Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Hud Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #2  
Alt 03.07.18, 09:39
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,885
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Evvela gaflet edilmemeli ki, bu saltanat cereyanı, kinaye olarak suyun özelliğinden çıkan bir anlamdır ve onun gerektirdiği bir mülahaza şeklidir. Bunun doğrudan doğruya suyun akışı ile ilgisi yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, eserde yani "suyun sırtı üzerinde"(2) tabiri varid olmuş ve böylece kinaye anlamına yardımcı olan bir kaynak gösterilmiştir. Öbür açıdan da yine bunun hakikat anlamına olmadığını göstermek faydalı olacaktır:

Ayrıca bilinen bir husustur ki, kinayeler, gerekli olan düz ve doğrudan mânânın anlaşılmasına engel değilse de onun mutlaka söylendiği gibi olması da şart değildir. Bundan dolayı ilk yaratılış sırasında suyun bilfiil mevcut olması gerekmez. Fakat bu saltanat cereyanı, çeşitli ve değişken anlamına gelebilecek şeylerden, mesela rüzgardan kinaye yapılmayıp da özellikle suyun seçilmiş olmasında elbette suyun önemine işaret eden bir incelik ve faydalarını düşünmeye yönelik bir nükte bulunmaktadır. Bunu her zaman için hesaba katmak gerekir. Biz bunda "Biz her canlı şeyi sudan yarattık.." (Enbiya, 21/30) ifadesinin altında yatan mânâya bir işaret buluyoruz. Bazı hadislerden ve eserden anlaşıldığına göre, ilk yaratılışın altıncı günü, yani son aşaması canlıların yaratıldığı devirdir ki, Âdem aleyhisselam bunun ikindi vaktinde, yani sonuna doğru yaratılmıştır. Demek ki, o gün ilâhî saltanat su üzerindeydi ve hayatı yaratma olayı üzerinde cereyan ediyordu. Ve bu cereyanın tecelli ettiği yer de su idi. Bakınız bu nükteyi şu ta'lil ve hikmet ne güzel destekliyor ve açıklıyor.

Bu yaratma şunun içindir ki, bakalım hanginiz en güzel amel yapacaksınız, sizi imtihan etsin diye. İşte o yaratma veya arşın cereyanı olayının başlıca hedefi ve hikmeti, sonunda sizin yaratılmanız ve yeryüzünde yaşamanızdır. Bu dünyanın size sorumluluk ve görev yeri yapılmasıdır ki, burada bakalım en güzel ameli hanginiz yapacaksınız? Sizi buradaki hayatınızdan imtihana çekip daha sonra size ona göre muamele edilmek içindir.

"Arşın su üzerinde" olmasını göklerin ve yerin yaratılmasından önce olan bir olay şeklinde gören tefsir bilginleri, işbu 'deki "lâm"ın yani yaratmak fiiline müteallik olduğunu söylüyorlar. O zaman bütün göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılması ve imtihana çekilmesi hikmeti ve sonucu ile ilişkili olur. Ancak izah ettiğimiz mânâ ve nükteye göre bu "lâm"ın fiiline müteallik olması daha yakın ve daha münasip olur. (Yunus Sûresi'nde 14. âyetin tefsirine bakınız.)

Bu konuda Hz. Peygamber'den şöyle bir tefsir rivayet edilmektedir "Sizi imtihana çekmek için ki, hanginiz akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı olacak?". Görülüyor ki, bunda en güzel amel tarif ve tefsir buyurulmuştur. Bunun da birinci şartının güzel akıl, yani iyiyi kötüyü birbirinden ayıran, hayrı şerri seçen akıl olduğu anlatılmıştır. Şu halde akıl, yiyeceği rızkı değil yaratılışın esas hikmeti olan en güzel amelin hangisi olduğunu düşünmeli ve onu yapmaya çalışmalıdır. Allah Teâlâ'nın rızasına uygun en güzel ameli yapsın ki, kendini kurtarabilsin.

