86-88- Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından ta sonuna kadar vardı. Tefsir bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun batı kenarına ulaştı. Bu Okyanus denizinde "Halidat" ismi verilen adaların bir zamanlar uzunluk (boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini kaydediyorlar. Bununla birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu tayin edemiyoruz. Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir çamura batıyor buldu. Veya "hâmiye" kırâetine göre, kızgın bir pınar içinde batıyor buldu. Tefsir bilginleri buradaki aynı, su pınarı; hamieyi balçıklı; hâmiye'yi de kızgın mânâsına tefsir etmişlerdir ki, güneşi balçıklı veya kızgın bir pınar içinde batıyor buldu demek olur. Bu şekilde bu su pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki batış noktasıdır. Batıya varıncaya kadar geçtiği memleketlerde birtakım saltanatların batışını görerek giden Zülkarneyn, uzak batıda geçtiği yolda önüne çıkan Okyanus kenarında güneşin batışını seyretmek için ufka baktığı zaman Allah mülkünün genişliği ve yüceliği içinde o koca okyanus etrafı gök ile çevrilmiş bir kuyu havzası gibi sınırlı bir su kaynağı manzarasını alıyor. Fakat içilebilecek parlak ve duru bir kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez karanlık bir kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde çalkalanarak karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıp kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan kızgın bir köz halinde bulunuyor. Demek Zülkarneyn'in vicdanında güneş batışının bıraktığı intiba bu olmuştur ki, bu müşahedenin en ibret verici mânâsı, en son bir sınırda duracağı kesin olan dünya ululuğunun sınırlı olduğunu görmek ve geçici olduğunu anlamaktır.
"Biz dedik ki: Ey Zülkarneyn!..." Bu söz, doğrusu
Zülkarneyn'in peygamber olduğuna açıkça delalet eder.
"Zülkarneyn dedi ki: Her kim haksızlık ederse ona azab edeceğiz..." Demek ki Zülkarneyn azab verme veya iyilikte bulunmak gibi dilediğini yapmakta serbest bırakıldığı halde, yine sebebsiz hareket etmedi. Azab etmeyi zulmedenlere, iyiliği ve mükâfatı da iman edip faydalı işler yapanlara tahsis etti. Güç ve seçimini kötüye kullanmaya kalkışmadı. Çünkü kendisinin de sonunda Rabbine geri gideceğini biliyordu.
89-90- Sonra da, yani batıda yapacağı icraatı yaptıktan sonra da bir yol tuttu. Batıda batan güneşin doğuya dönmesi gibi, batıdan doğuya giden bir yol peşine düştü, nihayet güneşin doğduğu yere kadar gitti. Yani yeryüzünde güneşin arada engel bulunmaksızın doğduğu noktaya kadar gitti ki bu noktanın, Afrika'nın doğu kıyıları olması ihtimali olsa da açıkça anlaşılan Asya'nın uzak doğusu olmasıdır. Vardığında onu (güneşi) öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki biz onlara, güneşin berisinde bir siper yapmamıştık. Binaları yok, hatta elbiseleri yok. Güneşin altında yanıyorlar. Nitekim bugüne kadar bile Sudan'da, Avusturalya'da böyle çıplaklar vardır. Bununla birlikte maksat, örfte herkesçe bilindiği üzere önemli bir örtü ve siper olduğu takdirde çadırlar bile önemli bir örtü olamayacağından dolayı, bu mânâ çölde yaşayanların çoğunu kapsar.
91- İşte o böyle idi. Halbuki onun yanında neler vardı, biz onları tamamen biliyorduk. Yani onların öyle çıplaklığı karşısında Zülkarneyn'in mülkünde o kadar çok sebepler ve vasıtalar vardı ki, tamamını ancak Allah biliyordu. Zülkarneyn'e her şeyden sebep (vasıta) veren Allah, bunları güneşin altına koymuş, bir örtü vasıtası bile vermemişti. Bundan dolayı bunları gördüğü zaman, Zülkarneyn'in ne hisler duyduğunu, ne işler yaptığını da Allah bilir.
92- Sonra da diğer bir yol tutmuştu. Batı ile doğu arasında bir yolda gitti ki, bu da ya güneye veya kuzeye doğru olabilir. Bununla beraber tefsir bilginlerinin anlattıklarına göre kuzeye gitti.
