Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Yunus Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #2  
Alt 03.07.18, 09:44
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,902
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Bunlar o burçlar, o menzillerdir ki, cahiliye devri arapları envai müstamtarayı (sığınılacak yıldızları) bunlara nisbet ederlerdi.

Hasılı Allah o ziyayı ve nuru yaptı ve o nura menzil menzil değişik miktarlar tayin etti ki, senelerin sayısını ve hisabı bilesiniz. Yani, o ziya ve nur "ihtilaf-ı mekadir" denilen mikdarların değişmesi sayesinde, gök cisimlerinden ve yer cisimlerinden, maddeden ve mekandan, başlangıç ve sonuç noktalarını idrak etmeye, anlamaya yarayacak olan madde, mekân ve zaman fikrine, âdet ve hesap bilgisine geçip, dinî ve dünyevî işleriniz için bilgi sahibi olasınız. Doğumdan ölüme, dünyadan ahirete doğru ömürlerinizin akışını gösteren senelerin adedini, aylar, günler, geceler v.s. sizi ilgilendiren ve ilgilenmeniz gereken vakitlerin hesabını bilesiniz. Bunları bilesiniz ki, dünyada yaptıklarınızın hesabını Allah'a vermek için kendinizi ve amellerinizi muhasebe edecek hesabı belleyesiniz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı Allah onu, başka şekilde değil, ancak hak ile, hikmet ile yarattı. Yani, o ziya ve nur ve o miktarlar ve menziller ile gördüğünüz o güneşi ve ayı batıl ve abes olarak yaratmadı. Bunlar aslı olmayan birer hayal değildir. Yaratılmış da kendiliğinden oluşmuş şeyler, hele hele yaratıcı kudret veya tapınılmaya layık birer tanrı filan değiller. Ayrıca gelişigüzel ve tesadüf eseri olarak veya bir oyun olsun diye yaratılmış da değiller. Allah bunları, hak ile, özünde gerçek birer mahluk olarak ve açık bir hikmetle yarattı. Birtakım gerçeklerin dile gelmesinde işe yarasın diye yarattı.

Hak kelimesi, mastar, sıfat ve isim olur. Ve bundan dolayı değişik anlamlarda kullanılır. En genel olarak masdar mânâsı "sübut ve tahakkuk-ı vücud" diye ifade olunur ise de bunun esas anlamında bir mutabakat mânâsı vardır ki, herşeyden önce zihinde tasarlanan ile gözle görünenin, başka bir deyişle enfüs (subje) ile afak(obje)ın ilim ile malumun (bilgi ile bilinenin) birbirine uygunluğunu ifade eder.

