Şimdi, Allah'a kavuşmayı arzu veya ümit etmemek, dünya hayatına razı ve mütmain olmak Hakk'ın âyetlerinden gafil olmak, dolayısıyla seyyiatlarının sürüklediği şekilde işledikleri günah ve hatalarından dolayı hak ettikleri azabı, bir iyiliği acele elde etmek istercesine acele ederek: "Hani Allah öyle kadir ve kahhar da neden kâfirlere ve asilere hemen azabını vermiyor, ne diye tehir ediyor? Şimdiden hesabımızı görse ya, başımıza taş yağdırıverse ya!" mı diyorlar? Veya dünyada başlarına bir sıkıntı geliverse sabredemeyip "Allah canımızı alsa" mı diyorlar?
Meâl-i Şerifi
11- Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de alelacele verseydi, onların hemen ecellerini getiriverirdi. Fakat bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine bırakırız da azgınlıkları içinde bocalayıp giderler.
12- İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken, gerek otururken, gerek dikilirken bize dua eder. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçer gider. İşte o aşırı gidenlere yaptıkları şeyler böyle güzel gelir.
11-12- O müsriflere, ki burada anlatılan fena huylarla vasıflanmış olanlardır. Bunlar aslında hakkı tanımak ve güzel ameller yapmak için kendilerine bahşedilmiş olan akıl, zeka ve iradeyi, dünya zevkleri ve dünyanın geçici lezzetleri uğrunda kötüye kullanarak, hakkın âyetlerinden gafil olarak, ebedi olan naim cennetlerini gelip geçici dünya hayatına feda ederek ömürlerini boş yere harcadıkları için müşrik, zalim ve mücrimdirler.
Ey bu kitap ile o peygamberin kendilerine gönderildiği bugünkü insanlar:
Meâl-i Şerifi
13- Andolsun ki, sizden önceki devirlerin bir çok kavmini, peygamberleri kendilerine bir çok belge ile geldikleri halde zulmettikleri ve imana gelmedikleri için helak ettik. İşte günahkârlar topluluğunu biz böyle cezalandırırız.
14- Sonra onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki, bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz.
13-14- Ki, nasıl amel yapacaksınız bakalım, görelim diye. Yani nice devirlerin helake uğratılmasından sonra, sizin onların yerine istihlaf olunup geçirilmenizin ve dünyaya getirilmenizin hikmeti eğlenmeniz değil, iradenizle ortaya koyduğunuz emek ve gayretleriniz, faaliyetleriniz ve çalışmalarınızdır. "Hanginiz daha iyi işler yapıyor diye sizi imtihan etmek içindir." (Mülk, 67/2) âyetinin de işaret ettiği gibi, en güzel amellere çalışmanız sorumluluğunuzdur. Çalışmalarınızda gözeteceğiniz en büyük maksat, ameli güzelleştirmenizdir. Çünkü sizin amellerinizden zuhura gelecek güzellik Allah'ın nazarına sunulacak, O'nun takdirini ve beğenisini kazandığında, O'nun emriyle size o güzel ameller karşılığında "Naim cennetleri" verilecek ve size ebedî seadetler sunulacak. İşte bundan dolayı iyilik yapan ve yaptığı iyiliği en güzel şekilde yapmaya çalışan muhsinlere daha ileriki âyetlerde de görüleceği üzere "En güzellere daha ziyadesiyle en güzel karşılık vardır." (Yunus, 10/26) vaadi böylece yerine gelmiş olacak. Yoksa çirkin fiiller ve fenalıklar yaratılış gayesinin dışında olan şeylerdir.
Halbuki ey Peygamber:
Meâl-i Şerifi
15- Böyle iken, âyetlerimiz, kesin birer belge olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar, "Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir." dediler. De ki, "Onu kendiliğimden değiştiremem, benim açımdan bu olacak bir şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım."
16- De ki, "Eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım. O da onu hiçbir şekilde size bildirmezdi. Bilirsiniz ki, ben sizin içinizde bundan önce yıllarca bulundum. Siz hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
17- Artık bir yalanı Allah'a iftira eden veya O'nun âyetlerini inkar edenden daha zalim kim olabilir? Hiç şüphesiz o mücrimler iflah olmayacaklar.
18- Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
19- İnsanlar, aslında bir tek ümmet idiler, sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.
20- Bir de "Ona Rabbinden daha başka bir âyet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz."
21- İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında derhal bir takım hilekârlıklara girişirler. De ki: "Allah'ın hilesi daha çabuktur. Haberiniz olsun ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıp duruyorlar".
22- Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O'dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah'a yalvarır ve dindar olurlar: "Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız." derler.
23- Sonra Allah onları oradan kurtarır, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz.
15- Ayetlerimiz kendilerine birer belge olarak okunduğu zaman. Burada dış görünüşüyle sözün gereği muhatap zamiri ile denilmek gerekirken diyerek gıyaba geçilmiş olması, helâk edilen geçmiş devirlerin halkı gibi imansızlık eden, yani yaptığı işlerin Allah katında makbule geçmesine önem vermeyen ve karşılığını hesaba katmayan, yaratılış ve istihlaf (birini yerine geçirme) gayesinin aksine hakkı inkâr edip, hakka karşı mücadeleye kalkışan mücrimlerden yüz çevirmek ve bunları muhataplık şerefinden uzak tutmak içindir. Bundan dolayıdır ki, bu şerefsiz mücrimlerin cinayetlerini tek tek sayıp dökmek üzere Resulullah'a teveccüh buyurup ona tevcih-i kelâm eyleyen bir iltifat nüktesidir. Tilavet fiilinin diye muzari sigasıyla gelmesi de tilavet yenilendikçe onların geçmişteki cürümlerinin ve cevaplarının ara sıra da olsa, mutlaka tekrarlanacağını akla getirir ki, o takdirde meâl şu demek olur:
Ey hak peygamber! Senin gönderildiğin insanlar arasında genellikle muhatap tutulmaya layık olmayan, haktan hoşlanmayan öyle kimseler vardır ki, Hakk'ın hükümlerini gösteren ve şirkin (Allah'a ortak koşmanın) batıl olduğunu ortaya koyan âyetlerimiz, bütün yönleriyle birer kesin belge olarak onlara okunduğu veya okunacağı zaman Bizimle karşı karşıya geleceklerini ummayan, hakkın huzuruna çıkacak yüzleri bulunmayan, o kalpleri ve amelleri, düşünceleri ve emelleri bozuk, hak ve hakikat düşmanları, bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir, dediler veya derler. Yani işimize gelmiyen, hoşumuza gitmeyen, olmasına ihtimal bile vermek istemediğimiz yeniden dirilişten, Allah huzurundaki hesaptan, cezadan, ikabtan bahseden, Allah'dan başka tapındığımız putlarımızı zemm ve ibtal eden, gözümüzün ve gönlümüzün tesellisi o kıymetli ve sanatlı putlarımızı ayıplayan, bizim de ayıp ve kusurlarımızı yüzlerimize vuran ve bizi durmadan Allah'a yönelmeye çağıran, doğruluktan dürüstlükten ayrılanları cehennem azabı ile tehdit edip duran, şu dünya hayatı içinde yoğurulmuş süfli beşeriyetin haline ve mizacına uymayacak temiz ve aynı zamanda faal ve mücahedeli yüksek ve nezih bir yaşayış isteyen bu Kur'ân'ı bırak da bize okuyacak başka bir kitap, bizim huyumuza ve mizacımıza uygun başka bir okuma kitabı getir veya bunu büsbütün bırakma da biraz değiştir, tebdil ve tağyir et. Hoşlanmadığımız bazı âyetlerini olsun hoşumuza gidecek şekilde değiştir. Bunda birtakım değişim tadilat ve tebdilat yap, başka bir şekle koy. Belki o vakit halimize ve çağımıza uygun okuyabileceğimiz bir şey olur gibisinden dedikodular yayarlar, bununla da sanki Kur'ân'ı Peygamber'in kendisi yapıyormuş gibi bir ortam oluşturmak isterler ve acaba bu suretle kandırıp bir kaç kelimesini tebdil ettirir de daha sonra bunu aleyhinde bir delil olarak kullanabilir miyiz, diye düşünürler.
