Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Tevbe Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #5  
Alt 03.07.18, 10:07
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,906
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

18- Allah'ın mescidlerini, onlar gibiler değil, ancak şu kimseler imar ederler ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ederler. Aslında "mescid" kelimesi, "içinde Allah'a secde edilen yer" demek olduğundan, Allah'a iman etmeyenlerin, Allah'a ibadet ve secde için bir yer bina etmeleri veya böyle bir yerin Allah rızası için imarı ile yakından ilgilenmeleri aklen mümkün olabilecek bir şey değildir. Sonra Allah'a ibadet ile meşgul olmanın asıl faydasının ahirette görüleceği için ahirete iman etmeyenlerin ibadet için mescid yapmaları da söz konusu olamaz. Onlar ne iman ederler, ne ibadet bilirler, ne de mescid yaparlar. Fırsat bulurlarsa mescidleri yıkarlar, yıkamazlarsa onu mescidlikten çıkarıp başka maksatlar için kullanırlar. Şu halde "Allah'ın mescidi" tabirinden de açıkça anlaşılacağı üzere bunu imar için her şeyden önce Allah'a ve ahirete iman etmiş olmak şarttır. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılan, yani namaz kılmak da şartttır: Zira mescidlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescid yapmak ihtiyacını da duymayacaklardır. Namaz kılmayanlar da mescidlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep olurlar. Bununla beraber namaz kılmak da tek başına yeterli değildir ve zekatı veren. Bu da şarttır. Mescid imarının mala ve zekata da bağlı olan bir yanı vardır. Farz olan zekat borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescid bina etmeleri veya mescidleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenmeyecek bir harekettir. Bunun gibi, onların mescide gidip mümin fakirlere zekat vermek de mescidlerin manevî imarıyla ilgili bir konudur. Ancak bu da kâfi değildir. Bütün bunlarla beraber Allah'dan başkasından korkmayan kimseler. Gerçi insan birçok sebeplerden korkup çekinebilir. Korkmamak elinden gelmez. Allah'dan korkmayanlardan da hiç korkulmaz demek değildir. Fakat Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile Allah rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah'ın hakkı çatıştığı zaman Allah'ın hakkını üstün tutan, Allah'ın emrettiği iyi işleri yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan veya Allah yolunda mücadele vermekten korkmayan, hasılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan ve bu âyette sözü edilen dört hasleti şahsında bulunduran kimseler ancak Allah'ın mescidlerini imar ederler. Bu özelliklere sahip kimseler bulunmalıdır ki, Allah'ın mescidleri hakkıyla imar edilebilsin. Yoksa ilk üç haslet bulunup da iman ve İslâm'ın asıl hakikatı ve özü demek olan bu dördüncü haslet bulunmazsa mescidlerin mamur olmasına gayret edenler olmaz. Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan bir cüretkârın tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescidlerini yıkmak alçaklığını bile gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda mescidlere yapılacak saldırılardan ve saygısızlıklardan onları koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek anlamda kâmil iman sahibi müminlerden mahrum kalan mescidlerin ne servetle, ne de başka bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur. Onun için İşte bunlar, yani bu dört hasleti şahsında toplamış olan insanlar hidayeti bulmuş, murada ermiş kimselerden olabilirler. Yani doğrudan doğruya ebedî saadeti elde edecek, Cennet'e nail olacak olanlar ancak bu özellikleri taşıyan cemaatlerin içinde bulunabilirler. Bunların bile içindekilerin hepsi için gerçek hidayeti elde etmiş olması kesin değildir. Olsa olsa yakın ihtimaldir. Çünkü yardımcı fiili, umulur, mümkün, belki, gibi anlamlara gelir. İşin özü, müminler için bile böyle olunca, artık müşriklerin durumu nedir kolaylıkla tasavvur olunabilir.

19- Hacılara sakalık etmeyi ve Mescid-i Haram'ın (yani Kâbe'nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini tamir etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah'a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve cihaddan sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem ve değer açısından iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç birbiriyle kıyas olunur mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve sakalık işini, isterse o iş Mescid-i Haram'ın sakalığı olsun, hiç iman edip Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu? Bunlar Allah katında eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı ayrı şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan sakalık ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi hacılara su vermek ve bizzat Kâbe'nin umranına hizmet etmek Allah katında sevabı olan faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu gibi hizmetler, Allah yolunda cihad eden müminlerin iman, amel ve cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o kadar büyük bir fark vardır ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir. Müşriklerin yaptığı gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada üstün tutmak veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla bir tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.

Ve Allah zalim olan kavme hidayet etmez. Zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana tercih etmeye muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara eklenmiş olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden ve zalimlerden uzaklaşıp Allah'a ve ahiret gününe iman ederek, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda, din-i hak uğrunda bütün cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak lazımdır ki, zulüm ve hıyanet korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah mescidleri mamur olsun, hak ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın.

Sakın bu eşitsizlikten ve benzetilemez diye ortaya konulan görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters bir mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.