93- Nihayet iki seddin arasına vardığında,
SEDDETMEK: Bir şeyin gediğini sağlam kapamaktır. İki şey arasına engel olan perdeye sed denildiği gibi, dağa da sed denilir. Nitekim burada iki dağ diye tefsir edilmiştir. Bazıları tabii olana sin in ötresi ile "süd"; insan tarafından yapılana da üstünü ile "sed" deniliyor, demiş. Bazı bilginler de birincisi "süd" gözle görünen, ikincisi "sed" gözle görülmeyendir demiştir. Bu âyette iki şekilde de okunduğundan ikisinin de aynı mânâda olduğu anlaşılır denilmiş ise de, bu iki okuma şeklinin değişik birer nükteyi kapsamış olmaları da düşünülebilir. Buna göre iki sed, yapma iki engel olabileceği gibi iki deniz, iki yer kıtası, iki dağ gibi yaratılmış (tabiî); yahut görünen ve görünmeyen de olabilecektir. Tefsir bilginleri, bu "seddeyn"i "iki dağ" diye tefsir etmişlerdir. Ancak bu iki dağı belirlemek için ipucu yoktur. Bu konuda rivayetler ise üç görüşte toplanıyor:
1- Bu iki dağ, kuzeyde doğu tarafında Türk toprağının bittiği yerdedir. Denilmiştir ki Zamehşerî ve Ebu's-Suud bu görüşü benimsemişlerdir. Türk toprağından maksat, Maverâünnehir denilen küçük Türkistan ise, bu görüş, Çin seddi yerine işaret demek olur.
2- Ermenistan ile Azerbaycan tarafında Türkistan topraklarının bittiği yerde denilmiştir. Kâdî Beydâvî bu görüşü tercih etmek istemiştir. Bu görüşe göre bu dağlar, Kafkas dağları ve iki sed arası, Demirkapı yeri oluyor ki İbnü Haldun ve Ebu'l-Fidâ gibi tarihçilerin açıklamasına göre, burada Nûşîrevân bir sed yapmıştı. Ebu Reyhan demiştir ki, bu yerin, insan bulunan meskun yerlerin Kuzeybatı tarafında olması gerekiyor.
3- Kuzeyin son kısımlarında iki yüksek dağdır ki, Hazkiyal (a.s.)'ın kitabında "âhirü'l-cirbiya" denilmiştir. Bu cirbiya ismi ise bize Sibirya ismini andırıyor. Bunun ise batı tarafının son bölgesi, Ural dağları, doğu tarafında da Behreng boğazı tarafları olmasından dolayı önceki sözlerle de ilişkisi vardır. Bu şekilde iki dağın arası İstanoy dağları ile Ural dağlarının arası demek olan Sibirya'nın kendisi midir? Batısındaki Ural dağları ile Kafkas dağları arası mıdır? Yoksa doğusunda Behreng'e doğru Kamçatka tarafındaki dağların arası mıdır, tam olarak belirlemek mümkün olmuyor.
Kur'ân'ın ifadesinde ise bu iki seddin yerini anlayabilmek için, batı ve doğu yönlerinden başka bir ipucu yoktur. Bundan ise Rusya'nın batı tarafı ihtimali olduğu gibi bir zamanlar Asya'nın Behreng boğazından Amerika'ya bağlantısı bulunduğuna ve Zülkarneyn de eski tarihte yaşadığına göre, Asya'nın doğusunda, Amerika'nın batısında bulunan Behreng ismindeki yer olması da pek muhtemeldir. Bunlardan başka doğuda Çin seddi, batıda Bâbü'l-ebvâb meşhur olduğuna göre iki sedden maksat, bunların olması daha açıktır denilebilir. Her ne kadar Zülkarneyn'in zamanında bunlar henüz bulunmuyorsa da Kur'ân'ın inişi sırasında bulunmaları ve meşhur olmaları tanımlama için yeterli olabilir. Bu şekilde bu iki sed arasından maksat, Türkistan olması gerekir. Bu da bundan sonraki kavim hakkında zikr edilecek rivayete uygun oluyor.
Kısaca iki sed arasına vardığında onların ötesinde bir kavim buldu ki neredeyse söz anlayamayacak bir durumdaydılar. Yani başka dil bilmedikleri gibi zihinleri basit, anlayışları kıt idi. nın ötresi ve ın esresiyle kırâetlerine göre; hemen hemen söz anlatamayacak bir halde idiler.