Bundan dolayı bazen düşünceye, bazan da görülen objeye söylenir. Düşüncenin gözleme uygunluğu bakımından kullanıldığı zaman isabet ve doğruluk; söz, fikir, icra, karar, ahkam ve iradenin maksada uygunluğu bakımından da adalet ve hikmet anlamına gelir ve o işin sıfatı olur. Dış olaylar ve maddi konular için kullanıldığı zaman da tahakkuk (gerçekleşme) ve vuku demek olur. Frenkler öncekine "verite", ikinciye "realite" derler. Önceki sübjenin, ikinci objenin özelliğidir fakat tek başına değil biri öbürüne uyum sağlamak şartıyla. İşte hakikat ile gerçeğin aslı bu iki şıkkın birbirine uyumu ve bağdaşması demek olduğundan, hak özünde ve şeklinde her bakımdan varoluş, "vücub-i vücud" diye tarif edilir ki, bu da varlığı zorunlu olan demek olur. Vücub-i vücud ise ya bizatihi veya ligayrihi olarak düşünülebilir. Bizatihi veya lizatihi vücub-i vücud, kendi öz varlığının gereği olup hiçbir yönden başkasına muhtaç olmayan ve hiçbir noksanı kabul etmeyen ezelî ve ebedî bütün kemal sıfatlarını kendinde toplayan Vâcib Teâlâ'ya mahsustur ve "el-Hak" ism-i şerifi O'nun güzel isimlerindendir. Hak Teâlâ enfüsün ve afakın ve bütün izafetlerin üstünde onların uyum noktalarına ve vücub-i vücutlarına (zorunlu varoluşlarına) hakimdir. Hak ile hakikatın bütün mertebeleri O'nundur, O'ndan dolayı ve O'nun içindir. Yine bütün enfüs ile afakın birbirlerine uygunluğu, hakkiyyeti ve tahakkuku, yani masivallah (Allah'ın dışındakiler) bütünüyle kendi zatlarından dolayı ve kendileri için, kendi icapları ve kendi haklarıyla değil, ancak Hak Teâlâ'nın icabı ile ve O'nun hakkı için var ve varolmuşlardır. Kendi kendilerine var olmaları batıl olduğu halde, Allah'ın yaratmasıyla ve Allah için olmaları açısından haktırlar. İşte bundan dolayı bunlar vacibü'l-vücud ligayrihidirler, yani hak ligayrihidirler. Hak Teâlâ'nın tayin ettiği belli ecel ile ve belli miktar ile izafi ve nisbi bir şekilde ve anlamda hak ismini alırlar. Her birinin sınırı, vechi hak ile ilgili bir hakikatı, birbirlerine karşı bir hukuku vardır. Nitekim "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık..." (Ahkâf, 46/3) âyeti de bunu dile getirmektedir. Hak kelimesinin kullanılışındaki çeşitlilik "Hak ligayrihi" mânâsının çeşitli yönlerine aittir. Ve bütün anlamlarında bunun karşıtı "batıl"dır, ki; "imkânsız, yokluk, yok olmak, hata, zulüm, abes ve boş" anlamlarına gelir. "Vacib lizatihi" mânâsına olan "el-Hakk" isminin çoğulu yoktur. Diğer anlamlarda "hak" kelimesinin çoğulu olarak "hakaik" kullanılır. Hak kelimesi, bir de "vacibün leh", yani bir şeyin lehine, faydasına olan vacip mânâsına gelir ki, bu da başlı başına bir ifade olmakla beraber önceki esas mânânın bir ayrıntısı sayılır. el-Hakk ismi şerifi, bunun da mebde' ve zamanıdır. Bu mânâsının çoğuluna da "hukuk" denilir ki, bunun da karşılığı "vacibün aleyh" veya sadece "vacib", "vecibe" ve kendi dil geleneğimizde "vazife", "görev"dir. Bütün hak ve hukukun mercii olan "Hak Teâlâ", vacib lizatihi olduğundan O'nun hukuku vardır: Uluhiyet ve Rububiyet (yani, Tanrılık ve Rablık) O'nun hakkıdır. Fakat aleyhine herhangi bir vecibe ve vazife tasavvur olunamaz. "Ne dilerse onu yapar."(Buruc, 85/16), "Yaptığından sorumlu tutulmaz."(Enbiyâ, 21/23), "Allah'ın vaadi haktır." ve "Rabbin kendi üzerine rahmeti yazdı." (En'âm, 6/12) âyetleri gereğince kendinin kendisine görev kıldığı hususlar vardır. Ve ancak bu anlamda, yani Allah'ın vaad ettiği hususlar açısından kulların Allah üzerinde hakkı söz konusu edilebilir. Ve şeriat dilinde böyle varid olmuştur. Bu âyetteki ifadesini İbnü Cerir gibi bazı müfessirler Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan ile tefsir etmişler ki, bu tefsire göre harf-i cerri sebebiyye olmak gerekir. Birçok müfessir ise bunu, "Biz gökleri ve yeri ve ikisi arasındaki her şeyi oyuncak olsun diye yaratmadık." (Duhan, 44/38), "Ey Rabbimiz! Bunu sen boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 3/190) âyetlerinin yardımıyla boş, abes, batıl, oyuncak olmamak şeklinde, ayrıca yüce yaratıcının murad ve maksadına uygun bir çok faydaların gerçekleşmesi mânâsına ilâhî ilmi ve iradeyi içine alan belağatli ve hikmetli olarak yaratmak şeklinde tefsir etmişlerdir ki, bu tefsir şekline göre, buradaki hak liğayrihi mânâsınadır ve "bâ" harfi de mülabese içindir.

O yüce Yaratıcı ilim ehli olan, bilen ve anlayan bir kavme âyetlerini tafsil eder, ayrıntılı olarak bildirir. İlmi olanlar ve bilme özelliğine sahip bulunanlardır ki, Hakk'ın hikmet ve ahkâmına delalet eden tekvinî veya tenzilî âyetlerinin tafsilatına (ayrıntılarına) vakıf olabilir ve onlardan faydalanabilir. İlimlerin gelişmesi ve dal budak salması bu tafsilî bilgiler ile ilişkili olarak sonsuz şekilde gelişme gösterir. Anlaşılıyor ki, bu tafsil ve terakkide cemiyetin ilim yönünden gelişmişliğinin de önemi vardır. Burada özellikle ilim sıfatının zikredilmesi, hak konusunda az yukarıda işaret ettiğimiz mutabakat (uygunluk) kaydına bir işarette bulunmaktır. Hakkın ilmi vardır ve ancak ilmi olanlar hak ile ilgilenir.