Sen de de ki: bana, onu kendi yanımdan değiştirmek diye birşey yoktur, ben hiçbir şeye değil, bana ne vahyolunuyorsa ben ancak ona uyarım. Yani, kesinlikle ve yalnızca vahye uyarım, onu hiç tebdil ve tağyir etmeksizin bana vahyolunduğu şekliyle ona uyarım. Şayet bazı âyetlerde birtakım nesih ve tebdil olursa, o da ancak vahiy ile olur, böyle birşey olduğu zaman ona da yine olduğu gibi uyarım. Bunun dışında başka ihtimal yoktur. Zira muhakkak ki, ben Rabbime isyan ettiğim takdirde büyük bir günün azabından korkarım. Yani vahye uymamak veya onu çok az da olsa değiştirmek, beni terbiye edip yetiştiren ve o vahyi göndererek bana peygamberlik vermek suretiyle bana Rablığını gösteren, âyetlerini açıklayan, emrini bildiren ve "Onun izni olmaksızın hiçbir yardım söz konusu olmayan " (Yunus, 10/3) o malik ve hakimin Allah'a isyan olur. Bunun cezası da gayet korkunç bir günün pek korkunç olan azabıdır. Bunu bilen bir kimse nasıl olur da öyle bir isyana cür'et eder?
16-Fakat bu senin kendi sözün, sırf kendi kendine ileri sürdüğün iddiaların, diyecek olurlarsa, yalnızca bu haberle kalmayıp, bunu yani Kur'ân'ın vahiy olduğunu akıl yoluyla da isbat etmek ve gözler önüne sermek için ey Muhammed, de ki; eğer Allah dileseydi ben size karşı bunu okumazdım bile ve Allah, size onunla ilgili hiçbir bilgi vermezdi. Benim dilimle size onu bildirmezdi, hiç duyurmazdı, sizi ondan haberdar bile etmezdi. Allah, benim bu Kur'ân'ı size okumamı ve size bunu bildirmemi dilemeseydi, ne ben bunu böyle size okurdum, ne de benim dışımda başka bir yolla sizi ondan haberdar ederdi. Siz böyle birşeyi asla duymazdınız. Fakat Allah dilediği için böyle oluyor. Zira bundan önce bu kadar sene sizin aranızda ömür sürdüm durdum. Yani Kur'ân vahyolunup, peygamberlik verilmeden önce bütünüyle bir ömür denecek uzunca bir süre, yani kırk yıl kadar sizin içinizde, sizinle birlikte yaşadım, içinizde bir ömür geçirdim, Ta çocukluğumdan beri bütün ayrıntıları ile hayatımı nasıl geçirdiğimi bilirsiniz, ve pekâlâ bilirsiniz ki, ben bütün o süre içinde birşey okuyor muydum? Kur'ân'ın gerek icazkâr nazmına, gerek içindeki mânâ ve hakikatlere ait size birşey söylüyor muydum? Nazım veya nesir olarak edebiyat ile hiç meşgul olduğum var mıydı? Size şairlik, hatiplik, müelliflik taslıyor muydum? Okuma-yazma bilmeyen fakat şiir ve inşa ile uğraşan cahiliyye şairleri kadar olsun şiirle uğraşıyor muydum? Bir gün gelip âleme meydan okumak ve müsabakaya davet etmek için hazırlanıyor muydum? Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi huylarımı hiç gördünüz mü? Yalan söylemek şöyle dursun, hakkımda bir şüphe veya şaibe uyandıracak bir davranışımı gördünüz mü? Hepinizce iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat ve emanet sahibi olarak bilinen Muhammedü'l-emin ben değil miydim? Hiç aklınız yok mu? Bir kerre akıl edip düşünmez misiniz? Yani bana ve Allah'ın âyetlerine karşı şimdi söylediğiniz sözler, ettiğiniz tarizler, yaptığınız işler ve ileri sürdüğünüz teklifler hep akılsızlık eseridir. Yoksa başka hiç bir delil, belge ve kanıt olmadan, hiçbir habere gerek bulunmadan, yalnızca aklınızı başınıza alsanız, benim bundan önce içinizde geçirdiğim o uzun süre boyunca hayatımı ve ahlakımı bir düşünseniz hiç şüphesiz beni tasdik edersiniz. Allah şimdi de önceki halimde kalmamı dileseydi, bana