94-Dilleri tuhaf, ifadeleri yetersizdi. Zülkarneyn'e her şeyden bir sebeb (vasıta) verilmemiş olsaydı bunlara söz anlatamayacak, onlar da dertlerini anlatamayacaklardı. Bununla beraber bunlar, şimdi anlaşılacağı üzere ehlini bulunca güç oluşturabilecek işe yarayacak bir kavimdi. Kur'ân bunun hangi kavim olduğunu açıkça anlatmamıştır. Fakat tefsir bilginleri, Türk kavmidir denilmiş olduğunu öteden beri nakletmişlerdir. O halde demek oluyor ki, Ye'cûc ve Me'cuc'e karşı yapılacak seddi Zülkarneyn, Türklerin kuvvet ve yardımıyla yapacaktır. Şöyle ki: O söz anlamaz veya anlatamaz gibi bulunan kavim, dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar. Yani işleri, yeryüzünü bozmaktır. Bu memleketi, harap ediyorlar, önlerine geleni tahrib ediyorlar. Bırakılırlarsa bütün yeryüzünü bozacaklardır.
YE'CÛC ve ME'CÛC; Yahut Yacûc ve Macûc isimleri Arapçaya başka bir dilden nakledilmiş Arapça olmayan kelimeler olduğu anlaşılıyor. Avrupalılar da bunlara Yagug ve Magug demişler ve onları şeytan soyundan sayarlarmış. Nitekim orta çağları açan kavimler göçünde Batı Roma İmparatorluğunu istila eden Hunlara böyle demişlerdir ki, Barbar deyiminden daha şiddetli demek oluyor.
Gerçekten kitap ehlinden bazılarının Ye'cûc ve Me'cûc'u Hz. Âdem'in bir ihtilamından meydana gelmişler diye bir efsane naklettiklerini bazı tefsirler de rivayet etmişlerdir. Halbuki Tevrat'ın birinci sifrinin onuncu faslında Yecûc, Yâfis'in oğullarındandır diye açıkça ifade edildiği gösteriliyor. Bu sebeple olmalıdır ki, Vehb b.Münebbih ve daha bazı zatlar, Ye'cûc ve Me'cûc'un Yâfis'in çocuklarından iki kabile olduklarını kesin olarak ifade etmişler ve müteahhirîn (hicrî 3. asırdan sonraki) bilginlerden bir çokları da bu görüşe dayanmışlardır. Bununla beraber Kur'ân'da tesniye (ikil) zamiri ile "Yüfsidâni" denilmeyip de "Müfsidûne" denilmesinin, sayıca kalabalık olduklarına işaret olması gerekir. Onun için iki değil, yirmi kabile diyenler olduğu gibi, yeryüzündeki insanların onda dokuzuna kadar Yecûc ve Mecûc'un çok kalabalık olduğunu nakledenler de olmuştur. Ebu Hayyan der ki: "Bunların sayı ve şekilleri hakkındaki sözlerin hiçbiri sahih haber değildir." Kısaca Ye'cûc ve Me'cûc vaktiyle bir veya iki kavmin özel ismi olsa da doğrusu İslâm dilinde herkesin bildiği mânâ şudur: Aslı ve soyu belirsiz, din ve millet tanımaz karma bir insan topluluğudur ki, çıkmaları kıyamet alâmetlerindendir. Yeryüzünü bozacaklardır.
Bundan dolayı bizimle onların arasında bir sed yapman için sana vergi verelim mi? Burada da nin fethası ile de ötresi ile de okunuş vardır.
95-Buna cevap olarak Zülkarneyn dedi ki: Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. Yani ona ihtiyaç yoktur. Allah tarafından bulunduğum makam, malî kuvvet, ve diğer vasıtalar itibariyle sizin tasarladığınız dereceden daha yüksek ve daha faydalıdır. Ben, sizin öyle malî ücretinize tenezzül etmeksizin istediğinizden daha iyisini bağış ve armağan olarak yapabilecek bir güç ve yetenek içindeyim. Öyle ise siz, bana güç ile yardım ediniz. Yani malî masrafa karışmayınız da adamla, işçi, sanatkâr, araç gereç temin etmede emrimde hazır bulunarak fiilen yardım ediniz. Ben onlarla sizin aranıza sağlam bir duvar yapayım. Yani sedden daha sağlam bir şey, daha büyük, daha sağlam bir gergi yapayım. Bu duvarın o kavim ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında yapılması, söylendiğine göre adıgeçen iki sed arasında değil, onların ötesinde bir yerde olması gerekir. Çünkü bunu isteyen o kavim, seddin ötesinde bulunduğundan dolayı, Ye'cûc ve Me'cûc ile araları daha ilerde olması gerekiyor.
