79-Şöyle ki: "Gemi, denizde çalışan bir takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak istedim. Çünkü ötelerinde bir melik vardı" Bu melik Gassân hükümdarı Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs yarımadasında Mıkvâd b. el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan olmuş olan bu kral her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın hükümlerinde böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse onların zarar değil, fayda olduğu anlaşılır.
80- Oğlana gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bundan dolayı bunları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk. Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın imanlarındaki samimiyyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi.
81- İstedik ki: bu iki müminin Rableri kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin. Hem oğlanın yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu olmayacaktı. Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet, hidayete ermiştir.
82- Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi.
Özetle iki oğlu yetim kalmış olan o iyi babanın iyiliği Allah katında boşa gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin büluğ çağına ve erginliğe erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini istedi. Bunlar büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de onun belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir. Bunlar hep Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu yaptıklarımı kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan değil, Rabbinin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bu benim bir görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.
Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki bu açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir. O halde bu açıklama ve yorumda reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden gizli olan sebepleri ve hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler, açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde çelişme kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine aykırı olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı gerekmez. Çünkü şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte (gerçekte) ne ise odur. Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır, Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı zaman şeriat bakımından itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı Rabbanî Mektûbât'ının birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki: "Bazı insanlar dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın ötesinde olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı olan herşey reddedilir ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir zındıklıktır."
Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki: "Mesela dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını yok etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa tarikat ve eğer külfetsiz yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın (gizli) olan tarikat ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde tarikat ve hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı ve ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve kendini kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata aykırı olan durum tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla dağılmış olur."
Ancak burada dikkate değer bir nokta vardır ki o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş idiyse derhal küfür ve azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat âlimlerin çoğunun dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse, onun kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir. Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve gelecekteki bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle dursun bir ergini bile ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe yok ki İslâm hukukuna aykırıdır. Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin kölesini görünce: "Bu beni öldürecek" demiş, kendisinin katili olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun, ey müminlerin emiri!" dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır. Ve yalnız kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu olunmaz" dedi. Ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın öldürdüğü eğer çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat etmiş olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:
1- Musa'nın yoruma itiraz etmemesinden açıkça anlaşılan şudur ki onun diye bir masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil, ergin azgın bir kâfir, öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında çocuktu sözü kabul edilemez.
2- Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda özel bir şeriat ile emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan dolayı o çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin şeriatleri arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en önemli nokta da bu farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem ilminin şeklinde, hem de yaptığı işin şeklinde başka bir özellik gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı onun şeriatında da bir özellik göstermektedir:
Birincisi, ilim açısından bakıldığı zaman onun gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle ilgili olan Allah bilgi ve sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri, geçmişteki gizli hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği anlaşılıyor. Onun için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî (Allah'ın bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.
İkincisi, fiil yönünden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden işler değil, Hak'tan (Allah'tan) halka doğru olan fiillerdir. Bundan dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye emredilmiş değil, Hak'tan halka olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine getirilmesine emredilmiş demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın emri ile ölen çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in görev ve sorumluluğu gibi olur.
Üçüncüsü, İslâm şeriatına uygun olmak, başka bir ifade ile güzellik ve çirkinlik açısından bakıldığı zaman Hızır'ın yaptıkları, gözle görülmeyen gizli sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman ise, üçte ikisi genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan (güzel sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına yardımcı olacak ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve şeriat yönünden kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber itiraz etmeye de hak vermeyen özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında birbirinden ayrılma gereği gerçekleşmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş Ulü'l-azim bir peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri hemen yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli olsaydı oğlanı öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde kıssa Hızır'ın Musa'dan daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak Musa'nın herşeyi bilen (bir peygamber) olmadığını ve Allah ilminden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail olduklarını toplayan bir zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş olan kimse) göz önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en mükemmel bir makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir. Onun için bu kıssadan Zülkarneyn'le ilgili soruya geçilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
83- Bir de sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.