Bununla beraber yemin olsun ki, sen onlara "siz öldükten sonra muhakkak yeniden ba'solunacaksınız." dersen, burada belağatlı bir icaz vardır. Uzun uzun anlatılacak bir söz kısaca anlatılmıştır: Yani sorumluluk ve imtihanın gereği, bu dünyanın sonunda bir ahiret olması ve insanların burada yaptıklarından orada Allah huzurunda hesap vermeleri, amellerinin iyiliğine ve kötülüğüne göre sevap veya ceza ile karşılık görmeleridir. Hiç şüphesiz insanlar öldükten sonra tekrar ba'solunacaklardır. Bununla beraber ey Allah'ın Resulü, emin ol ki, sen insanlara bunu tebliğ edip, "Siz ister güzel amel yapın, ister çirkin işler işleyin, her hal ü kârda öldükten sonra dirilecek, yani ba'solunacaksınız." dedin mi, o kâfirler, akıl ve iradelerini imansızlıkla örtbas etmiş olanlar, elbette ve elbette diyecekler ki ... açık bir büyüden başka bir şey değildir, yani bu söz düpedüz adam aldatmaktan, göz boyamaktan ibarettir, diyecekler. Ahiret, öldükten sonra dirilmek, sorumluluk, din sözünü veya bunlar gibi iman konularını anlatan Kur'ân-ı Kerîm'i, cahil halkı aldatmak, onları dünya zevklerinden ve hürriyetlerden yoksun bırakmak suretiyle üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve bir büyü, hem de apaçık bir büyü sayacaklar, "Hiç ölen dirilir mi! ÉÊ}Bu da artık açıktan açığa hurafe değil mi?" deyip gavurluk edecekler, ki bunların hepsine azap vaad olunmuştur.

8- Ve eğer bunlardan sayılı (yani sayısı belli olan az bir kısmına, yahut belli) bir süreye kadar azabı ertelersek, o zaman da kesinlikle: "Onu ne durduruyor?" diyecekler. Yani "Allah kâfirlere azap edecekmiş de peki şu birkaç azılı kâfire ne diye azap etmiyor?" diyecekler. Azap etmediğine göre, "Eğer siz tevbeden yüz çevirirseniz sizin için o büyük günün azabından korkarım." gibi tehditler demek ki, boş şeylermiş, diyerek ve zaman zaman da alay ederek o azabın acele olmasını istiyecekler. İyi bil ki, o azap onlara geleceği gün, geri çevrilecek değildir, gelip çattıktan sonra onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve alay edip durdukları o şey kendilerini kuşatmış olacaktır.

Meâl-i Şerifi

9- Ve şayet insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur.

10- Ve şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra bir nimet tattırırsak, "Artık benden bütün kötülükler silinip gitti." der, mutlaka böbürlenir ve şımarır.

11- Ancak (her iki halde de) sabır gösterip iyi ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlara bir mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.

12- (Ey Resulüm!) Şimdi belki sen, "Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gezip dolaşsa ya!" diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terkedecek olursun ve bundan dolayı da göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.

13- Yoksa "onu kendi uydurdu" mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki: "Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Allah'dan başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız" (bunu yaparsınız).

14- Yok eğer bunun üzerine size cevap vermedilerse, artık bilin ki, bu Kur'ân ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka ilâh yoktur. Artık müslüman oluyorsunuz, değil mi?

15- Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta kendilerine bir densizlik yapılmaz.

16- Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşuna gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları da batıldır.

17- O dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan kimse gibi midir? O belgeyi yine Allah'dan gelen bir şahid olarak Kur'ân izliyor, ondan önce de bir rehber ve rahmet olan kitap, Musa'nın kitabı yine onu destekliyor. Böyle olanlar Kur'ân'a inanırlar. Hangi hizipten olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bu Kur'ân'dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o haktır, Rabbindendir. Fakat insanların çoğu iman etmezler.

18- Üstelik bir yalanı Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar Rablerinin huzuruna arzolunacaklar, şahitler de şöyle diyecekler: "İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir". İyi bilin ki: Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.

19- Onlar ki, Allah yolundan döndürmeye çalışırlar ve o yolu eğri büğrü yapmak isterler. Üstelik onlar, evet onlar ahirete de inanmazlar.

20- Onlar yeryüzünde (herkesi) yıldıracak değillerdir. Kendilerini koruyacak Allah'dan başka kimseleri de yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Üstelik onlar hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı.

21- Onlar kendilerine yazık etmiş olan kimselerdir. O iftira edip uydurdukları da kendilerinden yüz çevirip gitmişlerdir.

22- Kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade hüsrana uğrayacak olanlardır.

23- Fakat iman edip salih amel işleyenler ve Rablerine karşı edepli olanlar, güvenen ve itaat edenler var ya, işte bunlar da cennet ehlidirler. Onlar orada ebedi kalırlar.