96- Bana demir kütleleri getirin.
"ZÜBER" "Zübre"nin çoğuludur. Zübre, büyük demir parçası demek olup Kamus'ta zikredildiği üzere örs mânâsınada gelir. Yani demir aletler ve takımlar ile demir kütlelerini, demir cinslerini getiriniz dedi, getirdiler. Nihayet iki ucun arasını denkleştirince iki sadef, karşılıklı iki baş veya iki yanı meydana getiren iki eğik ki; buna iki dağ, iki dağın tepeleri veya tepeleriyle kenarları arasındaki yanları, yani yamaçları demişlerse de o kavim ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında seddin bir sınırını oluştaran karşılıklı iki uç veya sedde konulan kütlelerin bitiştirilecek yanları demek de olabilir.
Karşılıklı iki uç arasını düzeltince "Körükleyin" dedi. Onu tam bir ateş haline getirdiği vakit "Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim" dedi. Bunu bazı bilginlerin dediği gibi demir kinetli, bakır perçinli kayalardan meydana gelmiş bir bina gibi anlamak mümkün olabilir. Fakat ifadenin görünüşü bundan çok yüksek bir sanat ve işleme bağlı olan demir tuğlalı, bakır sıvalı öyle bir bina tasvir etmektedir ki, zamanımızda çok ilerlemiş olan sanat eseri ve sanayi vasıtaları ile bile onu imal etmeyi düşünmek zordur. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de körükleyerek tamamını bir ateş haline getirdikten sonra üzerine erimiş bakır dökmek şüphesiz korkunç bir işlemdir. Acaba eski medeniyette demircilik böyle dehşetli bir ateşi idare edecek, böyle büyük bir işlemi yapabilecek kadar yükselmiş miydi? Olabilir. Fakat bunu ya tefsir bilginlerinin dedikleri gibi Zülkarneyn'in bir mucizesi kabul etmek veya bununla beraber sanatın gelecekte ilerlemesinin mümkün olduğuna işaret etmekle, yapılan duvarın son derece kuvvet ve sağlamlığından bir kinaye ve misal gibi anlamak daha açıktır. Yardım etme işi daha fazla bu mânâya bir ipucudur denebilir. Yani o kavmin kuvvet ve gayreti ile Zülkar-neyn'in o yardımı, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı öyle herkesi aciz bırakacak bir duvar meydana getirdi ki, bunun sağlamlık derecesini anlayabilmek için, körüklenerek ateş haline getirilmiş demir kütleleri ile; harcı, sıvası erimiş bakırdan meydana gelen yalçın bir sed tasarlamak gerektir.
97-Bu şekilde hem bir sed, hem bir süd (kapı) olan bu duvar öyle yüksek ve sağlam bir şey oldu ki, o Ye'cûc ve Me'cûc artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış, ne sağlam istihkamlar delinmiştir. Demek ki bunun sırrı Zülkarneyn'in döktüğü akıcı maddedeydi. Demek ki o, normal bir madde değil, ilâhî bir kuvvetti.
98- Onun için dedi ki : Bu Rabbimden bir rahmettir. Yani ne sizin işinizdir, ne benim; yalnız Allah'ın nimetlerinden Allah'ın bir lütfudur. Bununla beraber bunun da bir eceli (sonu) vardır. Rabbimin vaadi geldiği vakitte, onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi hakdır. Kıyamet muhakkak kopacaktır. İlerde Enbiyâ Sûresi'nde geleceği üzere "Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc'un (seddleri) açılıp da her dere tepeden boşaldıklarında" (21/96) âyetinin sırrı belirip Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak, yeryüzünün düzeni bozulacak, kıyamet kopacaktır. Bazıları bunu Çin seddi zannetmişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve Me'cûc'un, Moğollar ve Tatarlar olduğu hayaline kapılmışlardır. Gerçi Pekin civarında denizden başlayarak Altay dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik bir mesafede uzanıp giden