Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Yunus Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #5  
Alt 03.07.18, 09:45
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,902
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Şimdi halleri hikâye olunan ve amellerinin sonuçları ve akıbetleri beyan olunan o müşriklere tevhidin hak din olduğuna delalet eden şu âyetleri ve belgeleri tebliğ için ey hak peygamber!

Meâl-i Şerifi

31- De ki, "size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?" Hemen "Allah'dır" diyecekler. De ki, "O halde Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"

32- İşte o Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Gerçeğin dışında sapıklıktan başka ne vardır? O halde haktan nasıl çevriliyorsunuz?

31- De ki, size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Hele o işitme ve görmeye malik olan kim? Onlara kim hakim bulunuyor? Yani Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanmaya en önemli iki araç olan işitme ve görme duyularını, duyuların en şereflisi olan bu iki gücü, bu iki nimeti size kim veriyor? Bunları yaratmaya ve düzenlemeye Allah'dan başka kimin gücü yeter? Veya bunları kim idare ediyor Bunlar üzerinde kim tasarruf ediyor, bunlara kim hükmediyor? Kendi içinizdeki bir olayda, dış dünyadaki bir olayı tecelli ettirip de size sizin dışınızdaki gerçekleri idrak ettiren, Hakk'ın parıltısını duyuran, âyetlerini işittiren, gösteren kim? Burada işitmenin tekil, görmenin çoğul olarak gelmesi, görmenin işitmeden daha çok olduğuna işaret için olsa gerektir. Görmenin ve işitmenin malik, melik ve hakim olmak bakımından ifade ettiği farkları Fatiha Sûresi'nde gösterildi. Bunun hakkın tasdiki açısından ifade ettiği anlam da Âl-i İmran Sûresi'nin "Allah, kendisinden başka Tanrı olmadığına şahitlik etti." (3/18) âyetinde ve En'âm Sûresi'nin "O, (Allah) gözleri görür."(6/103) âyetlerinde geçen, dış dünyanın tanınması ve algılanması meseleleriyle ilgili olarak anlatılmış idi. Doğru görmek ve doğru işitmek, hak ve hakikatı hissedip idrak etmek işi "De ki, ruh benim Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 17/85) âyetinin anlamı kapsamında olduğundan, bütün bu işlerin doğrudan doğruya ilâhî bir emir olduğunu hatırlatan derin ve ince bir hakikate ışık tutar. Bunun "Kul nafile ibadetler sayesinde bana o derece yakınlaşır ki, nihayet ben O'nun görmesi, işitmesi ve duyması olurum." kudsi hadisinde de ifadesini bulan "şuhûd billâh" meselesine bir işareti de içerdiğini kaydetmeden geçemiyeceğiz.

Evet işitme ve görme harikası ve bediası kimin milkidir: Ve o kimdir ki, ölüden diri çıkarıyor ve diriden ölü çıkarıyor? Dün ortada yokken bugün bir canlı, bir ot, bir hayvan, bir insan meydana geliyor ve birtakım cansız maddelerden çıkıp geliyor ve sonra yine ölüyor. Yapanı olmadan bir olayın meydana gelmesi imkânsız olduğundan, bu hayat ve ölüm olayını yapan, canlıları dirilten ve öldüren kim? Alınan gıda hayata dönüşüyor, gayr-i uzvi (inorganik) maddeler uzvileşiyor, organik madde haline dönüşüyor: Nutfeden canlı oluyor, kandan nutfe oluşuyor, sonradan da canlı maddeler canlılık özelliğini kaybedip ölüyor ki, tabiat açısından bakıldığı zaman bunlar değişik ve zıt karakterde maddelerdir, bunların birbirlerine dönüşmesi ve seleksiyon denilen ayıklanmaya uğraması, aslında tabiatın temel ilkesi olan ayniyet ve tekdüzelik olayına ters düşen oluşumlardır. Binaenaleyh genel anlamda tabiata aykırı olaylardır. Şimdi bunları çıkaran, böyle hayat ve ölüm gibi tabiatleri ve karakterleri, birbirine zıt iki hadiseyi birbirine dönüştürüp sebebi sonuç, sonucu sebep yapan kim? Böyle tabiata aykırı oluşları birbirine dönüştürüp duran tabiat üstü bir kudretin, tabiat üzerindeki etkisini ve tedbirini anlamamak, bu kudreti görmezlikten gelmek ne mümkün? Ve emri tedbir eden kim? Yani yalnızca âyette sözü edilen bir iki husus değil, bunlar gibi daha nice olayların ve oluşların yönetimini kim elinde tutuyor? Yalnızca yaratma meselesi değil, emir ve kumanda yoluyla cereyan etmekte olan kâinat nizamını, şu koca âlemin düzenini yürüten, bunu evirip çeviren kim? Bunları anlayınca derhal "Allah'dır" diyecekler. Bu soruların cevabı gayet açık ve anlaşılır olduğundan, müşrikler bile bunları biraz düşününce, bütün bunları Allah yapıyor demekte tereddüt göstermeyecekler. O halde, de ki; korkmuyor musunuz? Bu böyle iken siz nasıl oluyor da O'nun kahrından korkmaz, ona karşı şirk ve isyandan, emirlerine karşı gelmekten sakınmaz, başınıza gelecek felaketten kendinizi korumaz, başkalarını bırakıp O'nun himayesine ve korunmasına girmezsiniz?

