Yunus Suresi Açıklamalı Tefsiri
10-YUNUS:
Elif-Lâm-Ra, Allah bilir muradını! Görülüyor ki, bu sûre dahi hece harfleri ile başlıyor. Demek ki, bunda da remzî (sembolik) bir ifade var. Özünü akılların kavrayamayacağı ilâhî bir sır ve mucize söz konusu oluyor. Bunun gibi sûre başlarındaki harfler hakkında Bakara Sûresi'nin başında bilgi verilmişti. Burada da bununla ilgili olarak özellikle rivayet olunmuş bulunan bazı görüşler vardır. Bunlar arasından birkaçı şöyledir:
- Rab benim, Ben Rabb'im.
- Ben Allah'ım, görürüm,
- Ben Allah'ım Rahmân'ım,
anlamlarına remz olduğu söylenmiştir. 'dan isminin meydana geldiği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber bu harfleri işaret olunan mânâlara bir remz ve terkip olmaktan ziyade, doğrudan doğruya anlamı Allah'a havale olunması gereken müteşabihattan olması dolayısıyla sınırsız ihtimaller içinde bu anlamları da hatırlatması şeklinde anlamak daha uygun olur. Bu "hurûf-u mukatta'a'yı müteşabihattan saymayan tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre ise de olduğu gibi herşeyden önce sûrenin ismidir. İkinci olarak elifba ve ebced (yani a, b, c, d) gibi herkesin bildiği hece harflerinin hem tek tek, hem de bileşik durumlarını anlatan yeni bir isimdir ki, mânâlı kelimelerin aslı bulunan bu hece harflerini böyle özel bir şekilde ihtar ederek, bu basit, sınırlı ve belirsiz harflerden Allah'ın hikmetiyle sınırsız bir şekilde anlamlı kelimeler ve cümleler yapılabildiğini ve insanların bu sayede söyleyip anlamak gibi büyük bir nimete erdiğini ve bundan birçoklarının gafil olduğunu, aslında bu durumun ilâhî kudrete gayet ince bir delil demek olduğunu gözler önüne sermektir. İşte Kur'ân nazmının da o basit ve sınırlı alfabe harflerinden meydana gelmiş olmakla beraber öbür kelâmlar gibi değil, herkesin bildiği elifbayı yeni duydukları ve sırrına eremedikleri bu "Elif-Lâm-Ra" gibi yepyeni bir şekilde ve benzeri görülmemiş bir sanat ve estetik anlayışı ile ortaya koyan ve söz dizmede usta olan bütün edebiyatçıları ve belağatçıları bir benzerini meydana getirmekten aciz bırakan fevkalade sanatlı ve seçkin bir hikmetli kitap olması, onun Allah tarafından indirilmiş bir mucize ve bir peygamberlik belgesi olduğuna delalet eden çok açık bir delil teşkil ettiğini anlatır. Bütün inkârcılara tehaddi ile (hodri meydan diyerek) meydan okur.
Ayrıca çok dikkate şayan bir şeydir ki, "Elif-Lâm-Mim" hece harflerinde bütün harflere şamil olan boğaz, dil, dudak, üç mahrecin üçünü de içine aldığı halde "Elif-Lâm-Ra" hece harflerinde ise esas itibariyle boğaz ve dil mahreçleri ile yetinilmiştir. Gerçi "elif" ve "lâm" isimlerinin telaffuzunda birer dudak harfi olan "fe" ve "mîm" harflerine de işaret varsa da yazılışta olduğu gibi "elif, lâm, mîm" deki şekliyle mevcut değildir. "Elif" aksayı halk denilen gırtlağın en dip kısmından çıkar, "lâm" ile "ra" ise ağız içinde dil ucundan çıkar. (elif-lâm-mîm" denilince içerden başlayıp dudaktan dışarıya çıkan bir heceler dizisi söz konusu olduğu halde, (elif-lâm-râ) denilince heceler henüz ağız içinde ve dil ucunda çalkalanıp durmaktadır. Bu zevke göre, bütün Kur'ân'ın bir ismi olabilirse de ancak bir sûre ismi olabilecek bir vahiy sırrı demek olur. Bununla beraber bunun Kur'ân'ın bir ismi olduğu da söylenmiştir ki, bu da o zaman henüz nüzulün tamam olmamış bulunması itibariyle dikkate alınabilir.
Allah bilir.
Onlar, sana nazil olan ve akılları hayrette bırakan o bediî harfler, yani bu sûre veya kâfirlerin şaşıp kaldıkları ve bir türlü kabul etmek istemedikleri diğer sûreler, o hikmetli kitabın âyetleridir.