vahiy ve peygamberlik vermese idi benim bunları size okumam ve Allah tarafından bildirmem ve ilan etmem ihtimali yoktu. Ben kendi kendime ne böyle bütün belağat ve edebiyat sahiplerine meydan okuyan bir kitap meydana getirebilirdim, ne de bütün insanlara karşı böyle bir inzar ve tebşir görevinin, böyle hiç kimsenin tek başına yapamıyacağı ağır yükün altına girebilirdim. Lâkin işitiyorsunuz ki, şimdi ben bunları size okuyorum ve tebliğ ediyorum. Bundan da anlamanız gerekir ki, Allah Teâlâ öyle değil böyle olmasını istedi: Bana eğitim ve öğretim ile elde edilemiyecek vahiy ve nübüvvet ihsan etti ve bunları bildirdi. Bunlar size şahsen benim değil, Rabbimizin bildirisi ve öğretisidir. Ve ben O'nun vahyine uymaktan başka birşey yapamam. Bütün güçlerin ve sebeplerin üstünde işleri tedbir eden ve merci-i küll (herşeyin mercii) olan "O'nun izni olmadan hiçbir yardımcının söz konusu olmadığı" Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine müdahele, O'nun âyetlerine itiraz yine hakkın âyetlerinden biri olan akıl ile asla bağdaşabilir birşey değildir. Siz nasıl oluyor da Allah'ın vahyini tebdil etmemi, onu değiştirip başka bir şekle sokmamı teklif ediyorsunuz? Hiç Allah'dan korkmadan yalana ve iftiraya cür'et ediyorsunuz?
17- İmdi bir yalanı Allah'a karşı iftira edenden veya Allah'ın âyetlerine yalan diyenden daha zalim kim olabilir? Şurası kesindir ki, mücrimler iflah olmazlar, felah bulmazlar. Mücrimler arasında zalimler, zalimler arasında da en zalimler elbette hiç felah bulmazlar.
Yalan, özü bakımından bir cürüm, bir haksızlıktır, iftira onun daha zalimce olanıdır, Allah'a karşı yalan ve iftira ise en zalimce olanıdır. Allah'ın yarattığı ve indirdiği âyetleri veya delilleri inkâr etmek veya onun asılsız olduğunu, yalan olduğunu söylemek, iftiranın en zalimane yapılmış olanıdır ki, biri batıla hak demek zulmü, diğeri hakka batıl demek zulmüdür. Peygamberlik taklidine kalkışmak, müşriklik etmek birinci şıktan, Kur'ân'ı ve peygamberi inkâr etmek ise ikinci şıktan olan zulümdür. Bunlara benzer daha başka zalimane işler bulunabilirse de bunlardan daha zalimanesi bulunamaz. Batıla hak veya hakka batıl demek zulmünü irtikap eden iftiracıların yapamayacağı kötülük ve zülum yoktur. Ve böylece zulmün zirvesine varan müfteri mücrimlerin felah bulamıyacakları muhakkaktır. Bu kadar büyük zulüm ve cürmü irtikap etmek akılsızlığı da Allah'a kavuşma ümidi olmayanların özelliğidir. Ondan dolayı bunlar böyle derler ve Kur'ân'ın değiştirilmesini isterler.
18- Ve Allah'ı bırakırlar da kendilerine ne zarar, ne de fayda sağlayacak şeylere taparlar. Aciz şekil ve resimlerden, fetişlerden ve putlardan medet umarlar, onlardan teselli beklerler. Ve bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler. (En'âm Sûresi'nde İbrahim Aleyhisselam ile ilgili kıssanın tefsirine bkz. (âyet: 74) Orada putperestliğin doğuşu hakkında gerekli bilgiler verilmişti. Burada da denilmiştir ki:
1- Bunlar, her bir iklim için yüce ruhlardan birer belli ruh vardır diye inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar adına birer put yapıp dikiyorlardı ve o puta tapmaktan maksatları o ruha tapmak ve onun yardımını dilemek oluyordu.
2- Yıldızlara tapıyorlardı ve o yıldızlar adına diktikleri putlara tapıyorlar ve esas maksatları da o putun temsil ettiği yıldıza oluyordu.
