Hud Suresi Açıklamalı Tefsiri
11-HUD:
Elif-Lâm- Ra, (bunun anlamı için Yunus Sûresi'nin baş tarafına bakınız.) Bir kitap ki, âyetleri muhkem kılınmış, ihkam edilmiştir. Muhkem, yani her bakımdan boşluktan uzak, bozulmak ihtimali olmayan, gayet sağlam ve muntazam veya hakîm, yani yüce hikmetleri içeren, hikmet nizamı ile düzenlenmiş, sonra tafsil de olunmuştur.
Tafsil: Aslında bir şeyi fasıl fasıl bölmek, belli ve farklı bölümlere ayırmak demektir. Bu mânâda, mesela, bir inci dizisine ara ara, yer yer iri daneler geçirildiği, veya bir tesbih dizisinin taneleri aradaki imamelerle ayrıldığı gibi diziye fasıla geçirmek anlamına gelir, denilir ki, "yani, içine fasıla yerleştirdi," demek olur. Ve bir şeyi beyan eylemek açıklamak anlamına gelir: denilir ki, "açıkladı" demek olur. Kamus Şarihi der ki, "İcmal karşıtı olarak tafsil bu kökten gelmektedir. Zira asıl tafsil, bir şeyi, belli ve belirgin özelliklerine ayırmak demektir. Bunun gereği de uzatmak ve çoğaltmaktır. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır. Kur'ân'ın tafsilatlı, yani, mufassal olması da birçok vecihler iledir: Bir kerre âyetleri nesrin seci'inden, şiirin kâfiyesinden bambaşka bir güzellik sergileyen fasılalar ile birbirinden ayrılmıştır. Ayrıca sûre sûre bölümlere ayrılmıştır. Nitekim âyetleri kısa kısa olan sûrelere bu mânâ ile "Mufassal" denilir ki, fasılaları çok demektir. Ancak bu anlamda fasıla her âyetin sonunda mevcut olduğu ve muhkem olan âyetleri de ilgilendirdiği için burada 'deki tafsilden murad, daha aşağı mertebede bir fasıl ve fasıla ile başka bir anlamda olması gerekir. Onun için tefsir alimleri başlıca şu anlamları tercih etmişlerdir:
1- Kur'ân'ın kelimeleri muhkem bir nazımla dizilip fasılalar ile âyet âyet ayrıldığı gibi, âyetleri de yer yer tevhid delilleri, peygamberlik delilleri, ahkam, öğüt, kıssa, emsal ve ahbar gibi metalib ve çeşitli faydaları olan kısımlardan dikkat çekici fasılalarla ayırd edilip fasıl fasıl, bölüm bölüm kılınmış, ince ilişkiler ve hoş geçişler ile konudan konuya, kıssadan kıssaya geçen bir sanatlı üslup üzerine kurulmuş ve bu arada bazan terkibi, bazan da tercii andıran, bir cihetten fasıl, diğer cihetten vasıl, bir bakıma bir mukaddime, bir bakıma bir hatime gibi bend âyetleriyle bezenmiş ve düzenlenmiş ve bu minval üzere sûre sûre bölünmüş ve birçok mesele ve kıssalar çeşitli yerlere ve sûrelere serpiştirilerek, tevhid inancı, uluhiyet ve ubudiyet konuları üzerinde çeşitli ve değişik açılardan ilişkiler söz konusu edilmiştir. Böylesine ayrıntılı ve geniş serpiştirmelere rağmen gerek ayrıntılar, gerek ana konu sapasağlam ve muhkem olarak kalmıştır. Onun muhkemliğine ve metanetine asla halel gelmemiştir. Ki, bu anlamda tafsil, inci dizisine fasıla geçirmek anlamından alınmıştır.
2- Beyan mânâsınadır. Çünkü Kur'ân âyetlerinde insanların geçim çabaları ve gelecekleri için muhtaç oldukları ve olabilecekleri şeyler hem asılları, hem de ayrıntıları ile beyan olunmuştur. Bu beyanın hayat gibi, yaratılıştan gelen doğal gelişme ile icmalden tafsile, tafsilden telhise doğru giden akışı hakkında Fatiha Sûresi'nde biraz açıklama yapılmıştı, (oraya bakınız.)
3- Kur'ân âyetleri değişik suretle nazil olmuştur. Velhasıl bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri bir bakıma muhkem, bir bakıma mufassaldır. Ne ihkamı tafsilini engeller, ne de tafsili muhkemliğini ihlal eder.