32- Duydunuz ya O, işte o kemal vasıflarının, o kudretin, o işlerin, o yaratma ve yönetme işinin sahibi bulunandır. İşte Allah, gerçek Rabbinizdir. Uluhiyet yalnızca kendisinin hakkı olan tek mabud, hakikaten ve hakkıyla malikiniz ve amirinizdir. Haktan sonrası da artık dalaletten başka nedir ki? Hak ile dalal arasında zaten başka bir vasıta yoktur. Hakkı çiğneyen, zaten kendiliğinden dalalete düşmüş olur. Hak Teâlâ'dan başka bir Rab, yoktur, batıldır ve müzmahildir. Tevhid akidesinden başka bütün inançlar dalalettir. O halde nasıl yüz dönüp çekiliyorsunuz? Yani, haktan dalalete, tevhidden şirke, saadetten şekavete nasıl çevriliyorsunuz? Dalalete sürüklenmeye nasıl razı olabiliyorsunuz? Nereye çekip gittiğinizi bildiğiniz, anladığınız var mı?

Meâl-i Şerifi

33. Hak dinden çıkmış fasıklara Rabbinin kelimesi şöyle gerçekleşti: Onlar artık imana gelmezler.

33- İşte böyle, yani Allah'ın rablığı hak ve gerçektir, hakkın dışında ne varsa hepsi batıldır. Onların da hak dinden çıkıp dalalete yöneldikleri gerçekten kesinleşti. Hasılı bütün bu olup bitenler ve açıklanan gerçekler baştan sona hak olduğu gibi, fıskı kesinlik kazanmış olanlar üzerine, yani küfürde inatla direnmiş olanlar, küfürde zirveye ulaşmış, yalnızca amelî anlamda fasık değil, fikrî ve itikadî anlamda da fasık olmuş, mesela yukarıda sorulan sorulara cevap verirken "bunları yaratan Allah'tır demiyecek kadar inkârda ileri gitmiş olanlar üzerine, Rabbın Hak Teâlâ'nın kelimesi, yani şu kelâmı, şu hükmü hak olmuştur: muhakkak ki, onlar iman etmezler. O fasıklar, haktan böylesine yüz çevirmiş, imandan böylesine mahrum ve bütünüyle imansızlık seyyiatına ve sonucuna mahkumdurlar. Bunların çoğu, fıskı ve dalaleti revacta tutan bir takım felsefi zanlarla, vacibu'l-vücud olan Allah'ın varlığına ait delillere karşı dolambaçlı yollarda hile katmaya uğraşan filozof taslakları ve inkârcılar olmaları dolayısıyla bu noktada bütün felsefi nazariyeleri yıkacak şekilde Allah'ın birliğini ispat ve ikrar vardır. Bu ispat ve ikrar için felsefi düşüncede, biri varlık meselesi, öbürü bilgi meselesi olmak üzere bu iki meselenin temelini teşkil eden sebeplilik ve idrak-i hak meselelerini ortaya atmak ve çözüme kavuşturmakla, özellikle bu iki meselenin özünde yatan "vücud-ı Barî" ve "tevhid-i İlâhî" delillerini gayet ince ve son derece kapsamlı ve özellikle filozofları en ziyade şaşırtan cesed ve ruh, madde ve suret, zihin ve dış dünya, afak ve enfüs, subje ve obje ikilemlerine dayanan indilik ve reybilik şüphelerini kökünden halledecek ve kesip atacak şekilde açık ve kesin, aynı zamanda yüksek düşünceli hikmet ehlini irşad edecek olan bir çok incelikleriyle beraber, esas meseleyi herkesin akıl derecesine göre herkese açık bir görüşle sunacak şekilde sade, açık ve anlaşılır iki âyetle aydınlatıp, şirk çeşitlerinin hepsini red ve iptal ederek buyuruluyor ki:

1- Yaratılış ve varlık meselesi açısından durum:

Meâl-i Şerifi

34- De ki: "Allah'a eş tuttuğunuz ortaklarınızdan, önce yaratıp, sonra da onu çevirip yeniden diriltecek var mı?" De ki, "Önce yaratıp, sonra da onu yeniden yaratacak olan Allah'dır. O halde nasıl yoldan saptırılıyor, döndürülüyorsunuz?"

35- De ki, "Ortak koştuklarınızdan doğru yolu gösterecek olan var mıdır?" Deki, "Allah, hak olan doğru yola hidayet eder. O halde doğru yola hidayet eden mi kendisine uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisine yol gösterilmeyince onu bulamayan mı daha layıktır. O halde ne oluyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?"

36- Onların birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını bilir.

34- De ki; ortak koştuklarınızdan ilk baştan yaratacak, sonra da onu dönüp yani baştan yaratacak kimse var mı? Yani Tanrı arayışında insanın yarar ve zararına hakim olan, ümit ve korkularında son derece etkili bir merci aramakta ilk iş, varlığın ilk yaratılış sebebini düşünmektir. Bunun delili de yaratılmış bulunan eserler ve onların sonradan yaratılmış olmasıdır. Gerçek etki ve ilk sebep ancak ilk yaratılış ve ortaya koyuş olayındadır. Yoksa tabiat olaylarının akışında kıyam, südur, tevlid, kesb v.s. gibi sebeplerin hiçbirinde hakiki etki ve illiyet yoktur. Bunlar yoğu var etmezler, birbirlerini etkiliyerek yeni oluşumlar ve varlıklar meydana getirirler. Yaratmak ise yoğu var etmek demektir. Sadece itibari varlıkları, nisbetleri ve izafetleri ortaya koymak değildir. Özellikle yaratılmış anlamına gelen ve "halk" adı verilmeye en fazla layık olan gök cisimlerini ve diğer varlıkları kendilerine mahsus miktar, kemmiyet ve özelliklerde ve farklılıklarda takdir edip yaratmak demektir. (En'âm Sûresi'nin baş tarafına bkz. Âyet, 1-2). Kendini bilen herkes, kendisinin bir zaman önce yok iken sonradan yaratılmış olduğunu bilir. Ve böylece bu âlemde yaratılış olayının zincirleme olarak sürüp gittiği de genellikle bilinmektedir. Daha önce yaratılmış bulunan bir sebebe bağlı olarak meydana gelen bu ara yaratılış olayları, bir önceki aşamanın yakın sebep ve amillerinin etkisiyle meydana gelmiş bulunduğundan, bunlarda, ilk yaratılış olayında olduğu gibi, bir yoktan yaratılış şartlarının varlığını kabul etmek, yaratılan varlığın doğuşunu ve oluşunu hazırlayan sebep ve şartlardaki inceliği bütün ayrıntılarından soyutlayıp kavrayabilmek hayli müşkül görülebilir. Bununla beraber halen devam eden yaratılış olaylarındaki zincirin yalnızca bir halkasının, yani orta yerdeki bir halkanın yaratılışı, varlık üzerinde hükümran olan yaratıcı gücü tanımaya ve nihâî ümid ve korkunun ilgili olduğu istenen hedefe ulaştırılmasına yetmeyeceğinden, yaratılış kavramını bütün açıklığı ile ortaya koyamaz. Bundan dolayı başlangıca ve sonuca, mebde' ve meâda hükmeden yaratıcıyı daha iyi tanıma için genellikle en açık ve en doğru yol, bütün yaratılmışlara varlık ve yokluğu bütün boyutlarını açıktan açığa gösteren ilk yaratılışı, bir de nihaî sonucu tasavvur ettirmektir. Herhangi bir şeyin, bir sınıf yaratılmışın, daha önce benzeri olmayan ilk yaratılışını, ilk olayın, ilk modelin, ilk maddenin başlangıcını göz önünde bulundurmak, yaratılışın bütün niteliğini ve özünü anlatacağı ve yaratıcı gücün, eşyanın tabiatı üstünde hükümran