Hakîm: Hikmetli, hâkim, muhkem, mâbihil-hüküm (kendisi ile hükmolunan), mahkûmun fîh (hükmü kesin olan) anlamlarına gelir ki, Kur'ân hakkında herbiri ayrı açılardan doğrudur. Esasen hikmet sahibi ve hâkim (hüküm veren) anlamlarına Hakîm, Allah Teâlâ'nın esmâ-i hüsnasından olmakla Kur'ân'ın bu isimle adlandırılması, Allah'a olan nisbetini kuvvetle ifade etmek için bir mecaz demek olur.
Âyet (âyetler)'in kitabın bütününe izafeti de ya cüz'ün külle izafeti şeklinde olur ki, meşhur olan budur. Yani bu sûre, ilâhî hikmetleri ve hükümleri içine almış olarak nazil olmakta bulunan o muhkem kitabın, o Kur'ân-ı Azîmüşşan âyetlerinin bir kısmıdır. Veya delilin medlule izafeti olmakla da mümkündür: Nitekim "Elif-Lâm-Râ" hece harflerine işaret olduğuna göre asıl hikmetli kitap, mânâ ve hece harflerinden meydana gelmiş olup, o mânâya delalet eden ilâhî nazım da onun âyetleri, yani delalet eden delilleri demek olur.
Her iki takdirde de kitap hakîm olduğu gibi ona izafetle âyetlerin dahi hakîm olduğu anlaşılır, ki, bu cihet Hûd Sûresi'nde "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri (önce) muhkem kılındı, sonra ayrıntılı olarak açıklandı." (Hûd, 11/1) diye açıklanacaktır. Gerek Hûd Sûresi'nde, gerek İbrahim Sûresi'nde diye buyurulmuş olması "âyâtü'l-kitab" izafetinde gözlenen birinci vechi destekler görünmektedir. Hasılı Kur'ân, ilmî ve amelî yönlerden ilâhî hikmetle dopdolu, Hakk'ın hükümlerini içermek bakımından mümin ve kâfir herkes hakkında hakim ve öyle hakim ki, Kur'ân ne diyorsa, herkesin başına gelecek olan hüküm olur. Beşer fiilleri ve eylemleri hakkında adalet ve iyilik konularında hüküm vermeye esas ve ölçü edinilecek bir ilâhî kanundur. Halka hidayet rehberi, itaatkârları sevap ve cennetle müjdeleyen, isyankârları ikab ve cehennem ile inzar edip uyaran kesin hükümlü, gerek nazmı, gerek mânâsı her türlü noksandan ârî kılınmış, beyan ve belâğatı bedî' ve güçlü, tahriften korunmuş, özellikle "ümmü'l-kitab" olan âyetleri, neshi kabil olmayacak şekilde ebediyyen muhkem hakikatleri ve ezeli ahkamı dile getirir. Kur'ân bu özellikleriyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin en mükemmel şahidi ve bir benzerinin ortaya konması mümkün olmayan parlak mucizesi olmak üzere, inzaline, itmamına ve ahkamının icrasına Allah Teâlâ'nın kesin hükmü ve iradesiyle ilişkili olmak bakımından "mahkumûn fîh", yani bu vecihlerden her biri ile teker teker ve bütünüyle topyekün hakim bir kitaptır. İşte bu okuyacağınız sûresi de diğer okuduklarınız ve daha okuyacaklarınız gibi o hakim kitabın bir kısım âyetleridir ki, bunlarda kâfirleri şaşırtan ilâhî sırlardan ve hikmetlerden bir kısmını görüp anlayacaksınız.
2- İnsanlar için bir acaiplik mi oldu? Yani, insanlar için tuhaf bulunacak, şaşılacak, vukuuna inanılmayacak, garip kabul edilecek bir şey mi oldu. Onlardan bir ere, melek değil, beşer cinsinden olan bir erkeğe dünya malı ve mülküne yani fazla bir servete ve ihtişama sahip olmayışı bakımından sıradan insanlardan biri sayılan ve fakat yüce faziletleri ve kudsi hasletleri bakımından bütün insanlığın medar-ı iftiharı durumunda en yüksek, en seçkin bir ferdi olan büyük bir erkeğe, insanları inzar et, uyar diye vahyetmemiz, bütün insanların ahirette başlarına gelecek korkunç ahval ve dehşeti haber ver, küfür ve isyanın akıbetinden korkut; iman edenlere de şunu müjdele: Onların Rab'leri katında kendileri için muhakkak bir "kadem-i sıdk" vardır.