3- Putlara ait bazı tılsımlar uyduruyorlardı ve tılsımlarda bir takım esrarlı güçlerin bulunduğuna inanıyor ve hayal ediyorlardı. O konudaki beklentileri için de onlara tapıyorlardı.
4- Büyük saydıkları kimselerin suretlerini yapıyorlar ve bu timsallere saygı gösteriyor ve tapınıyorlardı. Böyle yapmakla o yüce ruhların, azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah katında onlar makbul kimseler oldukları inancıyla onlardan şefaat umuyorlardı.
İşte bütün putperestlik felsefesi bu dört şekil içinde özetlenebilir. Bununla beraber âyetin içeriği daha geniş kapsamlıdır. Bütün şirkin ve putperestliğin kökü doğrudan doğruya Allah'la karşı karşıya gelmeyi ümit edememek ve Hak Mabud'a karşı yalan ve hayalden fayda ve teselli beklemektir.
Taif halkı el-Lât adındaki puta, Mekke ahâlisi "Uzza, Menat, Hübel, İsaf, Nâile" adındaki putlara taparlardı. Hz. Peygamber'in, kıyamet gününe iman konusundaki uyarılarına karşı Taifli mitoloji şairi ve filozof Nadr b. Hâris'in "Kıyamet günü olduğu vakit el-Lât bana şefaat eder." dediği rivayet olunmaktadır.
Ey hak peygamber! Sen onlara kestirme bir cevap olarak, de ki, Allah'a onun göklerde ve yerde bilgisi dışında bir şey bulunduğunu mu haber veriyorsunuz? Bütün gizlileri bilen Allah Teâlâ'nın bilgisinin ulaşamadığını söylemek, vücud ve imkanın ortadan kalkması demek olduğundan, bu ifadede "putlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" sözünün gerçekte hiç aslı olmayan ve olmak ihtimali bulunmayan bir yalan ile Allah'a karşı açık bir iftira olduğunu gayet acı bir istihza ile onların yüzüne vurma vardır. Güyâ putlar Allah katında kendilerine şefaat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa! Allah onların koştuğu şirkten münezzeh ve yücedir.
19- İnsanlar aslında bir tek ümmetten başka bir şey değil idi. Yani ilk yaratılışta hepsi aynı hukuk ve aynı dine bağlı bir tek türden ibaret idi. Bugünkü gibi birbirini insan yerine koymayan çeşitli milletler ve cemaatlar yoktu. "Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar." (En'âm, 6/38) âyetinin de işaret ettiği gibi, hayvanların ve kuşların her türü kendine mahsus bir yaratılış kanununa bağlı bir ümmet olduğu gibi, insanlar da bir tek ümmet idi. (Bu âyetin Bakara Sûresi'nde geçen benzerinin tefsirine bkz. 2/213) Rivayet olunduğuna göre: Âdem Aleyhisselam devrinden Kabil ve Habil (Maide 5/27-31) olayına kadar insanlar bir tek ümmet idi. İdris Aleyhisselam zamanına kadar böyleydi diyenler de olmuştur. Nuh tufanında hiçbir kâfir kalmadığından, tekrar küfrün yayılmasına kadar bir tek ümmet oldukları, ayrıca bugün birbiriyle ihtilaf içinde bulunan birtakım kavimlerin İbrahim Aleyhisselam zamanında bir tek ümmet halinde bulundukları da söz konusu edilmiştir, ki böylece buradaki "belli insanlar"dan maksat Arap ve İbrani gibi akraba kavimler demek olduğu, öbürlerinin de aslında onlar gibi olduğu mukayese yoluyla anlatılmış olur. Nitekim tarihte dillerin çeşitliliği (tebelbül-i elsine) olayı da bu anlamda kavimlerin akrabalığına benzer bir hadisedir.
Daha sonra ihtilaf ettiler, ayrılıklara düştüler. Bir kısmı tevhid i-nancını bıraktı, şirke geçti, sapıtmalar ve yoldan çıkmalar başladı. Türlü türlü mabutlar peşine düşüp, birbirleriyle niza ve vuruşmaya başladılar. Birbirlerine karşı hak hukuk tanımaz, her zulmü reva görür çeşitli soylara, gruplara ve milletlere ayrıldılar. Öyle ki, başlangıçta bir tek tür olan insan soyu, hayvan türlerinden daha fazla sayıda cinslere bölündüler.