Çin seddi, hicretten dokuz asır kadar önce dördüncü Çin sülalesi devrinde, kuzeyden Moğol ve Tatarların saldırılarına karşı yapılmış olduğu tarihî bir bilgi olarak naklediliyor ve büyük eserlerin en büyüklerinden sayılıyorsa da yapılmasından fazla bir zaman geçmeden aşılmış, geçilmiş olan bu seddin sağlamlığı ve yapılış şekli, Kur'ân'da zikredilen vasıflara uygun olmadığı anlaşılıyor. Diğer taraftan bazıları da Demir kapı seddi demişler ve bundan dolayı Ye'cûc ve Me'cûc'u bu günkü Rusya sahasında düşünmüşlerdir ki, bu sed de harap olmuştur. Doğrusu Kur'ân'daki vasıflar, ikisine de uygun olmadığı gibi, diğer yerlerde bilinebilen sedlerin de hiçbirine uymuyor. Allah doğrusunu daha iyi bilir ya, Kur'ân'ın bahsettiği bu duvar, Zülkarneyn'den onun yapılmasını isteyen kavmin bu sayede oluşturdukları toplantı kurulları olsa gerektir ki, demir kütleleri gibi dayanıklı ve sağlam olan unsunlarına akıtılan Allah feyzi ile meydana gelmiş olan maddî ve manevî bir sed demek olur. Eğer bu kavim tefsir bilginlerinin naklettikeri şekli ile Türk idiyse, burada, Zülkarneyn'e kuvvetle yardım eden Türklerin geçmişte yeryüzünü bozgunculuktan kurtarmak için ettikleri hizmetin önemi anlatılmış olduğu gibi, yüce Peygamberimizin peygamber olarak gönderilmesinden sonra İslâm'a yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu halde Türklerin yok olması, Ye'cûc ve Me'cûc seddinin yıkılması ve yeryüzü düzenini bozulması demek olacaktır ki, kıyametin alâmetlerindendir.
Özetle doğu ve batıyı dolaşan Zülkarneyn'in en büyük işi, sırf Allah'ın bir rahmeti olan bu duvarın yapılmasıdır ki, yıkılması yer yüzünde insanlığın pek büyük bir felaketi olacaktır.
Nizameddin Hasen Nişâbûrî "Garaibü'l-Kur'ân ve Reğâibü'l-Furkân" isimli tefsirinde burayla ilgili sofilerin yorumlarından olmak üzere der ki: İnsan için terbiye ve irşad ile elde edilmesi mümkün olan gizli bir olgunluk ve gömülü bir hazine bulunduğu açıklandıktan sonra, Zülkarneyn kıssası ile şu da açıklanmış oluyor ki, yer yüzünde halife olmaya layık olan ancak olgun insanlardır. O ise iki yöne, yani hem ruhlar âlemi yönüne ve hem vücutlar âlemi yönüne sahip olan Zülkarneyn'dir. Çünkü ona yeryüzünde sağlam bir yer verilmiş ve vasıtalar ve sebebler âleminde her şeyin sebebine erdirilmiştir. Bu şekilde o hem nefsinde olgun, hem de başkalarını tamamlayıcı olmuştur. Bundan dolayı bir sebep takip ederek aşağı âleme doğru gitti ki, o insan ruhunun güneşinin battığı yerdir. Onu bir "kara balçıklı bir göze" de batıyor buldu ki, o tabiat ve cesedler âlemidir. Ve orada bir kavim buldu ki onlar, vucuttaki kuvvet ve yerdeki ruhlardır. Ey Zülkarneyn! dedik: Ya onları riyazat (terbiye ve ıslah) bıçağı ve mücadele kılıcıyla öldürmek suretiyle eziyet edeceksin veyahut da haklarında yumuşaklık ve yüze gülme ile güzellik yapacaksın. Değerini yerinden başkasında kullanmakla alçaltarak zulmedene eziyet edeceğiz, istek ve maksadına aykırı olarak kahredeceğiz, sonra Rabbi olan Allah Teâlâ'ya geri döndürülecek, O da onu ebedî azab ile cezalandıracak. İman edip hayırlı iş yapana ise ödül olarak en güzel mükafat var ki o, vusûl ve visâl (Hakka ermek) makamıdır. Hem ona emirlerimizden kolaylığı söyleyeceğiz ki, o da fânilik ve mücahadeden sonra hafiflik ve istirahattır. Sonra ruhlar âlemine ulaşma sebeplerinden bir sebebi takip etti ki, o insanın konuşan nefsi, güneşin doğduğu yerdir. Onu bedene ait ilişkilerden soyutlamış bir kavim üzerine doğuyor buldu.
