Bundan dolayı diğer bir kısım filozoflar galat ve hata ne kadar çok olursa olsun, bazı hallerde insan düşüncesinin gerçeğe ve doğruya yönelmesi ve ulaşması söz konusu olduğundan, bunun nasıl mümkün olabildiğinin açıklanamamasından dolayı mutlak olarak gerçeği inkâra kalkışmak başlıbaşına haksızlıktan ibaret bir sapıklık ve nankörlük olur. Gerçeğin çeşitli yönlerden tecellisine ve ilimle fennin bunca keşiflerine ve gelişmelerine rağmen, bilginin değerini inkâr etmek ve hakikatı bilmenin imkânsızlığını iddia etmek safsatadır, diyerek söz konusu sualin halli için çaba göstermişlerdir. Bunlar da ikaniyye ve ihtibariyye diye iki kısma ayrılmışlardır. (Bu felsefi mezhepler hakkında ayrıntılı bilgi için "Mezahip ve Metalib" adındaki terceme eserimize bakınız). Fakat bunların çoğu, vahdeti bulmak, çelişkilerden kurtulmak için Hakk'ın zatını; enfüs ile afakın, ezhan ile a'yanın, ruh ile maddenin, şekil ile suretin, velhasıl bütün tabiat varlıklarının üstünde ele alacak yerde tabiat sevdasından vazgeçmeyerek, ya enfüse veya afaka irca etmeye çalıştıklarından dolayı çelişkiden çıkamamış, ifrat veya tefritten kurtulamamışlardır. Kimi maddeyi surete irca ederek "ben dışı"nı "ben"de yok etmek ve Hakk'ın kaynağını nefis yapmak isteyip, "enelhak" davasına kadar varmış, kimi de sureti maddeye, enfüsü afaka irca ederek "ben"i "bendışı"nda yok ederek, gerçeğin ve bilginin kaynağını, ilimsiz temellerde aramaya kadar gitmişlerdir. Böylelikle bilenle bilinenin birliğini sağladık zannetmişlerdir ki, önceki görüş genellikle ikaniyye'nin, ikincisi de Maddeci Tedribiyye'nindir. Hakkı yalnızca nefse irca ile "ben"i hakkın zatı saymanın, hasılı İndiyyeci'lik şirkine düşmekle ya nefislerin (kişilerin) sayısı kadar ilâh farzetmeye veya manevi anlamda "idealist panteizm"e, yani her iki halde de nefse tapmaya götürür. Başka bir deyişle aklı tanrılaştırmaya ve akıl sahiplerini tanrısız bırakmaya müncer olur. Akıl, duygudaki aydınlık gibi, düşünceyi dışarıya, benliği benlik dışına bağlayan bir bağ halinde olup tamamen şahsi de olmadığından, ikani ekoldeki filozoflar, bunu hakkın hükmünün faili ve ilmin kaynağı saymak saplantısına düşmüşler: Nefsin afakileşmesini akıl yoluyla izah etmek için düşüncelerinin temelini akıl ile makul, nefs ile nefs ötesinin akılda birleşmesi görüşü üzerine kurmuşlar. Bilgi ile bilinenin ayrı ayrı şeyler olduğunu kabul etmekle beraber, özü açısından birleşik olduğunu ve binaenaleyh insan aklının mutlak anlamda ve tam olarak ikan-ı külliye, yani Hakk'ın zatını idrak etmeye yetkili bulunduğunu zannedecek derecede ifrata varmışlarsa da aklın her hükmünde hakikate ve doğruya isabetle karar veremeyip hatalara düştüğü de sözkonusudur. Ayrıca, mantıkın yaratıcısı da akıl olmayıp, bilakis hükümde hakikate ve doğruya isabetle karar verebilmek ve bilimsel keşifler yapabilmek için aklın, mantık v.s. gibi bir takım kural ve ilkelere, bilimselliğin gerektirdiği diğer şartlara uymak, hatta onlara zorunlu olarak bağlı kalmak durumunda olduğu ve faaliyetlerinde ilkeye bağlılık ihtiyacından büsbütün müstağni kalmadığı düşünülünce, akli yakînlerin esasını teşkil eden bedihi ilkelerle ilgili hükümlerinde bile aklın mucit ve fail durumunda olmayıp, Hak tarafından verilen bir bilgi aracı olduğu, yani bilgiyi algılayan ve kabullenen bir kabul edici olduğu, bilinen tabiri ile Hakk'ın hitabını anlamak için bir alet ve araçtan ibaret bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim akılların asırlarca yanına bile yanaşamadığı bir hakikatın, olay niteliğindeki şehadetiyle derhal anlaşılıp doğrulanabildiği münakaşa götürmeyecek şekilde sabit olmuştur. Bundan dolayı Tedrip ve tecrübeciler, insan bilgisinin kaynağını, hakikate ve doğruya ulaşmanın temelini soyut akıldan ziyade benlik dışından gelen denemelerde aramak gerektiğinde ısrar eylemektedir.