83- Bir de sana Zülkarneyn'den soruyorlar veya sorarlar. Soranlar, bazı rivayetlere göre müşrikler, diğer bazı rivayetlere göre kitab ehli idi. Sûrenin iniş sebebinde zikredilen rivayette yahudilerin telkini ile Kureyş müşriklerinin soru sorduğu (baş tarafta) geçmişti. Taberî'de Ukbe b. Amir'den rivayet olunduğuna göre o demiştir ki: "Bir gün Resulullah'a (s.a.v) hizmet ediyordum, huzurundan çıktım. Kitab ehlinden bir topluluk bana rastlayıp: 'Biz Resulullah'a soru sormak istiyoruz. İzin iste' dediler. Ben de girdim, haber verdim Peygamber: 'Onların benimle ne işleri var? Ben Allah'ın bildirdiğinden başkasını bilmem' buyurdu. Sonra 'Bana su dök' dedi. Abdest aldı, namaz kıldı. Namazı bitirince yüzündeki sevincini anladım. Sonra Peygamber: 'Onları ve ashabımdan kimi görürsen içeri al' buyurdu. Bunun üzerine onlar içeri girdiler, Peygamberin huzurunda dikildiler. Peygamberimiz buyurdu ki: 'İsterseniz kitabınızda yazılı bulduğunuz şeylerden sorunuz, ben size cevap vereyim ve isterseniz ben size bilgi vereyim'. Bunun üzerine onlar: 'Sen bilgi ver' dediler. Peygamber: 'Zülkarneyn'den ve kitabınızda bulduğunuz şeylerden soruyorsunuz?' buyurdu." Bir de Alûsî'nin belirttiğine göre İbnü Ebu Hatem'in Süddî'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v)e yahudiler demişler ki "Ey Muhammed! Sen ancak İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve bazı peygamberleri anlatıyorsun. Çünkü onlarla ilgili haberleri bizden işittin. Şimdi bakalım bize öyle bir peygamberden haber ver ki, Allah Teâlâ onu Tevrat'ta ancak bir yerden başka zikretmemiştir. O kimdir? demişler. "Zülkarneyn" buyurmuş.
ZÜLKARNEYN, deyimi, zü'l-yedeyn (iki el sahibi) gibi bir lakabdır ki zü'l-cenaheyn (çifte kanatlı) niteliğine benzer. Kamus'ta ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere "karn" bir çok mânâlara gelir. Bunlardan bazıları; boynuz, asır, bir zamanda beraber yaşamış olan topluluk mânâlarına geldiği gibi insanın tepesine ve özellikle başının yanlarına, yani şakaklarına ki hayvanda boynuzunun yeridir ve erkeklerin perçemine, kadınların zülüflerine, güneşin çemberinin kenarına ve bir toplumun başında olan efendisine... denilir. Bundan dolayı Zülkarneyn lakabının, isim olarak konmasının sebebinde "karn" kelimesinin mânâlarından her birine göre değişik düşünceler mümkün olduğundan birçok sözler söylenmiştir. Bu sözlerin en meşhuru Kur'ân'ın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, yeryüzünün doğu ve batısına sahip, demek olmasıdır ki, Türkçede cihangir diye ifade edilir. Hüseyin Vâiz tefsirinde anlatıldığı üzere, görünen ve görünmeyene sahip mânâsı da Kur'ân'ın zevkine uygun yönlerdendir. Buna da Türkçede zülcenaheyn (hem dünya, hem ahirete ait) denilir. Tefsir bilginlerinin açıklamalarından Zülkarneyn lakabı ile lakablandırılmış olan zatların bir değil, birçok kimse olduğu anlaşılıyor. Kur'ân'da anılana Büyük Zülkarneyn" deniliyor.
Vaktiyle Yemen'de Tebâbia denilen Himyer hükümdarlarından bazı büyük fatihler, bu cümleden olarak Mekke'nin yapımında Hz. İbrahim ile görüşüp ondan feyiz aldığı rivayet edilen, Sa'b ve Semerkand isminin adına nisbeti nakledilen Şemmer Yer'aş, Zülkarneyn olarak anılmış oldukları gibi, Afrîdun ve İskender gibi Arap olmayan fatihlere de bu lakab verilmiş ve bunların en son yaşayanı, İskender olması dolayısıyla tarih bilginleri arasında "Zülkarneyn" şöhreti İskender'in olmuştur. Yahudilerin kitaplarında, Zülkarneyn Rum'dan çıkan bir genç idi ki, Mısır'ı ve İskenderiye'yi kurdu ve şöyle yükseldi, böyle yükseldi diye anılmış olduğu hakkında bir rivayetinde görülmesinden dolayı, bu konuda tarihî tartışmayı ortadan kaldırmak isteyen bazı tefsir bilginleri de Büyük Zülkarneyn'in İskender olduğunu kabul etmek istemişlerdir. Nitekim Alûsî de bu görüştedir.(3)
Allah'ın birliğine inanan bir hükümdar olan ve olağanüstü fetihleriyle dünyada özel bir tarih açmış bulunan İskender'in, Zülkarneyn'lerden birisi olduğunu inkar etmeye yer yoksa da, Kur'ân'da zikredilen büyük zatların peygamberlik makamına da sahip bulunduğuna göre İskenderin bu derece yükseltilmesi kabul edilebilir görülmemiş ve İskenderin bir set yaptığı bile tarih olarak belli olamamıştır. Bir de İskender, başka bir tarihte meşhur olduğu ve bilindiğinden dolayı, bunu Peygambere sormak, soru soranların maksadına uygun olmazdı. Hakkında vahiyden başka bir şekilde bilgi alınması düşünülen bir soruyu peygamberliği imtihan etmek isteyen ve bunun için soru soran kimselerin maksatlarına nasıl uygun düşer? Onun için bu soru, eski tarihin karanlıklarına kadar dalan bir konu olması gerekiyor.