bir ilk varlık olduğunu göstereceği gibi, varlık alanına çıkarılmış ve yaratılmış olan bir şeyin sonradan yok oluverdiğini görmek ve mülahaza etmek de tabiat safsatasından kurtulmaya, tabiat ilimlerini konu ve meselelerini tabiatın kendisinden değil, yaratılışın, daha doğrusu yaratanın âyetlerinden birer âyet olarak telakki etmeye kâfi gelecektir. Bundan dolayı Allah'ı tanımak söz konusu olduğunda ilk ortaya konulacak soru şudur: Ey imansızlar, ey Allah'a kavuşma ümidi olmayan, ey yaratılmışlara yaratan rütbesi vermek isteyen müşrikler! Sizin Allah'a karşı kendilerinde bir etki, bir güç; fayda ve zararınızda O'na karşı bir hakimiyet vehim ve hayal edip de taptığınız, birer gerçek ilâh gibi ümitler bağladığınız ve yaratılmış olmak bakımından sizin benzerleriniz olan, yani sizin gibi birer mahluk olan, ayrıca sebepler ve amiller silsilesi içinde akıl ve idrakten de yoksun olduklarından dolayı, akıl sahipleri üzerinde hakimiyet ve tasarrufa güçleri yetmediği bütün çıplaklığı ile ortada olan putlar ve benzeri şekil ve suretler şöyle dursun, akıl sahibi olanlardan bile bir yaratma olayını ta başlangıcından yapacak, sonra da onu yok edip tekrar yeni baştan yaratmak suretiyle aynen iade edecek bir kişi veya bir cemaat var mıdır? Yani, yoktur ve olması da mümkün değildir. Bir yaratılmışın daha önce başka bir yaratık olmadan kendiliğinden birşey yapmasına imkân olmadığı şüphesizdir. Falan yaratık, ilk baştan yaratabilir demek bir çelişkidir. O mahluk, akl-ı evvel de farz edilse fiilinde kendisinin eseri olmayan bir başlangıca muhtaçtır. En azından kendisinin bir yaratılmış olarak mevcut olması gerekir. Mahlukat yalnızca sebepler ve varoluş silsilesi göz önünde tutularak ele alındığı zaman, içlerinde bu yaratılış silsilesini kesip yaratılışa ilk sebep ve ilk illet olan hakim bir kudreti bulmak muhaldir. Çünkü hangisi ilk yaratılış olayına başlangıç diye öne sürülecek olursa, aynı anda görülecektir ki, o şey sonradan yaratılmış olan tali bir varlıktır. Halbuki yaratılış olayı başlamış ve sürekli olarak devam edip durmaktadır. Bundan dolayı çelişkiyi içeren o teselsül nazariyesine hikmet ehli (felsefeciler) teselsül-i muhal" (mümkün olmayan teselsül) demişler ve onun batıl olduğunu kabul etmişlerdir. Mümkinat adı verilen bütün mümkün varlıkların teselsülü, bütünüyle yine mümkün olacağı, mümkünün var olabilmesi için kendi dışında bir sebebe ihtiyaç göstereceğinden dolayı, ilk yaratılışın, sebebinin yaratılmışlara dayandırılması muhal ve imkânsızdır. Bunun Vacibü'l-vücuda isnadının zaruri olduğunu bütün yönleriyle ortaya konulmuştur. Velhasıl bir yaratığın, ilk yaratılan varlık da olsa onun ilk yaratan güç veya yaratılışta ilk sebep olması mümkün değildir. Çünkü bir şeyin hem yaratılan, hem de yaratan olması açık bir çelişkidir. Bu gerçek en küçük bir hatırlatma ile hemen anlaşılabilecek kadar açıktır. Mahlukun varlığı açıkça ortada, yaratanın ise yarattığı şeyin içinde olamayacağı da açık olduğundan, motoru yapanı, yaptığı motorun içinde aramak boşuna olduğu gibi, mahlukatı yaratanı, yaratılmış mahlukat ve tabiat varlıkları içinde aramak da doğru değildir. Yaratılmışlar arasında akılsız varlıklar şöyle dursun, akıl sahibi varlıkların bile yoktan yaratması hiç mümkün mü? Sonra yaratılmış olan bir varlık helak olup gittiği