Gerçekten de bilgi ve aklî hüküm, dış gerçeklerden ve olgulardan haberdar değilse, onlarla ilişkili bulunmuyorsa, içgözlemlerin ve bedahetlerin bile doğruluğu tasdik olunamaz, ilim ve yakîn Hak tarafından nereye verilmişse orada bulunur. Verilmeyen yerde bulunmaz. Sırf aklî çabalarla hakikate ulaşmak mümkün olmaz. Bu suretle yukardaki sual, yani hakikate ulaşmanın ve hidayete ermenin yolu ile ilgili olan sual, hakkiyle cevaplandırılmış, daha doğrusu böyle bir suale artık gerek kalmamış olur. Ve hak hükmünü veren tecrübî bilgi, gelişigüzel izlenimler gibi tek taraflı bir takım basit etkilemelerden ibaret olmayıp, mesele en az üçboyut üzerine dayalı olduğundan, kişinin kendinde yansıyan bir olgunun karşısındaki bir gerçeğe yansımasıyla vicdanındaki tecrübeye erişmesi, mesela, en basit bir misalle, şu bir güldür deyip koklamak istediğinde isabet edebilmesi, aynı zamanda o konuda hatanın da mümkün olması, yalnızca ve bütünüyle benliğin yapısına irca edilmesi halinde çelişkiden başka bir sonuç elde edilmez. Kişisel düşünce, iç gözlem kişinin ruhsal özellikleri olarak kabul edilsin. Ancak dış olay ve olguların olduğu gibi ve bütünüyle dış dünyadan edinilen algıların da kişiliğin özüne irca edilmesi katıksız bir çelişki ve tam bir indiyyecilik olur. Bunun için Tedribiyye filozoflarından bir kısmı, İkanilerin afakı enfüse ircalarına karşılık, enfüsü afaka, ruhu cisme, sureti maddeye irca etmeye kalkışmışlar, ruhsal olayları fizik olgularda, ilim ve marifetin kaynağını ilimsiz ilkelerde, Hakk'ın zatını maddede arama sevdasına düşmüşlerdir ki, bu da akıl sahipleri üzerinde şuursuz maddeyi ilâhlaştırmak, puta tapmak demektir. Madde ve cisimlerin birliği ve bütünlüğü (panteist fizik) üzerinde dolaşan mezhepler de bu cinstendir. Meseleyi ruhun cisme, cismin ruha, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşmesi şeklinde açıklamaya kalkışmak da daha üstün bir yaratıcının etkisine ve dönüştürmesine dayandırılmadıkça sebepsiz ve anlamsız bir olayı düşünmüş olmak çelişkisinden başka birşey olmadığı gibi bilgi ile varlığın birbirinden farklılığı ve birşey bilinmekle onun varlığında bir değişiklik olmasının gerekmediği gerçeği açısından da durum kesinlikle tutarsız bir görüştür.