24- Bu iki ayrı grubun meseli, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?

9- Gerçekten Biz, insana (yani en iyi işi ortaya koymak için imtihan vermek üzere yaratılmış olan insan cinsinden herhangi birine) tarafımızdan bir nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan çekip alırsak şüphe yok ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün ümidini yitirir. "Allah yine verir." demez. Geçmişi de hemen unutur. "Bugün vermediyse dün vermişti." deyip şükretmez. Büsbütün nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini toptan inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar etmek hatırına gelmez.

10- Ve şayet ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan sonra ona hoş bir nimet tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa Kesinlikle şunu der: "Bütün o kötülükler benden uzaklaşıp gitti". Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Artık o ferih ve fahurdur. Sevinçlidir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla şuna buna caka yapmaya başlar. Hasılı insan dünyada nimetten veya zorluktan boş kalmaz, bolluk veya yokluk içinde ömür sürer: Bazan yoklukla imtihan olur, bazan bollukla imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan gelen bir özellikle rahmetten, nimetten hazzeder, onun kaybından dolayı da üzüntü duyar, acı çeker. Her iki halde rahmetten Rahmân'ı, rahmetin elden gidişinden de yine Rabbin gazap ve azabını düşünerek, gereğince hareket edip ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya koymak lazım gelirken, insan cinsinde öyle "zalum ve cehul" bir ruh hali vardır ki, çokları nimeti düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas gayesini ve hikmetini gözardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi unutur, bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde bir nimet tadınca, bir daha hiç acı görmeyecekmiş gibi ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadı imiş gibi, artık geleceğinden emin olarak ferahlanır, iftihar eder, şımarır, kibirlenir ve böbürlenir. İşte daha yukarıda sözü edilen, Kur'ân'la ve kutsal şeylerle alay etme psikolojisi de bu ruh hali ile ilgilidir.

11- Ancak sabreden, sıkıntıdan dolayı ümitsizliğe düşmeyen, nimetlerden dolayı şımarıp kibre kapılmayan, yani her iki halde de sabreden ve salih salih, (yani Allah'a yaraşır, Allah'ın rızasına uygun) ameller işleyenler bambaşkadır. İşte bunlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. Öbürlerine de yukarıda bildirildiği gibi, azab.

12- İmdi sen belki, öyle inkârcı, alaycı, nankör ve şımarık insanlara karşı sana vahy olunanların bir kısmını terkedecek olursun, yani nübüvvet ve risaletini ispat edecek olan âyetleri onlara okumayıp bırakacak olursun. Onunla göğsün daralır, yani o vahy olunan âyetlerin bir kısmını onlara okuyup tebliğ ederken belki sıkılırsın. Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya, diyorlar diye. Yani haktan göğüslerini çeviren o nankör ve şımarık kâfirlerin bir kısmı: "O, Allah'ın resulü ise neye uğraşıyor, üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya." diyorlar. Nitekim Mekke'nin ileri gelenleri "Şu Mekke dağları altın oluverse ya." demişlerdi. Diğer bir kısımları da "Beraberinde bir melek gelip onun peygamberliğine şahitlik etse de görsek ya." diyorlardı. Böyle diyorlar diye beşerî bir duygu ve düşünceyle insanın sıkılıp çekinmesi ise tabii olmakla beşeriyet icabı senin de sıkılman ve bundan dolayı bazı âyetleri onlara okuyup tebliğ etmekten çekinmen ihtimali vardır. Fakat sakın sıkılma ve bırakma. Sana ne vahy olunuyorsa onlara oku ve tebliğ et. Onların ileri geri konuşmalarına hiç önem verme. Sen ancak bir nezirsin, uyarıcısın. Allah da herşeye karşı vekildir. Her hususta ona tevekkül et ve güven. O seni korur, dilerse hazine de gönderir, melek de gönderir. Nitekim daha sonra Bedir Savaşı'nda bir tane değil, binlerce melek gönderdi ve melek neymiş onlara gösterdi: "Boyunlarının üstüne ve parmaklarına vurun!" (Enfâl, 8/12) diye emreyledi.