zaman onu yeni baştan yaratabilecek bir mahluk var mıdır? Bunun cevabı "hayır, mümkün değil"dir. Selb-i küllî (kökünden inkâr) demek olan bu suali ortaya atılmakla şirkin temelsizliği, mesnetsizliği pekiştirilmiş olmaktadır. Bundan maksat da cidal olmayıp sadece irşad ve bürhan olduğundan o fasık müşriklerin buna karşı ne diyeceklerine bakmadan, Resulüne şöyle buyuruyor: De ki; Allah, ilk baştan yaratır. Daha önce bir yaratma olmadan, hiçbir mahlukun aracılığına ve yardımına muhtaç olmadan yaratılışı ta ilk başlangıç noktasından yapar, ilk olarak yaratır. Allah vacibul-vücud ve lizatihi hakk olduğundan, yaratması ve işi, kadim olan zat ve sıfatından başka hiçbir şart ve sebebe ihtiyaç göstermez. O, herşeyden daha önce olan bir kadim ve evveldir. Ve herşey ondan sonradır. Yaratmaya ancak O başlayabilir. Olmayanı ancak O meydana getirir. Yaratma işini bütün yönleriyle ve ilkeleriyle O ortaya koyabilir. Basit bir dumandan toz, tozdan taş ve toprak, taştan da bina yapar gibi ölüden diri, cemadat denilen katı maddelerden birtakım canlılar yaratır. Katı maddeden, başka bir katı madde, insandan başka bir insan üretmek gibi, diriden diri çıkarmakla kalmaz. hiçbir canlı hücrecik yokken sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk hayvanı, ilk insanı ortaya çıkarmak gibi, herbiri tabiat ilke ve olayları açısından bile imkânsız görülen ve tabiat kanunlarını altüst eden yepyeni bir yaratılış şekliyle yaratır. Her biri, tabiat üstü bir etkiyi gerektiren ilkleri yaratır. Tabiat varlıklarına kendilerine mahsus özellikleri veren ve ilkeleri düzenleyen de O olduğundan, ölüden diri çıkarmakla da kalmaz, bütün varlığın ta ilk madde ve suretine, ilk miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütünüyle ilkbaştan yaratmaya başlar. Öyle ki, varlık, gerçekte yegane yaratıcısı olan Hak Teâlâ'nın zatından ve sıfatından başka hiçbir şarta ve sebebe bağlı olmaz. Varlık yoktan değil, yokluk özelliğine sahip herhangi bir mümkinattan değil, bizatihi ve lizatihi var olan ve yokluk özelliği asla bulunmayan Allah Teâlâ'dan gelir, O'nun yaratmasıyla başlar. Allah, yaratmayı işte böyle baştan ve başlı başına yapar. Sonra onu geri iade eder. Yaratılışı bir yerden, bir noktadan başlatır ve bir sonuca ulaştırır. Bu ilk âlemde yarattığını bir nihayete ve akıbete erdirir, verdiği yaratılış akışını kesip helâk eder, kendinden başlattığı yaratılışı alıp kendine irca eder ve sonra yeni baştan yaratmayla başka bir varoluş âleminde onu yeniden diriltip iade eder. Allah, işte böyle yaratılışın başlangıcına da sonuna da hakimdir. Biri olumsuz, öbürü olumlu olan bu iki ilke sonuç olarak şu gerçeği ortaya koyar: "Hiçbir ilâh yok, ancak Allah var". Yaratılmışlar zincirinin durumu karşısında Allah'ın durumu böyle iken, Şimdi siz nereden ifke (iftiraya) düşürülüyorsunuz, nasıl oluyor da yoldan saptırılıyorsunuz!.. Yani, şu peşine düştüğünüz şirk ve fısk ile nasıl bir çıkmaza, ne acaip bir batağa saplanıyorsunuz, bunun farkında mısınız? Bütün başlangıcına ve sonucuna hükmeden bir yüce yaratıcı olan Allah'ı saymamak, mahluka tapmak ne kadar çıkmaz bir sapıklık, ne kadar acaip bir bilgisizlik ve düşüncesizliktir, bir bilseniz... Siz artık eninde sonunda Allah'tan nasıl kurtulursunuz? İşte varlık ve yaratılış açısından mesele bundan ibarettir.