Rabbinden çıkmış bir karar olmasa idi. Yani "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı, hiç şüphesiz sizi kesinlikle gelecek olan o günde bir araya toplayacak..." (En'âm, 6/12), "Her ümmet için takdir edilmiş bir ecel vardır, işte o ecelleri geldiği vakit ne bir an ileri, ne bir an geri gidebilirler." (A'raf, 8/34) buyurulduğu üzere, her şeyden önce rahmeti gerektiren veya azaba müstahak olan her ümmete belli bir ecel takdir edip, her şeyin kesin çözümünü sağlayacak olan hükmünü kıyamet gününe tehir etmiş olmasa idi ve biraz önce geçen "Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de çarçabuk vermiş olsaydı, elbette onlara hemen ecelleri gelip çatardı. Fakat Biz, Bize kavuşmayı ummayanları kendi hallerine terk ederiz, onlar da bocalayıp dururlar." (Yunus, 10/11) gibi daha önce alınmış ilâhî kararlar olmasa idi. Anlaşmazlığa düştükleri her konuda derhal ilâhî karar aralarında hükmünü icra ederdi. Allah'ın hükmü derhal icra edilirdi. Yani, haklıyla haksızı o anda ayıracak olan Allah'ın hükmü kesin şekilde derhal uygulanırdı. Allah'ın birliğine karşı küfür ve şirk ile ihtilaf çıkarıp esasen bir olan insanlığı dağınıklığa ve parçalanmaya düşürenlerin başlarına hemen kıyamet koparılıp gerekli cezaları verilmiş, hepsinin canı anında cehenneme tıkılmış olurdu. Fakat ilâhî "kelime" öyle karara geçmiştir ki, Allah Teâlâ, insanlara kendilerinin acele ettikleri gibi belayı acele vermez, hemen cezalandırıp helak edivermez, Allah'la karşılaşmak istemeyen kâfirleri ecelleri gelinceye kadar, kendi taşkınlıkları içinde bir süre bırakır, onlar da bunu ihmal zannederek kalp körlüğüyle taşkınlıktan taşkınlığa, isyandan isyana yuvarlanır dururlar, durmadan azaplarını arttıracak fenalıklar yaparlar.
Allah'ın birliğine karşı küfür ve şirk ile zulüm ve tuğyandan dolayı çıkan ayrılıklar ve anlaşmazlıklar öylesine korkunç boyutlardadır ki, bunun tabii sonucu ortaya çıkaracak tehlikeler düşünülürse, yeryüzünde beşeriyetin bir anda tepetaklak yıkılıp gitmesine yeter bir sebep teşkil ettiği anlaşılır. Gerçekten de "Eğer Allah, insanları, elleriyle işledikleri (kötülükler) yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde kımıldayan bir canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir vakte kadar tehir etmiştir..." (Fatır 35/45) âyetinde de açıklandığı üzere, ilâhî kelimenin böylesine belli bir mühlet ile ahirete ertelenmesinde bir taraftan ilâhî rahmetin gazabına üstünlüğünü bildiren, öbür taraftan da gece ile gündüz, küfür ile iman gibi aslında mizaçları birbiriyle bağdaşmayan çeşitli zıtlıkları, ayrılıklarına rağmen düzene koyup idare eden ilâhî kudretin tabiat üstündeki hakimiyetini gösteren bir âyet ve delil vardır. Öyle bir âyet ve bürhan ki, anlayanlara bütün göklerin ve yerin ancak Hak sayesinde yaratılmış olduğunu, O'nun rahmeti ve adaleti ile ayakta durduğunu gösterir. Artık zulüm ve haksızlığın son derecesine varan o iftiracı veya inkârcı, batıl düşkünü günahkârların felah bulmalarına imkân var mı?