Gerçi İskender'den sonra da doğu ve batıya savaş açmış, set yapmış fatihler yok değildir. Mesela Roma kayserlerinden (hükümdarlarından) birinin, İngiltere'de Kisra Nuşirevân'ın Kafkas dağlarında "Bâbü'l-Evvâb", başka bir ifade ile "Demir kapı" denilen yerde birer set yapmış olduklarını tarihler gösteriyor. Fakat bu sorunun, doğu ve batı da pek çok fetih yaptıktan sonra Kuzey'de Askitler'e kadar varan ve aynı zamanda Akdenizden Şab denizine kadar bir set yaptığı rivayet olunan Mısırlı büyük Ramses gibi maddî ve manevî bir üne sahip olan daha eski ve daha yüksek bir cihangiri hedef edinmiş olması rivayet ve dirayet açısından daha uygundur. O halde bu Zülkarneyn kimdir?
Bazıları bunun İbrahim (a.s) zamanına tesadüf eden Afrîdun b. Esfiyan b. Cemşîd olduğunu söylemişlerdir ki, İran'ın adalet önderlerinden olup, adalet ve güzel ahlâkı ile meşhurdu. Zülkarneyn'den önce Hızır bulunuyordu. Hızır, Afrîdun zamanında peygamber olarak gönderilmiş olup Hz Musa zamanına kadar kalmıştı. Zülkarneyn, İbrahim (a.s) zamanındaydı gibi ilk kitap ehlinden rivayet edilmiş bazı sözler bununla ilgili görünür. Belhli Ebu Zeyd "Suver-i Ekâlîm" ismindeki kitabında Afrîdun'un vahiy ile desteklenmiş olduğunu söylemiş ve tarihler onun büyük bir fatih olduğunu nakletmişler.
İbnü İshak, "Zükarneyn"in isminin, Merziban b. Merduye olduğunu söylemiş, bazıları onun ismi Abdullah b. Dahhâk'tır demiş, bazıları da Mus'ab b. Abdullah b. Feynan b. Mansur b. Abdullah b. el-Ezr b. Avn b. Zeyd b. Kehlân b. Sebe b. Ya'rub b. Kahtan demişler. Ebu Reyhan Bîrûnî "el-Asârü'l-Bâkiye ani'l-Kurûni'l-Hâliye" isimli eserinde "Zülkarneyn, Ebu Kerb Semiyy b. Ubeyd b. Efrîkış el-Hımyerîdir. Bunun mülkü yer küresinin doğu ve batısına ulaşmıştı ve Himyerli şairin:
"Dedem zü'l-karneyn müslüman bir melikti.
Yeryüzünde yüceldi, zayıf görüşlü değildi .
Doğulara ve batılara ulaştı .