20-21- İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dahil olduğu halde diğer olgunluk ve faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücahidlerin, sırf mücahid oldukları için, Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür. Ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır. "Acaba", "belki" "umulur ki" gibi ihtimal ve tereddüt bildiren edat ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki kurtuluş işte bunlara mahsustur. Bunların kurtuluş ve necatına göre diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat bile değildir. Nisa Sûresi'nde "Müminlerden özür sahibi olmaksızın evlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar." (Nisa, 4/95), "Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara pek büyük ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek bir mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir..." (Nisa, 4/95-96) âyetiyle de mücahitlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir. (Bu âyetlerin tefsirine bkz.)

Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde rivayet olunduğuna göre; Müşrikler, Yahudilere "Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i Haram'ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve ashabı mı?" demişler. Onlar da "Siz efdalsiniz" cevabını vermişler. Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm'a girdikten sonra, ona "Amca, hicret edip Resulullah'a katılsanız." demiş, o da "Ben hicretten daha efdal bir halde değil miyim? Beytullah'ı ziyaret edenlere su veriyorum ve Mescid-i Haram'ı imar edip bakımını sağlıyorum." diye cevap vermiş. Bunun üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas "Bana öyle geliyor ki, bu sakalık görevini bırakacağım." demiş. Hz. peygamber de kendisine "Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır." buyurmuş. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere Numan b. Beşir demiştir ki, "Resulullah'ın minberi yanında idim, bir adam, ben hacılara sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi. Bir başkası da ben Mescid-i Haram'ı imar etsem de başka hiçbir amel işlemesem kendime dert etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad etmek bu sizin söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü idi. Derken Ömer (r.a.) bunlara, susun, Resulullah'ın minberinin dibinde böyle sesinizi yükseltmeyin. Maamafih namazı kıldıktan sonra bu ihtilaf ettiğiniz meseleyi Resulullah'dan sorup öğreneyim, dedi. Daha sonra Allah Resulü'nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ da bu âyeti inzal buyurdu".

Şimdi de bu büyük fevz ü necatın derecesinin yüceliği ve kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:

Onların Rabb'ı olan Allah, kendilerine şunları müjdeler: tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem razı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza ve görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu gelmez bir nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?

22- o bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz kalmak, ebediyyen bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine sınır var, ne de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O'nun katında bir büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız mükafatlar verebilmek ancak O'na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya ecirleri bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından beklenecek herhangi bir ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye değmez. Allah katındaki ecir de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail olan öldükten sonra kıyamet gününde de ondan faydalanır. "Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü size tamamen ödenecektir." (Âl-i İmran, 3/185) âyeti bunu açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükafatı elde etmek için işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır.

Böyle olduğu için:

Meâl-i Şerifi

23- Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz. Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir.

24- Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.

25- İnkâr kabul etmez bir durumdur ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Özellikle Huneyn Günü ki, o gün kendi çokluğunuz size güven vermişti de o gün size onun bir faydası olmamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak gerisin geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.

26- Sonra Allah, Resulünün üzerine ve müminlerin üzerine sekinetini (kalplere huzur veren rahmetini) indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımayan kâfirleri azaba uğrattı. Ve o kâfirlerin cezası işte budur.

27- Sonra bütün bu olup bitenlerin arkasından Allah, dilediğine tevbe nasib eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

23- Ey müminler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, imana karşı küfrü benimseyip sevdikleri takdirde kendinize dost edinmeyiniz. Yani başkaları ve yabancılar şöyle dursun, velileriniz olan öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi duydukları takdirde, hele hele küfürden vazgeçme ümidi kalmadığı takdirde onları kendinize dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli tanımayın, sizin üzerinizdeki velayet haklarını kabul etmeyin, ve onu kullanmalarına izin vermeyin, onların emirlerine uyup da küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın. Hasılı yakınlık duygusunun etkisine kendinizi kaptırıp da onları kendinize dost ve yardımcı saymayın, yakın akrabalığı, ve yakınların gözetilmesi hakkındaki ilâhî emirleri, yukarıdan beri durumları gözler önüne serilen müşriklerden berâete engel zannetmeyin. ve sizden her kim onlara dost olur dostluğu kabul eyleyip onların velayeti altına girerse, onların isteklerine uyup onlara yardım ederse, onlara bel bağlar, onlardan uzak durmazsa, işte onlar da (yani onların dostluğuna bel bağlayan ve velayetlerine sığınanlar da) o zalimlerden başkası değillerdir. Zira velayet hakkını ehlinin ve mevkiinin gayrine koymak da haksızlığı irtikâp etmektir. Allah böyle yapanlara da hidayet nasib etmez.