20-Fakat Allah'a kavuşma ümidi ve hakkın huzuruna çıkmaya yüzü olmayan ve akıllarını boş yere harcayıp putlardan şefaat bekleyen o beyinsiz mücrimler, müttakilerin anlayacakları gizli âyetleri ve incelikleri anlamak şöyle dursun, pek iyi bildikleri Hz. Muhammed'in hayatı ve ahlâkı ile ortaya koyduğu o canlı mucizenin ne anlama geldiğini, neye yaradığını, ona indirilen ve kendilerine en açık bir dille gerçekleri bildiren Kur'ân'ın âyetlerini bile inkâr ederler de Allah'ın birliğine ve Rablığına, O'nun peygamberinin hak ve gerçek peygamber olduğuna hiçbir delil indirilmemiş gibi bir de derler ki, Rabbinden ona bir âyet indirilse ya! Böylesine inat ve böylesine büyüklük kompleksi ile başka bir mucize daha ister dururlar. Madem ki öyle diyorlar sen de de ki: Gayb ancak Allah'a mahsustur. Yani istediğiniz başka âyet, başka mucize henüz gaybdır, onun olup olmayacağını bilemem.
Çünkü gaybı bilmek de onu zuhura getirmek de Allah'a mahsus bir iştir. Gerçi yaratma açısından ele alınacak olursa görünenlerin yaratılışı da Allah'a mahsustur ve görülen âyetler de yine Allah'ın âyetleridir. Bu bakımdan her ikisi de Allah'ın âyeti olmakta eşit ise de, görülen ve gayb olmayan âyetler kullar tarafından da bilinebilir. Fakat gayb, kullar tarafından bilinemediği için yalnızca Allah'a mahsustur. Onu Allah bildirmedikçe bilinemez. Bundan dolayı gözle görülen, mevcut olan âyetlerden ve mucizelerden başka mucize gönderip göndermeyeceğini ancak Allah bilir. Bununla beraber öyle bir şey olamaz da denilemez. Öyleyse bekleyiniz, onun inişini gözleyiniz, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyeceğim. Yani sizin bu kadar açık, seçik âyetleri inkâra cüret ederek, daha başka âyet ve mucize isteğinde ısrar etmeniz karşısında bakalım Allah ne yönde iradesini tecelli ettirecek, başınıza neler getirecek.
Bu müşriklere hem Kur'ân'dan başka mucizeler de gösterilmiş olduğunu anlatmak, hem de bu azgınlıkları zaruret halinde değil, nimet içinde ve bollukta yaptıklarını ve nankörlüklerini anlatmak ve gözler önüne sermek için buyuruluyor ki:
21- Ve Biz, insanlara, o beyinsiz ve bayağı kimselere bir rahmet (yani sıhhat ve bolluk gibi bir nimet) tattırdığımız vakit, nasıl bilir misiniz? Kendilerine dokunmuş olan bir kıtlık ve yokluktan sonra, bir sıkıntı, bir zarar ve zaruretten, bir darlıktan, bir sıkışık durumdan sonra, yani onların çektikleri bir sıkıntıdan sonra onları rahata ve refaha erdirdiğimiz, her hangi bir rahmet zevkini ve neşesini tattırdığımız zaman derhal âyetlerimiz hakkında mutlaka bir oyunları olur. Yani Allah Teâlâ onlara azabını tattırmadan ve acı yüzü göstermeden böyle yapsalardı belki bir dereceye kadar bilgisizlik sebebiyle mazur görülebilirlerdi. Fakat öyle değil, insanların Allah'ın sonsuz gücü ve kudreti karşısında nasıl aciz ve zavallı olduklarını fiilen gösteren bir takım felaketler ve acılardan sonra, ilâhî rahmetten azıcık birşey tadıverince, Allah'ın âyetlerinin hakkına riayet edecek, verilen nimete şükredecek yerde, o acı günleri ve sıkıntıları hemen unutup, gerek tekvinî, gerek tenzili (indirilmiş) olan ilâhî âyetleri gözardı ederler. Onların hakkına riayet eylemek, onlardan ders ve ibret almak yerine, onlar ve onlarla bildirilen hükümler aleyhine birtakım hilelere başvurmak ve entrikalar çevirmek için yollar aramaya başlarlar. O sıkıntı şundan oldu, bundan oldu gibisinden mazeretler aramaya kalkarlar veya bu içinde bulunduğumuz nimet bizim çabamız ve dirayetimiz sayesinde elde edildi, derler. Allah ne diye bizim işimize karışsın, böyle şey olur mu şeklinde ileri geri konuşmaya başlarlar. Allah'ın âyetlerinde bildirilen irşatları dinlemeyip Allah'a oyun oynamaya kalkarlar.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|