Velhasıl hangi açıdan ele alınırsa alınsın ilim ve marifet ve hakikatın elde edilmesi açısından, yani mesele bütünüyle bir bilgi meselesi olarak ele alındığı takdirde dahi enfüs ve afaktan hiçbirinin sırf kendi özellikleriyle açıklanamaz bir mesele olduğu ve konunun birinden biri üzerine dayandırılmasının mümkün olmadığı, hangisine istinad ettirilirse ettirilsin çelişkiden kurtulamayacağı müşkül bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortak özellikleri yaratılmışlık olan varlıklardan hiçbirinin, kendi kendine kimseyi hakka hidayet etmesi ihtimali yoktur. Gerçi enfüste ve afakta Hakk'ın varlığına delalet eden âyetler ve düşünenler için belgeler, melekler ve peygamberler ve bunlar aracılığıyla hidayet büsbütün yok değildir, fakat bunların hiç biri "Herşeye şahid olan" Allah tarafından hidayet almadıkça kendi kendine ne hidayet edebilir, ne de hidayeti bulabilir. Müşrikler ne derse desinler, ya Muhammed sen, De ki, Allah, hakka hidayet eder. Halk arasında mevcut olan yanlış ve dalalin çokluğuna karşılık hakikate ve doğruya yol bulmak da görülen bir gerçektir. Bu da ancak Allah'ın hidayetidir. Biraz yukarıda "Görmenin ve işitmenin mülkiyeti kimindir?" sorusu ile de işaret edildiği üzere, görmeye ve işitmeye, akıllara ve idraklere, enfüse ve afaka hakim olan O, enfüsü de afakı da kendi varlığından haberdar edip de hakkın hükmüne erdiren ve erdirecek olan ya da yine O'dur.
O halde hakka hidayet eden kimse mi uyulmaya, (yani mabud tanınmaya) daha layıktır, yoksa hidayet olunmadıkça asla kendiliğinden hidayeti bulamayacak olan kimse mi? Yani hak meselesinden haberdar bile olmayan akılsız şeyler şöyle dursun, akıl bile Allah hidayet etmedikçe kendiliğinden bir ilim keşfedemeyeceği, kendi kendine hakkı ve doğruyu bulamayacağı bir gerçek iken, mabudluk tek başına ve mutlak olarak hâdi olan Allah Teâlâ'dan başka kimin hakkı olabilir? Bakınız bu ifadede ne veciz bir icaz vardır: "Men" tabiri ile akıllı varlıklar tahsis edilerek anlatılmıştır. Böylece gerek putlar gibi hissiz ve akılsız, gerekse his sahibi olduğu halde aklı olmayan canlıların hiç kale alınmayacağı dolaylı olarak ihtar edilmiş olmaktadır. Ayrıca "Ancak hidayete erdirilmiş olan müstesna." ifadesi ile de önceki sualdeki hidayetten murad bizzat ve bilfiil hidayet olduğuna işaret buyurulmuştur. Melekler, peygamberler, ve doğru yolda olan ilim sahipleri, hakka hidayet edemez mi tarzındaki bir gizli sualin cevabı da verilmiş ve bunlardan hiçbirine ibadet olunamayacağı da böylece anlatılmıştır. Bununla biraz sonra gelecek olan "Allah kendine bir oğul edindi, dediler." meselesine de bir hazırlık yapılmıştır. kelimesi "yehtedi"nin idgamlısıdır.
İmdi neyiniz var? Allah'dan başka şeylerin arkasına düşüp tapınmaya ne hakkınız var? Noluyor size? Yazıklar olsun size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? O yanlış ve batıl inançlara nasıl saplanıyor da putlardan şefaat umuyor, yardım bekliyorsunuz? Yahut siz nasıl hüküm verir, hakim olabilirsiniz? Hala anlamıyor musunuz? Allah'dan ve Allah'ın hidayetinden sarf-ı nazarla siz şu şöyle, bu böyle diye nasıl hüküm verir, nasıl hakka ve doğruya yol bulabilirsiniz? Ve hatta kendi nefsiniz hakkında "ben benim", "ben varım" diye nasıl hükmedip de kendi varlığınızı tanıyabilirsiniz!... "Vardır" veya "yoktur" cinsinden doğru hüküm, bir tek bilgi, bir nefsin dışındaki karşılığına inkâr veya ispat ile bir kerecik olsun doğru hüküm verebilmesi; zihin ile dış varlıkların, fizik varlıkların üstünde Hak Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, hakimiyet hakkına ve ilahlığına yeterli belge ve delil değil midir? O olmasa ruhların ve akılların maddi varlıklar üzerinde hakim olabilecek nesi vardır? İsabetli olmayan hatalı hükümlere hüküm mü denilir? Ve aklı olan haktan başka bir gaye mi gözetir?