Kadem: kelimesi "kıdem" benzeri olarak bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğerlerini geçmiş olmak; gerek hâl, gerek hayır, hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe v.s. bakımından ilerde olmak demektir. Bunun müennesi "kademe" demektir ki, bu da dilimizde derece anlamına kullanılır. "Kadem" aynı zamanda "ayak" anlamına gelir, yani ayağın topuktan aşağısı, daha doğrusu tabanı demektir. Bir şeyin mukaddemine , yani yarışta en önde gelenine ve kahramanına da söylenir. Filanın, filan hizmette kıdemi, veya kademi var demek, o işte önceliği ve herkesten fazla hizmeti var demektir. "Filanın hayırda bir kademi vardır" demek, diğerlerine önayak olmuş, cesaretle işin başını tutup ileri götürmüş demek olur. "Kadem-i sıdk" deyimine de müfessirler, güzel amel, hayır işlerinde başta olmak, levh-i mahfuzda liste başında gelmek, birincilere takdir edilmiş olan bir mükafata ermek, yüksek bir rütbe ve makam gibi mânâlara tefsir etmişlerdir. Fakat âyetin gelişinden (siyakından) anlaşıldığı, ayrıca Hasen ve Katade'den rivayet olunduğu üzere burada muradın peygamberimize mahsus şefaat olduğu açıktır.
Kadem-i sıdk: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat makamı ve Kamer Sûresi'nde geleceği üzere "Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında (hoşnutluk içinde)dırlar" (Kamer, 54/55) âyeti gereğince, müttakilerin cennetlerde Allah Teâlâ'nın yüce katında tespit edilmiş olan "sıdk makamı"na girmeleri için önlerine düşen ve onlara yol gösteren delilleri ve önderleri olması cihetlerini ifade eden bir özel deyimdir. Yani, Allah Teâlâ'nın, bu kitab-ı hakimi vahyettiği o erin, o zât-ı Muhammedi'nin Allah katında öyle yüksek bir değeri, derecesi ve makamı, öylesine yüce bir sıdk u emaneti vardır ki, Allah huzurunda müminler için sıdk ile şefaat edecek ve önlerine düşüp cennetlere ve o Melîk-i Muktedir (güçlü melik) katındaki sıdk makamına vasıl olmalarına kadar onlara önderlik yapacak rehberlik edecektir. Şu halde beşer cinsinden bir ere Allah Teâlâ'nın böyle vahiy ve risalet vermesi, Allah katında onlara önem verildiğini ve şeref bahşedildiğini gösterir, müminler için de büyük bir beşareti ve müjdeyi içerir.
Şimdi böyle, bu inzar (korkutma) ve tebşir (müjdeleme) esası üzerine gönderilmiş olan o hikmetli kitabın âyetlerini vahiy yoluyla insanlar içinden dünya malı ve rütbesi bakımından gücü ve şöhreti olmayan bir adama nübüvvet ve kitap verilmesi, Allah tarafından insanlara peygamber olarak gönderilmesi nasıl olur da yakışıksız, garip ve acaip bir şey sayılır? Ve nasıl olur da bu hakikat, bu ilâhî ihsan, insanlığın medar-ı iftiharı olmaz?... Bu durum o insanlar için bir ucube mi oldu ki, "Kâfirler dediler ki; hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır." Nafî, Ebu Amr, İbnü Amir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde okunur, o takdirde gelen âyetler ve vahiy olayının kendisi kastedilerek "Bu hiç şüphesiz apaçık bir sihirdir." anlamına gelir. Kâfirler, bu herhalde beliğ yani apaçık bir sihirbazdır veya apaçık bir sihirdir, dediler. O inzarı ve tebşiri içeren hikmetli kitaba hak vahyi demek istemediler. Bununla beraber fevkalade yüksek olan icazı ve hikmeti karşısında büyülenmiş gibi hayrete kapılmaktan da kurtulamadılar; Peygamber'e sihirbaz, üstelik mübin, usta, ileri derecede bir sihirbaz dediler. Vahiy ve nübüvveti acaip ve garaip ile aldatıcı, göz boyayıcı sihirbazlık, o hikmetli kitabı da bir sihir gibi göstermek istediler. Çünkü beşerden birinin Allah'dan vahiy alıp peygamber olmasını acaip buluyorlar.