6-7- Allah'ın ilim ehli olan kavme ayrıntılı olarak açıklayacağı âyetler acaba ne gibi âyetlerdir?

Şurası kesindir ki, gece ile gündüzün ihtilaf edişinde, yani gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde, sürekli değişip durmalarında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, yüksekde güneş ve ay ve diğer yıldızlar, gök cisimleri ve bunlardaki ziya ve nur, miktar, yörünge, hareket ve çekim konuları ve yer yüzü ve yer altındaki varlıkları ve zenginlikleriyle dünyamızdaki bütün olup bitenlerde, hepsinin en küçük zerresindeki özelliklere varıncaya kadar bütün varlık çeşitlerinde ittika edecek (yani inceliklerini bilip zararlarından korunacak) bir kavim için nice âyetler vardır. İnsan olanların bunları araştırmaları gerekir. Yalnızca gece ile gündüzün ihtilaf ve ardarda gelişi bile beşer bilgisi açısından bakıldığında, dünya hayatının özelliğini anlamağa başlangıç nedir, sonuç ne olacaktır meselesini düşünmeye ahireti ve hesabı hatırlatıp sevabı ve cezayı göz önünde bulundurmaya, hakka ve hukuka riayet etmeye ve Allah'ın azabından korunmak için Allah'ın rızasını gözetmeye ve hak yolundan ayrılmamak hissini vermeye kâfi gelir.

Meâl-i Şerifi

7- Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin bulanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar da vardır muhakkak.

8- İşte bunların kendi elleriyle ettikleri yüzünden varacakları yer cehennemdir.

9. Hiç şüphesiz iman edip salih ameller işleyenleri, imanlarından dolayı Rableri hidayete erdirir. Naîm cennetlerinde altlarından ırmaklar akar durur.

10. Onların oradaki duaları: "Allahım, sen yücelerden yücesin"; sağlık dilekleri "selâm", dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.

Likamızı ümit etmeyenler, yani öldükten sonra dirilip Allah huzuruna varmayı arzu etmeyenler veya Hakk'ın huzurunda hesap vereceklerine ihtimal vermeyenler, bundan dolayı da "Bu da nerden çıktı, öyle şey mi olurmuş?" diyerek bunu kabul edilemez görüp hesabtan ve ikabtan korkmayan veyahut hüsn-i cemal arzusunu duymayıp Allah'ın cemalini görmek ümit ve arzusunu taşımayanlar ve dünya hayatına, pek alçak ve pek yakın olan hayata razı olup onunla mutmain olanlar, dünya nimetleri ve zevkleri ile yetinip bununla kalbi sükunet bulanlar ve gelecekleri (istikballeri) tehlikelerden arınmış gibi, dünyaya kanaat edip ilerisini düşünmeyenler ve âyetlerimizden gafil bulunanlar, bir kısmına az önce işaret olunduğu üzere, kâinat kitabının sahifelerinde ayrıntılı olarak açıklanmış veya o açıklamalara dikkat çekilmek üzere indirilmiş olan, dünya hayatının alçaklığına, faniliğine ve Allah'a kavuşmanın gerçekliğine ve önemine delalet etmekte anlamları ittifak halinde olan, ilim ve ittika ile faydalanılması gereken ilâhî delilleri, alâmetleri ve işaretleri asla göz önünde bulundurmayan, düşünmeyen ve tefekkür etmeyen o aldırışsız gafiller

8- işte onlar, bu kötü vasıflarla vasıflanmış olan o imansızlar yok mu işte onların son yatakları ateştir. Yani, o gönül verip yetindikleri ve mutmain olup huzura erdikleri dünya hayatı ve zevkleri böyle kendilerine kalacak değildir, cehenneme gideceklerdir: sebebi de kendi kazandıkları şeylerdir. Dünyada o ümitsizlik, o dünyaperestlik, o gaflet huylarını kesbetmiş olmaları ve gönül işlerinin en kötüsü bir çok mâsiyetlerin, günah ve fenalıkların kaynağı olan bu kötü huyların kazanılmasını alışkanlık edinmiş bulunmalarıdır. Bunlara karşılık:

9- İman edip salih ameller, imana yarışan işler yapanları muhakkak Rab'leri kendilerini, imanları sebebiyle dosdoğru muradlarına erdirecek. Naim cennetlerinde altlarından ırmaklar akacak, öyle bir nimet ve saadet akışı ki,