Bir hakim-i habir tarafından yani, bu öyle bir kitaptır ki, ilim ve hikmette eşi, benzeri olmayan, olma imkân ve ihtimali de bulunmayan Hak Teâlâ tarafındandır. O'nun hikmetiyle ihkam edilmiş, O'nun bilgisiyle tafsil olunmuştur. Kur'ân'ın nazmı Allah tarafından böyle icazkâr bir hikmetli yapıya kavuşturulmuş, muhkem ve mufassal kılınmış, özene bezene işlenip gönderilmiştir.
2- Şunun için ki: Allah'dan başkasına ibadet etmeyesiniz, O'ndan başkasını mabud tanımayasınız diye Hiç şüphesiz ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim,
3- Ayrıca Rabbinize istiğfar eyleyesiniz diye. O'nun mağfiretini isteyiniz ki, Rabbiniz Allah Teâlâ, günahlarınızı bağışlasın, ayıplarınızı örtsün. Biraz ileride "Ancak iman edip iyi ameller işleyenler başkadır, onlara mağfiret ve büyük ecir vardır." (Hûd 11/11) buyurulmasından da anlaşılır ki, bu mağfiret dileme ve bağışlanma isteme işi, iman ve amel-i salih ile olacaktır. Onun için kuru bir istekle kalmayıp sonra da O'na tevbe ediniz. Sizi O'ndan çevirmiş ve uzaklaştırmış olan günahlarınıza pişmanlık duyup O'na tam bir samimiyetle yöneliniz, O'na dönünüz. Çünkü hak yolundan yüz çevirmiş olanlar, yine hak yoluna dönmedikçe muradlarına eremezler. O'nun bağışlanma isteğine de tevbe ile birlikte tevessül etmek, tevbe ile varmak lazımdır. Ki, sizi bir ecel-i müsemmaya kadar güzel bir temettü ile faydalandırsın. Yani, belli bir zamana kadar, takdir edilmiş olan ömürlerinizin sonuna, eceliniz gelinceye kadar güzel güzel yaşamanızı sağlasın, sizi güven ve huzur içinde yaşatsın, hayattan faydalandırsın. Yani şirk ve isyanda, taşkınlıkta ısrar hayattan güzel güzel yararlanmaya engel olan şeylerdir. Şirk ve günahta ısrar, edenlerden bir kısmının hayattan faydalanmaları söz konusu olsa da, aslında bu güzel ve hakiki bir faydalanma sayılmaz. İsyan ve günah ehlinin hayatı hiçbir zaman "hayat-ı tayyibe" olmaz. İsyanda direnen günahkârlar, dünya nimetleri içinde yüzseler bile kalb huzurundan, gönül rahatlığından mahrum kalırlar ve durumları daima tehlikelidir. İman ve amel-i salih ehli olanlar, ne kadar sıkıntı çekseler, ne kadar iptilalara uğrasalar yine de gönülleri huzur içindedir. Bundan dolayıdır ki, bir isyankâr, tevbeye muvaffak olduğu zaman vicdanı büyük bir huzura kavuşur, sevinçle dolar. Mesela, bir sarhoş içkiden tevbakâr olup kurtulsa, yeniden hayata gelmiş gibi neşe bulur. Fert açısından böyle olduğu gibi, cemiyet açısından da mesele daha büyük ve önemli boyutlara sahiptir. Bir kişinin, ilâhî emre isyan edip elde edeceği herhangi bir dünya menfaatı, toplum için bir zarar demektir. Toplumun zararı ise haddi zatında o isyankârın da zararını içermektedir. Ki, tevbe ve istiğfar etmeyip, günahta ısrar ettiği takdirde o, bu zararı bugün duymazsa bile yarın mutlaka duyar. Halbuki her tevbe eden fert ile toplum, bir işe yarar kişi kazanmış olur. Böylece hayattan güzel faydalanma yolunda bir adım daha atılmış olur. İşte "sizi güzel güzel faydalandırır." şeklinde "hasen=güzel" yaşamaya dikkat çekilmesi bu gibi inceliklerden dolayıdır. Dahası var:
Ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Yani, taat ve amelde daha ziyadesini yapan, veya mükellef olduğundan fazlasıyla, mesela nafile ibadetlerle Allah'a yakınlaşmaya çalışan veya vazifesinden fazla çaba ve gayret gösterip "İnsanların hayırlısı insanlara faydası dokunandır." hadisi şerifi gereğince Allah için insanların menfaatına hizmet eden fazıl ve fazilet sahiplerinin hepsine kendi Rabbani fazlından fazlasıyla mükafatını versin. Görülüyor ki, burada "belli bir ecele kadar" kaydı yoktur. Cümlenin böylece herhangi bir kayıttan uzak tutuluşu ise ahirette veya hem dünyada, hem ahirette anlamlarını içine almaktadır. Binaenaleyh bu durumda birçok fazilet ehlinin dünyada mükafat görmemeleri ile ilgili bir soruya da yer kalmaz. Bununla beraber bu ifade şunu da hatıra getiriyor ki, küfür ve isyan ile fazilet birleşemeyeceği gibi, isyankâr bir toplum içinde de fazilet takdir edilemez; bu yüzden de fazilet sahibi kimseler harcanır gider. İstiğfar ve tevbe ise günahtan iğrenmeyi gerektirdiği gibi faziletin gelişmesini de gerektirir. Tevbekâr olanlar çoğaldıkça fazilete karşı ilgi ve temayül artar, fazilet sahipleri kendi derecelerine göre takdir edilmiş, ve faziletli olmanın bir anlamda karşılığını görmüş olurlar. Çünkü fazilet ehlinin en büyük arzusu, hakkın rızası ve halk arasında fazilet duygu ve sevgisinin gelişip yayılmasıdır. Bunun böyle olduğu düşünülünce, çevrede iyilik ve faziletin revaç bulduğunu görmek bütün fazilet ehli için dünyada en büyük zevk ve mükafat demek olduğu muhakkaktır, ancak onların asıl mükafatları ise ahiretteki mükafat olduğu derhal anlaşılır.
İşin müjde tarafı böyledir. İnzar, yani uyarı tarafına gelince:
Ve eğer yüz çevirirseniz, yani şu emrolunan tevhid, istiğfar ve tevbeden dönerseniz. Muhakkak ki, ben bir peygamber olarak sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum, yani başınıza gelecek azaptan dolayı size acıyorum. Ki, o büyük gün kıyamettir.
4-Zira nihayet dönüşünüz ancak Allah'adır. Siz isteseniz de, istemeseniz de, tevbe etseniz de, etmeseniz de akıbet ölümden sonra dönüp varacağınız, ba's olunup huzurunda toplanacağınız son merci, başkası değil, sadece ve sadece Allah'dır. O da herşeye kadirdir." Şu halde O'nun huzuruna imansız, tevbesiz varmak ne korkunç bir şeydir.
5- Evet amma, muhakkak ki, onlar göğüslerini bükerler ondan gizlenmeleri için. Bizim dilimizde "göğüs bükmek" şeklinde bir deyim bilinen bir şey değildir. Fakat bilinmektedir ki, kalabalık bir mecliste başkalarından gizli birşeyler yapmak isteyen bir kimse göğsünü öne doğru eğer veya yan tarafa çevirir veya sırtını döner. Aynı şekilde gocunduğu bir kimseye rastgeldiği zaman yüzünü gizlemek isteyen de bunu yapar. Rivayet olunduğuna göre, Mekkeli müşriklerden bir kısımları, Resulullah geçerken böyle göğsünü büker, sırtını döner, elbiselerini başlarına çeker de bürünürlerdi. Allah'ın Resulünden böyle gizlenmekten maksatları da Allah kelâmını işitmekten kaçınmak, bu da bir anlamda Allah'dan gizlenmeye çalışmak demek olduğu için burada buna işaret olunmakta, kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinden kinaye olarak bu deyim kullanılmaktadır. Yani, "göğüs bükmek" mecaz ve kinaye olarak, Allah'dan gizlenmek, O'ndan yan çizip kaçınmak anlamına gelmektedir. Ayrıca "göğüs bükmek" deyimi, kalb çarpıklığından, dıştan iyi görünüp, dost görünüp içten içe münafıklık etmek mânâsından da kinaye olabilir. Nitekim yine rivayet olunduğuna göre; müşriklerden bir kısmı, "Kapılarımızı kilitler, perdelerimizi indirir, örtülerimize bürünür de sinelerimizi Muhammed'e kin ve düşmanlık üzere dürer bükersek o bizi nasıl tanıyabilecek" demişlerdi. Ki, bu tabirlerin hepsi kalblerindeki kin ve düşmanlığı son derece gizlemekten kinayedir. Bu mânâyı şu da teyid eder ki, Abdullah b. Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu âyet, Ahnes b. Şurayk sebebi ile nazil olmuştur. Bu Ahnes çok tatlı dilli, güzel söz söyleyen bir adamdı. Resulullah'a sevgi ve muhabbet gösterir, kalbinde de zıddını gizlermiş.