Özellikle beşer içinde Arabî, Kureyşî, Mekkelilerden seçilip süzülmüş ihtişamsız bir zatın Allah tarafından kendilerine peygamber olmasından hiç hoşlanmıyorlar, bâri bu Kur'ân iki beldenin birinden azametli bir adama inseydi "Bu Kur'ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) diyorlardı. Bu âyetteki istifhamı, bir istifham-ı inkârîdir ki, onların hayretine hayret ettirmek nüktesini ifade eder. Yani taaccüp ve inkâr edilecek, Allah'a yakıştırılamıyacak bir şey mi var ortada? Allah'a yakıştıramadığınız şey, Allah'ın beşer cinsinden bir erkeğe vahiy gönderip, onu insanlara peygamber yapması mıdır? Şaşılacak şey bu değildir, asıl şaşılacak şey sizin buna sihir demeniz ve inkâr etmenizdir. Daha doğrusu bütün insanlara inzar (korkutma) ve tebşîr (müjde) yapacak peygamber melek cinsinden olsaydı, asıl o zaman şaşmak gerekirdi. Nitekim bunu beyan etmek üzere "Eğer biz onu (peygamberi) bir melek kılsaydık, yine onu bir adam şekline sokardık, onun peygamberliği hakkında şüpheye düşecekleri yine şüpheye düşürürdük." (En'âm, 6/9) buyurulmuştur. Yine bunun gibi, İsrâ Sûresi'nde "De ki; Eğer yeryüzünde uslu uslu dolaşan melekler olsa idi, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (İsrâ, 17/95) buyurulduğu üzere, melekten peygamber meleklere veya melek hasletli kimselere yakışırdı. Zira peygamberliğin faydalı olması için peygamber ile ona muhatap olanlar arasında tecanüsün bulunması büyük önem taşımaktadır. Böyle ilâhî vahye mazhar olup, Allah katında yüce risalet makamına ermiş olan bir zatın durumuna erememekle beraber onun hemcinsi olarak yanında, yakınında bulunmak da büyük bir mazhariyettir, ona inananlar için Allah katında öyle bir "kadem-i sıdk"a nail olmak gibi büyük bir mutluluk, büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığı hor görüp, yüksünüp reddetmek ne kadar aptallık, ne büyük budalalıktır! Asıl esef edilecek, asıl hayret edilecek hâl işte budur.
İnsanlara harfleri öğreten, isimleri ve sözleri türetmeyi belleten, onlardan mânâ çıkarma, anlama ve anlatma nimetini ihsan eden Rabbülâlemin'in bir kuluna o vahyi veremiyeceğini, o inzar ve tebşiri yapamıyacağını, o sadık ve mütevazi kulunu dilediği gibi yükseltemiyeceğini vehmetmek, bu Allah vergisi nimete dudak büküp "nasıl olur?" diye taaccüp etmek, Hakk'ın hikmetine karşı gelmek, Allah'ın Resulü'ne sihirbaz, âyetlerine sihrî demek, hasılı ilâhî saltanatı kontrol altında tutmaya kalkışmak, irşadını, uyarısını iğfal sanmak ne kadar acaip bir tutum, ne tehlikeli bir hareket ve cüret bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
3- Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. O'nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
4- Dönüşünüz hep O'nadır. Allah'ın vaadi haktır. Herşeyi ilk baştan yaratan O'dur. Sonra iman edip salih amel işleyenleri hak ettikleri ölçüde mükâfatlandırmak için geri döndürecek olan yine O'dur. Kâfirlere de inkâr ettikleri için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır.
5- O Allah'dır ki, senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye güneşi bir ışık, ayı da bir nur yaptı. Ve aya menziller tayin etti. Allah bunu hak olarak yarattı. O, bilecek olan bir kavim için âyetlerini ayrıntılı olarak açıklar.
6- Elbette gece ile gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında sakınan bir kavim için bir çok delil vardır.
3- Muhakkak ki, Rabbiniz, yani sizden bir eri, sizi uyarsın ve müjdelesin diye vahiyle şereflendirip size peygamber olarak göndermesine hayret edip şaştığınız ve hikmetli kitabına sihir dediğiniz, sizin de malikiniz O Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Â'râf, 7/45 âyetinde bununla ilgili izahat verilmişti, oraya bkz.) Bu gökler ve yer yok iken onları, aşağı yukarı kâinatın bütün bölümlerini (galaksilerini) öyle seri bir dereceleme ile yarattıktan başka sonra da arş üzerine istiva eyledi. Bütün bu kâinat (Cosmos) mülkünü hükmü altına aldı, yaratılmış ne varsa hepsi üzerinde, yani bütün zerrelerin ve kürelerin, cisimlerin ve ruhların ve bütün kuvvet ve enerjilerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde hüküm ve saltanatını icraya başladı. Yani işi tedbir ediyor, arşından arzına varıncaya kadar gerek cüz'î, gerek küllî, kâinatın bütün işlerini tedbir ediyor, yönetiyor ve yönlendiriyor. Herşeyin melekûtunu elinde tutuyor.