35- 2- Bilgi ve marifet açısından mesele şudur:

Ya Muhammed! De ki; sizin ortaklarınızdan hiç hakka hidayet edecek, yol gösterecek kimse var mı? Yani insanın hayrını, şerrini; faydasına ve zararına olan hususları ayırdedip tespit eden, işlerini nasıl düzenlemesi gerektiğini kendisine bildiren; hatalardan ve sapıklıklardan, yanlış düşüncelerden kurtararak, hakka ve doğruya yönlendirmek gibi en önemli ihtiyacını insana bildiren düşüncesinde ve işlerinde hakkın emrinin ne noktada olduğunu arayıp bulmasına yardım eden kimse var mıdır? Tanrı'lığın ilk ve en aşağı derecesiyle ilgili işlerden biri de herşeyden önce hakka ve doğruya irşad etmek, hak ile batılı ayırmak, neyin hak, neyin batıl olduğunu bildirmektir. Bunun için Tanrı arayışında ilk iş olan sebep araştırması ve yaratan ile yaratılanın durumunun gözönünde bulundurulmasıdır. Bu konuda dahi ilk hedef ve maksat hakka hidayet ve doğruya isabet meselesidir. O halde bir düşünülsün, Hak Teâlâ'dan başka tapınılan şeyler içinde, putlar gibi idraksiz ve şuursuz cisimler şöyle dursun "kim" denilebilecek cinsten akıllı varlıklar arasında bile kendiliğinden enfüs ile afakı birbirine uyumlu hale getirecek, hakka doğrudan doğruya hidayet edecek, herhangi bir kimseye, karşısında bulunan veya bulunacak olan bir vakıaya, ayniyle mevcut olan bir varlığa doğru teşhis koyduracak, "ben" ile "benlik dışı", ruh ile cisim, düşünce ile dışdünya, subje ile obje, bilen ile bilinen, akıl ile makul arasındaki bağlantıları, ilişki ve bütünlüğü, ilim ve isabeti kurup gerçekleştirecek, "bu böyledir" veya "değildir" diye doğru hüküm verdirecek, başka bir deyişle dış dünyadaki olayları vicdanda, vicdandaki olayları vicdan ve enfüs dışında tecelli ettirip de birbirinden ayrı özelliklere sahip olan bu iki ayrı âlemin üstünde birliğe hakim olabilecek kim vardır? Tabii ki, hiç!... Gerek enfüs, gerek afak yaratılmışın hepsi hak tarafından, hakkiyle ve hak olarak yaratılmış, her biri bir başka yönden hakka mazhar kılınmış olmakla beraber, hiçbiri hakkın zatı ve kendisi olmadığından, kendi zatında zatın kemalini haiz değildir, eksiktir. Bunlarda; hakkın vecihleri çeşitli, bilgi ve tanıma sonradan olma (hadis) ve izafi, düşünen subje objeden ayrı, Hakk'ın hakikatının bilinmesi akıl ve idrakin üstünde, akıllar çaresiz, fikirler değişik; objelerin çoğu nefs-i natıkadan, şuur ve idrakten âri, nüfus-ı natıka kendi mahiyetini ve mukadderatını bile anlayıp kavramaktan aciz; hakkın hükmü ise duygu ve düşüncenin ötesindeki bir tecelli, bir kıvılcımıdır. Binaenaleyh, Allah'dan başka herkesin ve herşeyin kendi kendine hakka hidayet edebileceğini sanmak bir çelişkidir. Akıllar bilginin, mantığın ve hakkın hükmünün yapıcısı ve yaratıcısı değildir, sadece anlayıcısı ve kabul edicisidir. Felsefe tarihine biraz aşina olanlar bilirler ki, felsefe ekollerinin en esaslı farkı, bilgi meselesinin bu noktasında başlar. Birbirine tıpatıp çakışması mümkün olmayan zihin olgusu ile dış varlıkların, yani subje ile objenin karşılıklı olarak aralarında nasıl olup da bir uyum meydana geliyor ve bu iki ayrı olgunun birliğinden birleşmesinden bilgi ve doğru hüküm doğuyor? Bu nasıl oluyor da mümkün oluyor? Nefis denilen içsel benlik, kendi dışına uzanıp da nasıl afakileşiyor? Ve nasıl oluyor da dış dünyadaki bir gerçeği keşf ve idrak edip ona sarılıyor? Akıl ve ilim oluyor? "Ben" denilen özü gözardı ederek şu şöyledir demek çelişki değil midir? Benim bende olan akıl ve bilgimin, bende olmayan bir bilinene uyum sağlayıp onunla bütünleşmesi ile ikinin birliği nasıl ve ne hakla iddia olunabilir? "Ben" ve "ben dışı" aynı şeydir, ya da "ben dışı" da "ben"dir demek çelişkiden başka nedir? O halde "ben" denilen nefsin, kendi özüne ve şekline, kendi izlenim ve eğilimlerine, dış dünyada gerçeklik değeri verip kendinden geçmesi, olayın gerçek delilini bulmak imkânı olmayan indî ve zoraki bir hükümden ibaret olmaz mı? Son devir Alman filozoflarından Kant'ın da bahsettiği gibi, tabii bir bakış açısından ele alındığı zaman bu sual her zaman için geçerlidir. Ve bu noktadan filozoflar başlıca üç kısma ayrılmışlardır:

Bir kısmı bu suâli, çözümü olmayan bir sual kabul ederek, işi gerçek diye birşeyin bulunmadığına ve onun bilinemezliğine hükmetme noktasına kadar götürmüşlerdir ki, bunlar Sofistler ve başka bir tabirle Husbuiyyedirler. Kimi "yok" inadında ısrarlı olan İnadiyye, kimi ilim ve fenne gerçekte hiçbir kıymet vermeyip, bütün bilgileri indî ve enfüsi bir hadise, bir spekülasyon sayan İndiyye, kimi de tamamen bilinmezliğe inanan Lâedriye'dir. Bunlar İngiliz filozofu David Hiyum'dan itibaren son çağlardaki felsefe akımlarında da görülmeye başlamışlar, bilgi meselesinde şüpheciliği yeniden gündeme getirmişlerdir: "Septik" yani, reybiyye ve şüpheci ünvanını almışlardır. Fakat sualin önemiyle beraber bunlardan her hangi birinin iddiası kabul edilmek gerekirse, aynı zamanda en azından bir tek hakikat bilinmiş, mesela hiçbir şeyin bilinemiyeceği kesinlik kazanmış olurdu. Herşeyde şüphenin kendisinin bir gerçek ve hakikat olduğu anlaşılmış ve kabul edilmiş olacağından bunların hepsi, gerekçe diye öne sürdükleri çelişki silahıyla kendi kendilerini de nakz ve iptal etmişler, mutlak olarak genelde bir hakikatın ve bilginin varlığını ispata sebep olmuşlardır.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147