10- oradaki davaları, bütün dua ve nidaları sübhanekellahümme, yani Allah'ım sen ne yücesin, ne büyüksün diye dua etmek olacak. Çünkü yok olma tehlikesinden ve gelecek endişesinden kurtulmuş, Hakk'ın vaadine ermiş, rıdvana kavuşmuş, aynelyakin imanı geçmiş, hakkalyakin imana ulaşmış, artık başka bir istek ve arzuları kalmamış bulunacağından, duaları hep böyle, Allah'a, tesbih ve tenzih sunmaktan ibaret olacak ve orada tahiyyeleri, Allah'dan ve meleklerden aldıkları iltifat ve birbirlerine sundukları sağlık ve afiyet dilekleri, dil ucuyla söylenmiş, nezaket sözleri değil, selâm, hep selâm ve kayıtsız şartsız selâmettir. Hoşa gitmeyen bütün çirkinliklerden mutlak ve daimi bir selâmettir. Ve davalarının ahiri: dua ve niyazlarının sonu, hakikaten elhamdü lillahi Rabbilalemin "hamd, âlemlerin Rabb'inedir" demekten ibaret olacaktır. Her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her türlü sevincin sonunda onlar "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diyerek sözlerini bitireceklerdir.

Bu ifade bilindiği gibi Fatiha Sûresi'nin başıdır. (Daha geniş izahat için oraya bakınız). Nimeti verene bir özel saygı ifadesi demek olan hamdin zevki, nimeti takdirden meydana gelen yüksek bir sevinç ve sürur ifade ettiği ve bunu açıkça dile getirdiği ve bunun mertebelerinin izahı Fatiha sûresinde geçmişti. Bundan dolayı burada nimetin ve nimeti verenin kadrini takdir edip, hakkına saygı göstermek zevkinin, Fatiha'dan anlaşıldığı üzere hidayet ve saadetin yalnızca başı değil, bütün nimetlerin ve saadetlerin sonucu, en son kemal mertebesi ve nihai gayesi olduğu ve bu suretle cennet nimetlerinin sonsuzluğu ve hakkın rızasının herşeyin üstünde olduğu gösterilmektedir. Cennet ehli naim cennetleri içinde, beşerin kalbine doğmamış olan ebedi nimetler ve lezzetlerle lezzet alır ve nimetlenirken dünya hayatında birçoklarının yaptığı gibi nimete sahip olma hırsıyla nimeti vereni unutmayacak veya alışkanlık ile nimeti hor görmeyecek, "O mahiler ki, derya içredir deryayı bilmezler." cinsinden olmayacak, nimetin kadrini hakkıyla bilecek, nimetleri vereni görecek, O'nun hakkını, şan ve azametini bütün zevkiyle duyacak ve gerçek tatminin nimete ulaşmakta değil, nimeti verene kavuşmakta olduğunu görecektir. Onun içn cennette hiçbir noksan ve hiçbir ihtiyaç bulunmadığı ve ibadet için mükellefiyet dahi bulunmadığı halde cennet ehli yine de en büyük lezzetin ve heyecanın Cenab-ı Kibriya'yı tekrim ve tenzih etmekle duyulacağını görecek, Allah'a dua ve senadan ayrılmayacak. Bütün dua ve davaları sadece Allah'ı tesbih ve tahmid olacak. Yaptıkları her duada, Allah'dan ve meleklerden tahiyyat ve selâm alarak bambaşka bir saadete erecekler şu halde dualarının hepsi mutlaka hamd ile sona erecektir. Dünya hayatında bu zevk ve lezzetin bir benzeri namazdır. Bundan gafil olan ve herhangi bir alay ve eğlence seyretmek için koşan çocuklar ve cahiller, namazı bir külfet sayarak ancak bir teklif ve baskı altında kılarlar ve başları dara düşmeden Allah'a dua ve ibadet etmezler.

Arifler ise bunu büyük bir zevk ve bir mirac bilirler. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'i "Namaz benim gözümün nurudur." ve "Namaz müminin miracıdır." buyurmuştur. Yine, cennet ehlinin bu zevkine dünya hayatında iken erişmiş olmak için müslümanlar tahiyyatları selam olduğundan, her dua ve ibadetin sonunda bir fatiha okurlar. Çünkü insanlar dünyada elde ettikleri ve alışkanlık haline getirdikleri yaşayışla ve ruh halleriyle ölecekler ve hangi halde öldülerse onunla dirilip haşrolacaklar. Ve bundan dolayı bir günü, mutlaka bir gecenin takip etmesi muhakkak ve sonucun da ölüm olduğu kesin olan bu dünyayla yetinip onunla tatmin bulan, Allah'a kavuşmayacağını zannederek yaşayanlar, ölümden sonra elim bir azab yeri olan cehenneme giderken, iman ehli ve şükür ehli olanlar selam ve selamet tezahüratları arasında "Hamd, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur." diyerek cennete girecekler.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147