Tedbir: Bir işin iyi bir sonuca ulaşması için ardını ve akıbetini, önünü sonunu, bilerek, hesap ederek gözetmek, takdir ve idare etmek demektir ki, burada murad, bütün işlerin birbirine bağlı olarak gelişmesini ve en son akıbetini tayin eden Hakk'ın hükmü ve takdiridir.
O öyle yüce bir Rab'dır ki, O'na karşı hiçbir şefaatçi yoktur. Onun işine karışacak, emrine ve tedbirine müdahale edebilecek bir şeriki ve naziri, yani eşi ve benzeri olmak şöyle dursun, O'nun huzurunda hiçbir kimse için kendiliğinden şefaat edebilecek hiçbir yardımcı bile yoktur. Hiçbir zaman böyle bir yardımcı yoktur. Ancak O'nun izninden sonra. Yani O izin verirse, O'ndan izin çıkarsa ancak o zaman bir şefaat eden bulunabilir. Nebe Sûresi'nde de "O gün Rahman olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası tek kelime bile söyleyemeyecek..." (Nebe', 78/38) buyurulduğu üzere, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve rahmetine bağlı olarak verilen izin üzerine konuşacak olan şefaatçılar da doğru ve savaptan, yani gerçekten ve doğrudan başka bir şey söyliyemiyecekler. Bu sıdk u sadakat ve istikamet sahibi olan ve şefaat etmekle izinli kılınanlar da ancak şefaate lâyık olanlara şefaat edebileceklerdir ki, bu liyakatın ilk şartı imandır. Onun huzurunda müminlere bir "kadem-i sıdk" tebşiri ile, o inzar ve tebşir emriyle o erkeğe bu kitab-ı hakimin vahyolunması bu izin ve sıdk ile ilgilidir. Yoksa kimin haddine düşmüş ki, O'na yaklaşabilsin kimin haddine düşmüş ki, O'nun hükmüne boyun eğmesin.
İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. Eşi ve benzeri olmayan böyle azametli bir zülcelaldir. İşte O'na ibadet ediniz. Yani, O'nun birliğini, biricikliğini bilerek, O'nu gerçek mabud tanıyarak, kemal-i ta'zim ile yalnızca O'na ibadet ediniz. Taştan, ağaçtan yapılmış şekil ve suretler şöyle dursun, ne bir meleği, ne bir nebiyi O'na şerik koşmayınız, O'nun indirdiği vahiy âyetlerine iman ediniz ve âyetlerinin ahkâmına uyunuz. Hâlâ düşünüp aklınızı başınıza almaz mısınız? Bu hakikatleri bilip Rabbinizi bu azamet ve kibriyasını hatırınıza getirip bir düşünmez misiniz? Aklınızı başınıza toplayıp, bu azametli kudret karşısında haddinizi bilmez misiniz?
4- Nihayet hepinizin toptan dönüp varacağınız merci O'dur, dönüşünüz O'nadır. "Andolsun ki, sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi yine teker teker bize gelirsiniz" (En'âm, 6/94) âyetinde açıklandığı gibi, ölüm ile dönüş teker teker olduğu için, burada ihtar olunan toptan dönüşten murad da öldükten sonra dirilmek şeklinde olan rücudur. Nitekim bu mânâyı desteklemek açıklığa kavuşturmak ve ispat için buyuruluyor ki:
Hakk'a Allah vaadi böyledir. Gerçekten ve kesin olarak Allah'ın vaadi böyledir. Muhakkak ki O, halkı bed' eder sonra onu iade eyler. Yaratmayı ilk baştan neş'et-i ûla (Ruhun bedene girmesi) ile yapar, sonra döner onu yeni baştan neş'et-i uhra (âhirette yeniden dirilme) ile yaratır. İşte bu iade ve irca' şunun için yapar ki, İman edip salih amel işleyenlere adaletle, yani zerre miktarı haksızlık yapılmamak kaydıyla ecir ve mükafat versin. Kâfir olanlara ise bunlara da hamimden bir şarap yani kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. Bunları da böyle cezalandıracaktır. Çünkü küfür ve inkârda direnmeleri sebebiyle bunu hak etmişlerdir.