Evet amma onlar örtülerine bürünürlerken, yani sadece göğüslerini büktükleri zaman değil, bütün bütün gizlenmek için örtülerine büründükleri zaman bile ne sır saklar, neyi açığa vururlarsa Allah hepsini bilir. Çünkü O, hiç şüphesiz zatussüduru bilir. Sinelerde gizli olanı veya sinelerin sahibi olan nefislerin zatını, özünü bilir.
Meâl-i Şerifi
6- Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.
7- O, öyle bir Allah'dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üstündeydi. Onlara "öldükten sonra tekrar dirileceksiniz" dersen, o kâfirler de kesinlikle sana: " Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir." diyecekler.
8- Ve eğer bunlardan bir kısmının göreceği azabı belli bir süreye kadar erteleyecek olursak, o zaman da "onu engelleyen nedir ki?" diyecekler. İyi bilin ki, o azap onlara geldiği gün kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini kuşatmış olacaktır.
6- Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani deprenip duran hiçbir canlı yoktur ki, kesinlikle onun rızkı Allah'a ait olmasın. Burada "yerde" ifadesi tahsis için değildir, "dâbbe" yalnızca dört ayaklı canlılar zannedilmesin diye bütün canlılara ait bir genelleme yapmak içindir ki, insan da bunlar arasındadır. Yani, gerek insan, gerek diğer canlıların rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan bütün şartlar ve sebepler Allah'a aittir, O'ndandır. Tabii veya iradi olarak o canlının o rızka kavuşması Allah'ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi yaşatmak istemediği vakit, rızkını kesiverir ve O kesince kimsenin vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de bütün âlem onu önlemeye ve engellemeye çalışsa yine de göndereceği rızkı gönderir. Ve herbirinin müstekarrını ve müstevdaını bilir. Karar ettiği yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de bilir, gezdiği dolaştığı yeri de bilir. Sulbü de, rahimi de bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri de bilir, veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını verir. Hepsi bir kitab-ı mübindedir. Bütün o kımıldayan canlılar, rızıkları, müstekarları ve müstevda'ları takdir olunup, levh-i mahfuza yazılmış, Allah'ın bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar. İşte Allah'ın ilim ve kudreti böyle geniş ve fazl-u keremi ile rablığı böyle kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını Allah'dan istemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edilecek bir şey değildir. Allah'dan başkasından rızık beklemek boşunadır.
7- O, öyle bir yaratıcıdır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bu konu için A'raf Sûresi 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Ve O'nun Arşı su üzerinde idi. "Asam tafsiri"nde "arşın su üzerinde olması göğün yer üzerinde olması kabilindendir, bitişik anlamına değildir" denilmiş. Galiba âlemde mevcut olan suyun arşın altındaki bütün kâinatı doldurabilecek kadar çok olmadığı düşünülmüş ve bundan kâinattaki boşluğun boyutlarına istidlal edilmiştir. Fakat diğer taraftan "arş suyun sırtı üzerinde idi" diye de eser varid olmuş bulunduğundan Keşşaf ve izleyicileri ifadenin her iki anlama gelme ihtimalini göstererek "Arş ile su arasında hiçbir mahluk, hiçbir şey yoktu" diye tefsir etmişlerdi ki, bu mânâ aralarının açık olup olmamasından daha geniş kapsamlıdır. Göklerin ve yerin yaratıldığı günlerde, arşın altında sudan başka şeyler de yaratılmış bulunacağı için arşın ve suyun yaratılması, göklerin ve yerin yaratılmasından önce olduğu söylenmiş ve bu görüş birçoklarınca daha yerinde görülmüştür. Oysa âyetteki ifadeye göre bu ihtimal dahilinde olsa da o kadar açık ve yerinde değildir. Belki aksi doğrudur. Bir de bunlar arşın herşeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir. Fakat Ebu Müslim İsfehani, burada kelimesini masdar olmak üzere bina etmek mânâsına hamlederek "Onun binası, yapısı su üzerine kurulmuş idi" diye te'vil eylemiştir ki, Allah'ın gökleri ve yeri binası su üzerine