan elden, yani onlara yapılan ihsandan ve in'amdan dolayı, çünkü mağlup olmak, kuvvet ve istiklalden mahrum kalmak pek büyük bir zillet ve musibet olmakla beraber, böyle bir zillet durumunda bile cizye vererek katile esaretten kurtulup hayat hakkına ve hürriyete kavuşmak, dinin icaplarını yerine getiren âdil bir hükümetin himayesi altına girmek de büyük bir nimete ve ihsana nail olmak demektir ki, bu da şükürle karşılanması gereken büyük bir nimettir.
Buraya kadar ileri sürülen mânâlar da bu nimetin hakkı ve gereğidir. Ve işte "an yedin" kaydı bütün mânâları açığa çıkardığı ve akla getirdiği için "zillete mahkum olmuş ve küçülmüş olarak" kaydı da o zillet halini ihtardır. Çünkü o zillet hatırlanmadıkça bu nimetin kadri bilinmez.
"Ahkâm'ül-Kur'ân"da Ebubekr Cessas demiştir ki; kaydından murad eza görmeleri ve güçlerinin yetmiyeceği sorumluluklara mecbur edilmeleri değil, sadece hafife alınmaları, itibar görmemeleri ve aşağılanmalarıdır..."
Hiç şüphe yok ki, himaye olunmak ne kadar şayan-ı şükran bir nimet olursa olsun, himaye eden durumunda olmanın şerefi ve üstünlüğü karşısında yine de küçüklükten, zillet ve minnettarlıktan başka birşey değildir. Görülüyor ki, bu âyette cizye ehl-i kitap hakkında varid olmuştur. Ancak mecusilerin de bundan yararlanmalar "Onlara ehl-i kitaba uygulanan usulü uygulayınız." hadis-i şerifi gereğincedir. Onların cizye ödeme konusunda ehl-i kitap gibi oldukları hakkında görüş birliği vardır. Ancak onların kestikleri yenmez ve kadınlarını nikahlamak da haramdır. Bu durum hadisi şerifin devamı ile üzerinde ittifak edilmiştir. Maide Sûresi'nin bu konuyla ilgili "Bugün size pak nimetler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl olduğu gibi, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." (Mâide, 5/5 âyetine bkz.) Mecusilerin dışında kalan diğer müşriklere gelince: Yukarıdaki âyetlerde onlar için yalnızca İslâm zikredilmiş, cizye ödemelerine izin verilmemiştir. Burada da zaten cizye ehl-i kitaba mahsustur anlamına gelen bir tahsis, bir hasr yoktur. Bundan dolayıdır ki, mesele ictihada bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre; cizye mutlak olarak ehli kitaptan ve Arap olmayan müşriklerden alınır, fakat Arap müşriklerden alınmaz, onlara ancak İslâm'a girmeleri teklif edilir. Ebu Yusuf'a göre; ehli kitap olsun veya olmasın Arap'tan alınmaz. Lâkin Arap olmayanların ehl-i kitap olanlarından da müşrik olanlarından da alınır. İmam Şafii'ye göre; Arap olsun, Arap dışı olsun ehl-i kitaptan alınır, gerek Arap, gerekse Arap dışı putperestlerden alınmaz. İmam Malik ve Evzai ise "küffarın her türlüsünden alınır" demişlerdir.
30-Şimdi ehl-i kitap içinde Allah'a ve ahirete iman etmeyen kimseler bulunur mu? diye sorulacak olursa işte ispatı ve izah Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur." dediler. Yahudilerden böyle söyleyenler olmuştu. Rivayet olunduğu üzere, Resulullah'ın huzuruna Yahudi hahamlarından Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şas b. Kays, ve Malik b. Sayf gelmişlerdi ve bunu söylemişlerdi. Fenhas b. Azura adındaki hahamın "Allah fakirdir, biz zenginiz." diye söylediği de ayrıca nakledilen rivayetler arasındadır. Daha eski devirlerde de buna benzer şeyler söyleyenler olmuştu. Bunun sebebi de yahudiler, Tevrat ile amel etmeyi bırakmışlar, peygamberlerini de öldürmeye başlamışlardı. Tevrat'ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Allah Teâlâ onu onların kalblerinden silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra Uzeyr Aleyhisselam, yüz senelik ölümden sonra, Allah'a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat'ın hıfzı kendisine ihsan olunarak, genç yaşında İsrailoğulları'na gelmiş ve ezberden Tevrat'ı yeniden yazmış. Ve işte o vakit "Bu başka türlü olmaz, muhakkak bu Allah'ın oğludur." demişler ve daha sonra hıristiyanların "İsa Allah'ın oğlu" sözüne bir kapı açmışlar. Bu âyet nâzil olduğu zaman da yahudiler "Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun aslı yoktur" diye hiçbir itiraz ve inkârda bulunmamışlardır. Ancak bu meselede olsun üzerlerinde İslâm'ın harp tehlikesinin büyük bir tesiri olmuş ki, daha sonraki yahudilerden bu söz işitilmez olmuştur. Şu halde hepsi değilse bile içlerinden bazıları bir zamanlar "Uzeyr Allah'ın oğlu" dediler. Nasara da "Mesih Allah'ın oğlu" dediler. Esasen bunu söyleyenler de bir kısım hıristiyanlar ise de sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar ve hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler. Mâide Sûresi'nde verilen bilgilere bakınız (Mâide 5/72,73). İslâm'ın doğuşuna kadar bunlar bunu nesil ve evlat anlamına oğul olarak söylüyorlardı, sonra içlerinden bazıları bunun "Beytullah" tabiri gibi, sırf şeref ve itibar mânâsına bir izafet, bir mecaz olduğunu iddia etmeye başladılar...
İşte o, yani yahudi ve hıristiyanların "Allah'ın oğlu" sözü ağızlarıyla söylenmiş sözleridir. Bu, onlara başkaları tarafından isnad olunmuş bir iftira değildir, bizzat kendi ağızlarından çıkmış olan bir sözdür. Fakat öyle bir söz ki, gerçekte hiçbir ciddi anlamı olmayan boş bir sözdür, kuru gürültüdür, çelişkili ve saçma sapan bir şeydir. Onlar da zaten bunu bir mânâyı belirlemek için değil, mânâsı anlaşılmaz bir laf olarak söylerler. Bunu söylemekle bundan önce küfre düşenlerin sözlerine benzerler. Daha önce sözü edilen müşrikler de "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyerek kâfir oluyorlardı ki, yahudi ve hıristiyanların bu "oğul" cinsinden sözleri de tıpkı ona benzer, onun gibi bir küfür ve şirktir. Şu halde bunlar ehl-i kitaptan olmakla beraber müşriklere benzerler. Bu açıdan müşrik sayılırlar ve Allah'a mümin değil kâfirdirler. Allah onları kahretsin. Arap dilinde bu bir bedduadır ki, bundan kıtalin kendisi değil, gereği olan helak, kahr ve lanet kastedilir. Türkçe'de de biz bunu şu deyimlerle ifade ederiz: Allah belalarını versin, Allah canlarını alsın, Allah kahretsin, Allah'ın kılıcına uğrasınlar. Bunlar nereden çeliniyorlar? Nereden baştan çıkarılıyor, nasıl oluyor da hak yoldan çevriliyorlar? Allah'a oğul isnad etmek gibi fahiş bir yalan ve iftiraya, bu kadar açık bir küfre ve şirke nasıl saptırılıyorlar? Nereden, hangi noktadan, ne gibi sebeplerden ve ne yüzden bu kötü durumlara düşürülüyorlar? Bakınız şu hale:
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|