Bu ve bundan sonraki âyetin Mekke fethinden önce, bu akrabalık bağlarını hicrete engel zannedenler hakkında veya dinden dönüp tekrar Mekke'ye dönen dokuz kişi hakkında nâzil olduğuna ilişkin iki rivayet varsa da bunlar nüzûl tarihi hakkındaki esas rivayetlere aykırı bulunduğundan delil olarak kabul edilmeye layık görülmemiştir. Bundan dolayı Cessas'ın "Ahkam-ı Kur'ân"da zikrettiği üzere, müminler münafıklardan ayırdedilmek için bununla emrolunmuşlardır. Çünkü münafıklar, kâfirlerle dostluk ilişkilerine giriyor ve buluştukları zaman onlara saygı gösteriyor ve ikram ediyorlardı, onlara velayet ve taraftarlık izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ da bu âyetteki emrini mümin ile münafıkın farkına alâmet kılmış ve böyle yapmayanın nefsine zulmetmiş ve böylece cezaya hak kazanmış olduğunu haber vermiştir. Ancak şunu da unutmamak lazım gelir ki, Allah, kâfir olan anaya, babaya ihsanı ve belli ölçüler içinde yakınlığı dahi emreylemiştir. Nitekim Lokman Sûresi'nde beyan buyurulduğu gibi: "Biz insana, anasıyla babasına itaat etmesini emrettik... Bununla beraber ananla baban, bilmediğin bir şeyi Bana şirk koşman hususunda sana baskı yaparlarsa onlara itaat etme. Fakat onlarla dünyada iyi geçin..." (Lokman 31/14, 15). Aynı şekilde Nisâ Sûresi'nde "Allah'a ibadet edin, hiçbir şeyi ona ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin." (Nisa, 4/36) ve En'âm Sûresi'nde "De ki: "gelin size Rabb'inizin neleri haram kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin.". (En'âm, 6/151. âyetin tefsirine bkz.) Bu âyetin başı ile sonu göz önünde bulundurulduğu zaman anlaşılıyor ki, bu âyet biraz yukarıdaki "Siz kendi halinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? " âyetindeki "Allah'dan, Resulünden ve müminlerden başkasına sığınmazlar..." ifadesinin daha geniş bir açıklaması şeklindedir. Bunun hikmeti de biraz ilerde gelecek olan âyetiyle gösterilecektir.

24- De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz ve aşiretiniz, birlikte yaşadığınız, düşüp kalktığınız yakın akrabalarınız ve aile fertleriniz ve kazanıp biriktirdiğiniz mallar, yani mal varlığınız ve kesadından korkacağınız ticaret ve hoşunuza giden meskenler, içlerinde yaşamak arzusunda bulunduğunuz evler, konaklar, köşkler, bahçeler, iller, obalar, yani bütünüyle bunlar, aile ve akrabalar, mal ve ticaret, vatan ve meskeninde rahat ve huzur içinde oturmak, insan grupları arasında başlıca dostluk ve kaynaşma sebepleridir. Ve savaşın bunlardan ayıran bir hicran tarafı vardır. Savaş insanları, sevgili babalardan, oğullardan, kardeşlerden, zevcelerden, hısım ve akrabadan, konu komşudan, eşten dosttan ve hemşehrilerden ayırır. Uğraşıp kazandığı kıymetli mallardan eder, ticareti durdurur, rahat döşeklerde yatmaya engel olur. Bu yüzden de savaş sevilecek şeylerden değildir. Bundan dolayı durup dururken savaş çıkarmak da iyi değildir. Fakat rahatı sevmenin de bir sınırı vardır. Bunlar insanoğlu açısından ne son gaye ve maksattır, ne de ebedi kurtuluş için yeterli olan şeylerdir. Bunlara sevgi göstermek, din ve Allah yoluna hizmete vesile olduğu müddetçe güzel şeydir, din sevgisine ve Allah yolundaki hizmete ters düştükleri ve engel oldukları zaman da birer bela ve musibettirler. Bunları her sevgiye tercih edecek şekilde sevenler, insanlıkta ve ahlâkta yükselemezler, hakkı ve hukuku ihlal ederler, zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler, her türlü bayağılığa rıza gösterirler de gerektiği zaman Allah yolunda mücadele edemezler, cihada gidemezler. Can ve mal, evlat ve iyal kaygısıyla her zillete, her alçaklığa boyun eğerler. Onun içindir ki, bunlara şöyle deniliyor: Eğer bütün bu sayılanlar size Allah ve Resulü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde bekleyiniz ta ki, Allah'ın emri gelsin. Bu durumda size yapacağını yapsın, başınıza ne felaket verecekse versin, işinizi bitirsin, belasını başınıza musallat etsin, ne haliniz varsa görün. O vakit kurtulmak ümidi var mıdır, yok mudur yakından görürsünüz. Var mı zannediyorsunuz? Hayır, asla yoktur. Biliniz ki, Allah fasık bir kavmi hidayet etmez. Yoldan çıkmış fasıklar güruhuna doğru yolu bulmayı nasip etmez. Yani siz, Allah'ı ve Resulü'nü ve Allah yolunda cihad etmeyi, mal, mülk ve evlad u iyal sevgisine üstün tutup, onlardan daha çok sevmedikçe yapacağınız en iyi şey, başınıza gelecek felaketi durup beklemektir. Böylece Allah Teâlâ tarafından sizin iradi sevginize ve tercihinize bağlı olarak farz kılınan cihadı terketmekle siz taatten çıkmış, vazifenizi yapmamış, kendi mukadderetanızı kendiniz ihlal etmiş fasıklar olacağınızdan artık her türlü helaki ve cezayı bekleyip durmanız gerekir.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147