vaki oldu, demektir. Bu da göklerle yerin yaratılışına yakın olmuş olur. Bu bakımdan bu tevil ifadenin dış görünüşüne uygun düşüyor ise de "arş" ismine göre biraz uzak kalıyor. (Arş ve kürsî hakkında Bakara Sûresi (âyet 255) ve A'râf Sûresi (âyet 54)'e bakınız.) Acizane kendi anlayışıma göre "O'nun Arşı su üzerinde idi." ifadesini "Sonra O, arş üzerine istiva etti." (A'râf 7/54) âyetiyle karşılaştırarak ele almak gerekir. Her ikisinde de arş, saltanat tahtı anlamından alınmış hükümdarlık ve saltanattan kinayedir. Allah'ın arşı demek, O'nun hükümranlığı ve saltanatı, hakimiyet ve iktidarı demektir. Şu halde arşın su üzerinde olması mekana ve cisme bağlı bir anlam ile değildir. Ve "Sonra O, arş üzerine istiva etti." karşılığında "arşın su üzerinde olması" da söz konusu istivaya karşılık olarak bir başka açıdan ifadedir. Nitekim bu saltanatın cereyanı mânâsını Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi'nin tefsirinde dile getirmiştir. Âyette göklerin ve yerin yaratılmasından maksat, yücelikleriyle ve aşağılık yanlarıyla bütün âlem olması zahirdir. "Arz" altımızdaki yerin kara parçaları ve denizleriyle bütününe şamil olduğu gibi, "semavat" da yerin üstünde bulunan irili ufaklı gökcisimleri ve üzerlerindeki her şeyin hepsine şamildir. Buradaki konu da "ilk yaratılış" meselesidir. İlk yaratılış olayından önce ise "Allah vardı ve O'nunla birlikte hiçbir şey yoktu". Bundan dolayı "O'nun arşı su üstündeydi." ifadesine bakarak arşın yaratılmasının âlemin yaratılmasının dışında ve ondan önce olduğu ihtimali yoktur. Âyette açıkça görülen de bunun âlemin yaratılması günleri demek olan altı gün sırasında yaratılmış olmasıdır ki, daha sonra "arş üzerine istiva etmiş." olabilsin. A'râf sûresinde de açıklamaya çalıştığımız üzere, ilk yaratılış olayında altı gün, hiçbir şekilde tabiatın tekdüzelik ilkesiyle ilgili olmayan çeşitli yaratılış şekillerinin ilk ve değişken anlarını, aşamalarını ifade ettiği için, o vakitlere göre, ilâhî kudret ve saltanatın cereyan şeklinde bugün için "sünnetullah, âdetullah" dediğimiz tekdüzelik ve sürgit olarak periyodik akışlar şeklindeki tabiat kanunlarının hiçbirinden söz edilemez. Çünkü o ilk yaratılış günleri, daha önce hiçbir benzeri olmayan mutlak anlamda yoktan var ediş aşamalarından ibarettir. Her birinde ilâhî hüküm ve kudret yeniden yeniye bir ibda ile tecelli eylemekteydi. O günlerde tabiat kanunları dediğimiz şeyler de hep harika, hep mucize dediğimiz eşsiz, benzersiz oluşumlar vardı. İlke veya kanun dediğimiz kuralların hepsi ancak uzun süreli tekrarlar sonucunda bilim açısından "ilke" adını alırlar. Bunlarda düzenli tekerrür yoksa "kanun", yada "ilke" adını alamazlar. İşte tabiat olaylarındaki tekdüzelik ve tekrarlanma konusu, ancak ilk yaratılıştan sonra ve ondan itibaren söz konusu edilebilir. Levh ve kalem yaratılmadan kitab-ı mübindeki yazılar yazılmış olmaz. İnsan yaratılmadan insan tabiatından söz edilemez. İşte bütün bunlardan dolayı "arş su üzerinde idi" demek, "Göklerin ve yerin ilk yaratılış günleri demek olan o sıralarda ilâhî saltanat âdetsiz cereyan ediyordu." demektir. zira diğer âyetlerde de varid olduğu üzere "sonra arş üzerine istiva etti." bundan sonra düzenli tecellilerle saltanatını sürdürdü. Yani Allah'ın yaratılışla ilgili kanun ve kuralları ancak yaratılıştan sonra açığa çıktı. Gerçi ilk yaratılış olayından sonra da her zaman için ilâhî kudreti gösteren, kural dışı ve mucize olaylar yine mevcuttur. Fakat bununla, henüz hiç bir tabiat kanununun bulunmadığı durumlar arasında büyük fark vardır. İlk yaratılış sırasında âlem (cosmos) sırf bir tufan halinde idi, denilebilir. Bu sebeple "Arşı su üstündeydi." ifadesinin sözlük anlamı değil, kinaye yoluyla ifade etmek istediği mecaz anlamı alınmalıdır. Bunu böyle anlamanın "Sonra arş üzerine istiva etti." ifadesindeki karşılığıyla birlikte bütün yönlerden uyum sağladığı ortaya çıktıktan sonra şunları da kaydedelim:
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|