36-Varlık meselesi konusunda yaratılış delili öyle, bilgi meselesi konusunda da hak ve hidayet delili böyle iken, o iman etmek ihtimali olmayan fasık müşriklerin sapıklıklarının sebep ve kaynağına gelince onların çoğu hiç başka değil, ancak bir zanna uyarlar. Düşünce ve eylemlerinde hakkı izlemezler de sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar, öyle karar verirler. Az bir kısmı inatçılık, şüphe ve hayal bile etmeden tıpkı hayvanlar gibi veya cansız varlıklar gibi körükörüne akıntıya kapılır giderler. Bir çokları da hakkı ve hakikatı kendi algıladıkları gibi sanan, kendi indî görüşlerine bağımlı zanneden, ilim ve marifeti uydurma şeylerden ibaret gibi farzeden nefislerinin tahmin ve hayalleri peşinde koşan İndiyye (Dogmatik) ve Husbaniyye güruhundandırlar. İtikat ve yakîn namına görüş diye ileri sürdükleri fikir ve felsefeleri, toplumsal konularda tutum ve eylemleri, hükümde ve hükumette uydukları şey nefsani tehakkümlerden başka birşey değildir.
Halbuki zan, haktan hiç bir şey ifade edemez. Zerrece müstağni kalamaz. Zan ve hayal ne kadar şairane ve ne kadar muhteşem ve mütahakkimâne olursa olsun, hiçbir zaman hak hükmün sağlayacağı faydayı sağlayamaz. Hakkı batıl, batılı hak, yaratıcıyı mahluk, yaratılmışı yaratan, hayrı şer, şerri hayır zan ve telakki etmekle kimse kendisini hakkın sultasından ve hükümranlığından kurtaramaz. Hiç şüphe yok ki, Allah, onların bütün yaptıklarını bilmektedir. Cezalarını muhakkak verecektir. Onların zannı, hiç bir hakikatı değiştirmez.
Yukarıdan beri iki delilin anlatımından sonra bu âyetin siyakı ve âyette sözü edilen ana fikrin icabı olarak, sözün özellikle bu "bilmektedir" cümlesiyle bitirilmesi, söz konusu ikinci delilin ilâhî ilmin varlığını ispata nassolduğunu ihtar eder. Ayrıca ilâhî bilginin böylece sabit olması, ahirette hakkı inkâr edenlere verilecek cezaya işaret etmekte ve böylece bu zeyl cümlesi, bilgiden başka bir de ceza ile uyarmayı ifade etmektedir. Hatta asıl hedefinin inzar ve tehdit olduğu söylenebilir.
Hem varlık, hem bilgi açısından marifetullahta akıl sahiplerini aydınlatmaya ve irşada kâfi olan bu deliller, hakkın takririnden ve duyurulmasından sonra kesinlikle bilinmelidir ki:
Meâl-i Şerifi
37-61- 37- Bu Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından uydurulamaz, lâkin kendinden önceki kitapları tasdik eder ve o kitabı (levh-i mahfuzu) ayrıntılı olarak açıklar. Onda şüphe edilecek hiç bir şey yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
38- "Onu o (peygamber) uydurdu" mu diyorlar? De ki; "Haydi siz de onun gibi bir sûre getirin ve Allah'dan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onu da yardıma çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz (bunu yapın).
39- Hayır. Onlar bilgileriyle kavrayamadıkları, te'vili de kendilerine hiç gelmemiş olan bir şeyi yalan saydılar. Bunlardan önce gelip geçenler de yine böyle inkâr etmişlerdi, amma bak zalimlerin akıbeti nasıl oldu.
40- Onlardan ona (Kur'ân'a) inanacaklar da var, inanmayacaklar da var. Rabbin fesatçıları en iyi bilendir.
41- Eğer seni inkâr etmeyi sürdürürlerse, de ki; "Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yapacağım sizi ilgilendirmez, sizin yapacağınız da beni ilgilendirmez."
42- İçlerinden seni dinlemeye gelenler de var. Sen, sağırlara, üstelik akılsız da olanlara dinletebilir misin?
43- İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat sen, körlere, üstelik basiretleri de yoksa hidayet edip yol gösterebilecek misin?
44- Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.
45- Allah'ın onları haşredip toplayacağı günde, sanki onlar dünyada gündüz bir parça kalmışlar da aralarında tanışmışlar gibi olacak. Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmamış ve doğru yolu tutmamış olanlar hiç şüphesiz en büyük ziyana uğramış olacaklar.
46- Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, göstermeden seni vefat ettirsek de, sonunda onların dönüşü bize olacak. Sonra onların ne yapacaklarına Allah şahit olacaktır.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. O peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm görmezler.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?" diyorlar.
49- De ki, "Ben, Allah'ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim". Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler.
50- De ki: "O'nun azabı size geceleyin uykuda veya güpe gündüz gelecek olsa, ne dersiniz? Günahkârların onu alelacele istemeleri için ne sebep vardır?"
51- Bu azap meydana geldikten sonra mı iman edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Halbuki onun çarçabuk gelmesini istiyordunuz.
52- Sonra o zulüm yapanlara "Tadın bakalım şu ebedi azabı!" denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başkası ile mi cezalandırılacaksınız?"
53- "O azap gerçek mi?" diye sana soruyorlar. De ki; "Evet. Rabbim hakkı için o kesin bir gerçektir. Ve siz bundan yakayı kurtaramazsınız."
54- Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulüm yapılmaz.
55- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Açın gözünüzü, Allah'ın vaadi muhakkak ki, haktır, gerçektir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
56- O, hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.
58- De ki, "Allah'ın ihsanıyla ve rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip durduklarından daha hayırlıdır."
59- De ki, "Baksanıza, Allah sizin için nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"
60- Allah'a yalanı iftira edenler kıyamet gününü ne sanıyorlar? Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin insanların çoğu şükretmezler.
61- Hangi işi yaparsan yap, Kur'ân'dan ne okursan oku, ne işte çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinin gözünden kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
Meâl-i Şerifi
62- Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
63- Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı gelmekten sakınmışlardır.
64- Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.
43- İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat sen, körlere, üstelik basiretleri de yoksa hidayet edip yol gösterebilecek misin?
44- Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.
45- Allah'ın onları haşredip toplayacağı günde, sanki onlar dünyada gündüz bir parça kalmışlar da aralarında tanışmışlar gibi olacak. Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmamış ve doğru yolu tutmamış olanlar hiç şüphesiz en büyük ziyana uğramış olacaklar.
46- Onlara vaad ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, göstermeden seni vefat ettirsek de, sonunda onların dönüşü bize olacak. Sonra onların ne yapacaklarına Allah şahit olacaktır.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. O peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm görmezler.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?" diyorlar.
49- De ki, "Ben, Allah'ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim". Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler.
50- De ki: "O'nun azabı size geceleyin uykuda veya güpe gündüz gelecek olsa, ne dersiniz? Günahkârların onu alelacele istemeleri için ne sebep vardır?"
51- Bu azap meydana geldikten sonra mı iman edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Halbuki onun çarçabuk gelmesini istiyordunuz.
52- Sonra o zulüm yapanlara "Tadın bakalım şu ebedi azabı!" denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başkası ile mi cezalandırılacaksınız?"
53- "O azap gerçek mi?" diye sana soruyorlar. De ki; "Evet. Rabbim hakkı için o kesin bir gerçektir. Ve siz bundan yakayı kurtaramazsınız."
54- Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulüm yapılmaz.
55- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Açın gözünüzü, Allah'ın vaadi muhakkak ki, haktır, gerçektir. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.
56- O, hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.
58- De ki, "Allah'ın ihsanıyla ve rahmetiyle, yalnızca bunlarla sevinç duysunlar. Bu, onların biriktirip durduklarından daha hayırlıdır."
59- De ki, "Baksanıza, Allah sizin için nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"
60- Allah'a yalanı iftira edenler kıyamet gününü ne sanıyorlar? Allah, insanlara çok ihsanda bulunmuştur, lâkin insanların çoğu şükretmezler.
61- Hangi işi yaparsan yap, Kur'ân'dan ne okursan oku, ne işte çalışırsan çalış, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, biz sizin üzerinizde şahidiz.
Ne yerde, ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinin gözünden kaçmaz. Ne zerreden daha küçük, ne de ondan daha büyük! Ancak bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
Meâl-i Şerifi
62- Açın gözünüzü! Allah'ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.
63- Onlar ki, iman etmişler ve Allah'a karşı gelmekten sakınmışlardır.
64- Onlara dünya hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu en büyük kurtuluştur.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|