Nihayet iki sed arasına vardığında ki, o yaşama ve uygarlaşma âlemi ve vücudun düzelmesi, ahirete doğru bir vücut şekliyle varıp durma sebeplerinin dolaşma sahasıdır. Onların önünde hemen hemen söz anlamayacak gibi bir kavim buldu. Bunlar, nihayet hiçbir şey anlayamayan halk idiler. Dediler ki Ye'cûc ve Me'cûc, yani çeşitli tabiat kuvvetleri, insanlığa ait yeryüzünde, kabiliyetlerini yaratıldığı gaye dışında kullanarak bozgunculuk yapıyorlar. Biz sana vergi versek, varlığımızı terk etsek ve elimizde bulunan malları karşılıksız sana bol bol bağışlasak da bize bir sed yapıversen olur mu? Zülkarneyn dedi ki: Bana kuvvet ile yani gerçek bir gayret ve sadakatle yardım edin, demir kütleleri, yani yerleşmiş yetenekler veya demir gibi sağlam kalbler getirin. İki ucu denkleşince; "beşikten mezara kadar." olunca üfleyin. Ve dedi ki: Zikirlere ve virdlere (belirli zamanlarda okunan dualara) devam edin. Nihayet kalb demirinde itaat ve zikir hararetinin etkisiyle onu ateş haline getirince, getirin. Ve dedi ki: Ona bakır kaynağı dökeyim. Şeytanın hilesi işlemeyecek şekilde o kalblerin içine sevgi cevheri, sağlamlık kimyası dökeyim de, ona Rahmândan başkası yükselemesin. "Yalnız Allah bana kâfidir" Zülkarneyn'in sözü bitti. Şimdi bakın Allah'ın vaadi nasıldır? Yüce Allah buyuruyor ki:
Meâl-i Şerifi
99- Biz o gün (kıyamet günü) onları bırakıvermişizdir. Dalgalar halinde birbirlerine girerler, Sûr'a da üfürülmüştür. Böylece onların hepsini bir araya toplamışızdır.
100- Ve cehennemi o gün kâfirlere öyle bir göstereceğiz ki!
101- Onlar ki, beni hatırlatan âyetlerimden gözleri bir örtü içindeydi. İşitmeye de tahammül edemiyorlardı.
102- O kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık.
103- De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size bildirelim mi?
104- Onların dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel işler yaptıklarını sanıyorlardı.
105- İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr etmişlerdir de bu yüzden iyilik altında yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız.
106- İşte böyle, onların cezaları cehennemdir. Çünkü inkâr etmişler ve benim âyetlerimi, peygamberlerimi alaya almışlardır.
107- İman edip salih ameller işleyenlere gelince, onlar için Firdevs cennetleri konak olmuştur.
108- İçlerinde ebedî olarak kalacaklar, oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.
99-108- Bu hatırlatma ve uyarmayı yeterli görmeyip de daha fazla açıklama isteyenlere karşı ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
109- Deki: "Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile."
110- De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."
109- BAHR: Deniz cinsi, bütün çeşitleriyle denizler.
MİDÂD: Aslında bir şeyin uzatılmasına sebep olan şeyin ismidir. Fakat örfe göre kendisiyle yazı yazılan mürekkebe tahsis edilmiştir.
"Rabbimin kelimeleri için" Allah'ın sözleri ki Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmeti, kelimeleri "bir mislini daha yardımcı getirsek bile." Çünkü Allah'ın kelimeleri sonsuzdur, denizler ise sınırlıdır. Tükenen bir şeye tükenen şeyi eklemenin toplamı da biter, tükenir. Tükenen şeyin bitmeyen ve tükenmeyen şeye uygun gelmesi imkansızdır, çelişkidir.
110- De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Yani Allah Teâlâ'ın bütün sözlerini tam bilemem, kavrayamam. Öyle bir iddiada bulunmuyorum. Şu kadar ki bana şöyle vahyediliyor: Hepinizin ilâhı ancak bir ilâhdır ki Allah'dır. Bundan dolayı her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa; Allah'ın huzuruna varmak, hesabından kurtulup sevabına ermek, rızasını bulmak veya cemalini (güzelliğini) görmek arzu ediyor, Allah'ın huzuruna ulaşanlardan olmak ümidini besliyorsa, salih, o kavuşmaya lâyık hâlis amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiçbir kimseyi ortak koşmasın. Ne yukarıda geçtiği üzere Allah'ın âyet ve huzuruna kavuşmayı inkâr edenler gibi açıkça ortak koşma, ne de riya (iki yüzlülük ) gibi Allah'a gizli ortak koşmayı amellerine karıştırmasın.
Kehf Sûresi'nin bu son kısmı, Meryem Sûresi'ne geçmek için ne büyük bir temel, ne güzel bir ön hazırlık olmuştur.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|