5- O, O'dur ki, yani bu yeniden dönüşü yaratacak ve cezayı verecek olan Allah, öyle bir yaratıcı, öyle bir düzenleyip tedbir edicidir ki, Güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur yaptı. Bu ifadelerden ziya ile nurun farklı şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunların ikisi de aslında karanlığın karşıtı olan aydınlık olayını ifade ettikleri, bunun da çeşitli şiddet derecelerine göre birtakım mertebeleri bulunduğu bilinen bir şeydir. Bunların hepsine nur adı verilebilir. Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklık, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur. Bir tarife göre de nur, ziyanın ışığı ve şuaıdır, karanlığı gideren şu'lesidir. Bu o demek olur ki, karanlığın en yakın karşıtı nurdur. Ziyada nurdan başka birtakım özellikler daha vardır. Mesela, ziyada ısı ve yakıcılık bulunabilir. Nitekim ziya ısı veren ve vermeyen özelliklere ayrıştırılabilir. Fakat nur, sırf zulmet karşıtı olan ve ziyadan birtakım tahliller yoluyla alınabilen bir mânâdır. Ayrıca denilmiştir ki, ziya bizzat olana, nur araz yoluyla olana söylenilir. Şu halde burada ay nurunun güneş dolayısıyla meydana geldiğine işaret vardır. İsra Sûresi'nde de gelecek olan "Gecenin âyetini sildik, yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık." (İsra, 17/12) ilâhî beyanı ile bu konu daha çok açıklık kazanmış olur. Bu suretle aya bir nur verilmiş olması ayın mahvı meselesini de hatıra getireceğinden, burada güneşe tapanlara karşı güneşin de, ayın da sonradan yaratılmış birer mahluk olduğu ve onlar üzerindeki kudret ve hakimiyetin de Allah'a ait bulunduğu, böylece uluhiyet ve rububiyet hakkının yalnızca O'na mahsus olduğu iyice anlatıldıktan başka, güneşin ziya yapılması bir neş'et-i ûla, yani ilk baştan yaratma işini, ayın da nur yapılması neş'et-i uhra, yani yeni baştan yaratma işini ve bir iade işlemini göstermiş oluyor ki, sözün akışı gereği olarak, bu ilk yaratma ve yeni baştan yaratma kudreti aslında güneşin ve ayın sürekli hareketlerinde her an gözlenip duran bir olaydır. Lâkin ayın hallerinden ikinci yaratılış demek olan neş'et-i uhraya delalet, daha açık ve daha ayrıntılı olarak gözlenip okunmaktadır. Gerçekten Allah Teâlâ, gündüz âyeti olan güneşi ilk yaratılışında bizatihi ziya (ışık) kaynağı olarak yaratmış ve henüz onu mahv ve tekvir etmediğinden, o ziya kaynağı istikrarını bulmak üzere şimdi olduğu gibi dönüp durmaya devam etmektedir. Gece âyeti olan ayı ise ilk yaratılışından çıkarıp söndürmüş, yani ilk şeklini mahvetmiş, değiştirmiş ve ona ikinci bir yaratılış aşaması vererek ziyadan yansıyan bir nur ihsan etmiştir. Yani, fiilinin güneşe taalluku bakımından inşa ve aya taalluku bakımından tasyirdir.
Evet Allah odur ki, güneşi bir ziya yaptı, ayı da bir nur. Ve ona, yani aya birtakım menziller takdir etti. Ay, menzilden menzile seyreder ve her birinde nuru değişik tahavvülat ile belli bir miktar arzeyler. Araplar ayın menzillerini yirmi sekiz menzil sayarlardı ki, her birinde ay bir gece bulunur, bütün menzillerin sonunda da bir veya iki gece gizlenir. Menzillerin isimleri de şöyledir: Eşşeratan, Elbütayn, Essüreyya, Eddeberan, Elhak'a, Elham'a, Ezzira, Ennesre, Ettarf, Elcebhe, Ezzübre, Essarfe, El'avva, Essimak, Elfakr, Ezzübana, El'iklil, Elkalb, Eşşevle, Enneaim, Elbelde, Sa'düzzabih, Sa'dübüla', Sa'düssü'ûd, Sa'dül'ahbiye, Elferu'ulmuahbar, Erreşa ki, bunun bir adı da Hut'tur.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|