13- Yoksa onu, (o Kur'ân'ı Muhammed'in kendisi) uydurdu, da Allah'tan diyerek Allah'a iftira etti mi diyorlar? Öyle ise, haydi siz de buna benzer uydurulmuş on sûre getirin, ve Allah'dan başka kimi yardıma çağırabilirseniz çağırın. Yani kendisine güvendiğiniz, tanıdığınız şair ve ediplerinizden, sözünüzün geçtiğine inandığınız putlardan ilâhlardan gücünüzün yettiğine başvurunuz, eğer sadık kimseler, doğru ve sözüne inanılır kimseler iseniz, böyle yapmanız gerekir. Yani, Muhammed Kur'ân'ı kendisi uydurdu da Allah'a isnad ve iftira ediyor diye iddianızda doğru söylüyorsanız, her hal ü kârda kendiniz bizzat olmasa bile dilediğiniz kimselere ve tapmakta olduğunuz putlarınıza başvurup bu Kur'ân sûrelerine benzer en azından on sûre kadar birşey ortaya koymanız gerekir. Hepsine eşdeğer olarak büyük bir kitap değil, üçer dörder âyetli kısa sûrelerden on sûre bile ortaya koymanız yeter. İşte böyle diyerek onlara meydan oku ve onları yarışmaya davet et! Allah'dan başka herkese meydan oku, hiç sıkılma ve çekinme!

14- Bunun üzerine size cevap vermezlerse, yani Kur'ân'ın on sûresine bile nazire olabilecek bir şey ortaya koymaktan aciz kalırlarsa ki, Bakara Sûresi'nde (âyet 23, 24) bu teklif bir sûreye kadar indirilmiş, böyle olduğu halde yine aciz kalmışlardır. O halde hepiniz şunu bilin ki:

1- O hiç şüphesiz Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Kur'ân, gerek açık Arapça olan nazmı, yani sözleri, gerek mânâsında içerdiği gaybe ait haberleri, emirleri ve yasakları, müjdeleri ve uyarıları ile bütün akılların ve anlayışların üstünde Allah Teâlâ'nın özel bilgisiyle indirilmiş olan bir mucize, bir ilâhî belgedir.

2- Ve ondan başka ilâh yoktur. Tanrılıkta ve Tanrılığa ait hükümlerde Allah Teâlâ'nın eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Onun yapabildiğini kimse yapamaz. Yapmak şöyle dursun akıl bile erdiremez. Artık müslüman mısınız? Yani İslâm dininde karar kılıyor musunuz? İhlas ile Allah'a teslim oluyor, şüphe ve tereddütleri bir yana bırakıp, peygamberle didişmekten vazgeçip selamet yoluna giren halis muhlis, mümin ve muvahhid olmaya kararlı mısınız? Öyle amma, dünyada lüks ve ihtişam içinde ferih fahur yaşayan bunca kâfir var. "Bunlar bu kadar malı mülkü nereden buluyor?" diye bir şüphe akla gelecek olursa şunu da bilmelidir ki:

15- Her kim dünya hayatını ve ziynetini isterse, yani muradı ve niyeti dünya nimetleri olur ve hep buna çalışırsa dünyada amellerinin karşılığını kendilerine öderiz, ne kadar çalışmış, neyi hak etmişlerse eksiksiz veririz. Ve onlar bu dünyada hiç mağdur edilmezler. Yani hakları yenmez, emek ve çalışmalarının bedelinden hiç bir şey eksik verilmez, bekletilmez ve ertelenmez. Hepsi emeklerinin karşılığını bu dünyada muhakkak alır. Hasılı uluhiyetin şanı, kullarının istediklerini çalıştıklarından daha aşağı olmamak üzere vermeyi gerektirir. Ameller de niyetlere göredir. Onun için muradı sırf dünya olanların çalışma ve gayretlerinin karşılığı bütün değeriyle, hatta fazlasıyla bu dünyada kendilerine verilir, alacak verecek kalmaz, hesap kesilir ve iş bitirilir. Bundan "Onların hepsinin eşit olarak bütün dünya muratları hasıl olur." gibi mânâ çıkarılmamalı ve böyle bir vehme kapılmamalıdır. Zira onlara ödenen muratları ve emelleri değil, amelleridir. Bundan anlaşılacak olan şudur ki, dünyada insanlar güzel amellerde yarış yapmak ve imtihan vermek için yaratılmış olduklarından, her amelin üzerine gerekecek iyi ve kötü bir ürün vardır. Her çalışan, çaba ve çalışması ölçüsünde mutlaka bir yere gelir, bir sonuca, bir ürüne kavuşur. "Ve emeği ilerde görülür." (Necm, 53/40) ki, söz konusu ürün kendi muradı ve arzusu kadar olmasa bile Muhakkak ki, ameli ve çalışması kadardır. Verdiği emekten daha az, daha aşağı olmaz. Mesela bir inci bulmak niyetiyle denize dalan bir kimse arzu ettiği inciyi bulamazsa da denize dalıp çıkarak dalgıçlığı öğrenir. Denize dalmayı öğrenme niyetine erer. Buna da acı veya tatlı bir sonuç bir semere terettüp eder. Ya inci avcılığına devam eder, belki beklediğinden de fazla inci daneleri elde eder, ya da bir kazaya uğrar, ölür veya sakatlanır. İşte her amelin asıl semeresi ve akıbeti Allah'ın ona takdir ve tayin etmiş olduğu neticesidir. Bunun azami hakkı da bundan amel sahibinin gözetmiş olduğu maksat ve hedefi geçmemektir. Bundan dolayı en büyük muradları, fani olan bu dünya hayatının lüksünden ibaret olan kimselerin emek ve çalışmalarının ecri de dünya hayatından ileri geçmez. Baki olan ahiret hayatına birşey kalmaz. Bunlar maksat ve niyetlerine göre emek ve gayretlerinin bütün mükafatını dünyada iken almış tüketmişlerdir. Sonuna gelince:

16- Bunlar, yani, dünya hayatının nimetini ve lüksünü gaye edinmiş bulunanlar o kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka hiç bir şey yoktur. Ve bütün yaptıkları orada yok olmuş olur. Yani dünya hayatında bir iyilik de işlemiş olsalar, ahiret sevabı elde etmek gibi bir niyetleri bulunmadığı, bütün çabalarını ve niyetlerini dünya hayatına yöneltmiş bulundukları için ahirette hepsinin eli boş kalır; amelleri, fani olan dünya hayatı ile birlikte yok olup gitmiştir. Ahirette durum böyle tezahür eder. Ve yaptıkları herşey batıldır. Hadd-i zatında boştur, temelsizdir, sonu yoktur. Çünkü zaten dünya hayatı fanidir, onu tutmak veya donatmak için her ne yapılsa boştur. Ecel gelince hepsini siler, süpürür götürür. Açıkçası Allah'dan başkası fani olduğundan, sırf Allah için yapılmış olmayan her amel batıldır. Çünkü "Yeryüzünde ne varsa hepsi fanidir, baki kalacak olan yalnızca celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır". (Rahmân, 55/26-27).

17- İmdi Rabbinden bir beyyine, bir belge üzerinde olan, yani aklı ve iz'anı olan ve onu O'ndan bir şahit izleyen, yani yine Rabbinden bir şahit olarak gelen Kur'ân mucizesinin şahitliği ile de ayrıca doğruluğu desteklenen ve belgelenen, yine ayrıca ondan daha önce bir rehber ve rahmet olarak indirilmiş olan Musa'nın kitabı da onun şahidi olan kimse artık onlarla bir tutulur mu? Yani o şımarık ve alaycı kâfirlerle bütün bu iman özelliklerine sahip olan kimse benzer olabilir mi?

İşte bunlar, bu vasıflara sahip olanlar, yani yanında Rabbinden bir belgesi, parlak bir delili, irfanı, iz'anı, önünde ve ardında iki mukaddes şahidi bulunan kimseler, yani Hz. Muhammed ve ashabı ona iman ederler, yani İslâm dinini tasdik ederler, ve muhtelif hiziplerden, (farklı görüşlere sahip değişik cemaatlerden gruplardan) her kim buna inanmaz, kâfirlik ederse, O'nun vaad olunan yeri ateştir. İşte bundan dolayı bunda, (yani bu kitapta) hiç şüphen olmasın. Lâkin insanların çoğu iman etmezler. Çünkü akl-ı selimleri ve vicdanları doğruya çalışmaz. Dünya hırsı ile kalbleri kararmış, akılları karışmıştır. 18-24- âyetinden âyetine kadar, yani âyet

18-24- Arasındaki âyetler sözkonusu kâfirlerin Allah yolundan caydırmak için ortaya koydukları çeşitli çaba ve taktikleri bildiriyor, onların bütün çalışmalarının körü körüne ve şuursuzca yapılmış işler olduğunu sergiliyor ve müminlere yılmamaları ve sabır göstermeleri öğütleniyor. Şimdi gelecek âyetlerde daha önceki peygamberlere karşı imansızların giriştikleri mücadeleden bazı önemli misaller veriliyor:

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147