Doğru yolu gösterecek bir hakîmden padişahlık yollarını arıyordu." diye iftihar ettiği de odur deniliyor ki bu görüş doğruya en yakın görüştür. Çünkü Zülmenâr, Zûnüvâs, Zünnûn, Zuruayn, Zûyezen, Zûceden gibi zû'lar hep Yemen'dendir" demiş. Durum böyle iken Afrika kıtasını adına nisbetle tanımakta olduğumuz Afrikış, Zülmenâr unvanı ile Himyer hükümdarlarının tanınmışlarındandır. Tanca'ya kadar ulaştığı, Afrikıyye şehrini yaptığı, Berberîleri Filistin, Mısır ve sahilden Mağribe (Cezayir'e) naklettiği tarihlerde zikrediliyor. Fakat bunun torunu olduğu söylenen "Ebu Kerb Semiyy veya Şems b. Umeyr" adında birisi tarih itibariyle tesbit olunamamış ve bundan dolayı, Ebu Reyhan'ın nakline itiraz edilip bunun, "Şemmeryeraş" kelimesinden değiştirilmiş olması ihtimali ileri sürülmüştür. Gerçekten bir rivayette, Şemmer, Afrîkış'ın oğlu olup Irak ve Çin'e doğru hareket ederek vardığı yerlerde kitabe (yazıt)ler diktirdiği ve Semerkand kalesini söktüğü ve hatta Semerkand "Şemmer"in kopardığı, yani "Şemmerkent" yahut "Şemmer şehri" demek olduğu zikredilmiş ve Huzâ'a şairi Dıbil, Yemen hükümdarları ile iftihar ederken buna işaret ederek şunu söylemiştir:
Bazıları bu "Şemmer"in başında iki saç örgüsü olduğundan dolayı Zül-karneyn diye adlandırıldığını nakletmiş ise de en çok tercih edilen rivayette Şemmer, Efrikîş'in oğlu değil, "Nâşirunniam"ın oğlu olduğu gibi, Süleyman (a.s) zamanındaki Belkıs'tan sonra olmasından dolayı Kur'ân'daki Zülkarneyn'in daha önce olması gerekeceği ileri sürülmüştür. Nitekim Ebu'l-Fidâ tarihinde der ki: "Zülkarneyn, Râyiş'in oğlu Sa'b'dır. Babası Râyiş ilk Tübba', Küçük Sebe'in oğlu Sayfî'nin oğlu Kays'ın oğludur denilmişse de Lokman'ın biraderi Züsü-ded'in oğlu Haris Râyiş'tir. İbnü Said, İbnü Abbas hazretlerine, Kur'ân'da zikrolunan Zülkarneyn'den sordu Himyer'dendir dedi ki o, adı geçen Sa'b'dır diye nakletmiştir. Şu halde yüce kitapta zikredilen Zülkarneyn, Rum İskender değil, adı geçen Sa'b b. er-Râyiş'dir."
Kamus mütercimi Asım Efendi de İskender kelimesinde bu görüşü destekleyerek daha bazı detaylı bilgileri nakletmiştir. Fakat bir taraftan Sa'b'ın bir taraftan da Afridun'un İbrahim (a.s) zamanında oldukları hakkındaki rivayetleri birleştirmek de pek zor ve güç görünüyor. Gerçi Kur'ân'ın bir kaç yerinde geçmişteki parlaklığı hatırlatılan Sebâ medeniyetinin, dünyada benzeri yaratılmamış olduğu hatırlatılan "İreme zâti'l-'imâd" cennetinin sahipleri olan ve Semûd kavmini Yemen'den kovarak çıkaran Himyer ve Tebâbia devletinin, Şeddad'a karşılık Lokman ve Zülkarneyn'e de ortaya çıkış yeri olması en yakın ihtimaldir. Ve bunlardan birinin ve belki bir kaçının Zülkarneyn olarak anılmış olduğu da anlaşılmaz değildir. Bununla beraber tarihin bilinmeyen karanlıkları içinde bunların incelenmesi zor olduğu gibi, Kur'ân'da zikredilen Zülkarneyn'in bunlardan o ünvanı almış birisi mi; yoksa İbnü İshak'ın, Lafes'in çocuklarındandır dediği gibi Arap milletinden başka bir milletten gelen, büyük fatihlerden birisi mi olduğunu kestirmek mümkün olamıyor. Onu için İbnü Hişam'ın "Siyer" kitabının şarihi Süheylî'nin kabul ettiği şekliyle, bu konuda en sağlam hükmü Hz. Ali'den rivayet olunan şu fıkrada buluyoruz: "Zülkarneyn, salih bir kuldu ki, Allah'ı sevmiş Allah da onu sevmişti". Gerçekten bunun ismi ve şahsiyeti ile belirlenmesine kalkışmak Kur'ân'ın zevkine de uygun değildir. Çünkü soru, Zülkarneyn niteliği üzere sorulmuş olduğu gibi, cevapta da ismin ve şahsiyetin belirtilmesine ilişilmeyip ancak o vasıfla ilgili hususları açıklayan kıssayı hatırlatmakla buyuruluyor ki: de ki size ondan bir haber anlatacağım. Bir zikir, yani onu andıracak unutulmaz bir hatıra, belleklerde tutulacak, dillere destan olacak bir anı, şöyleki:
Meâl-i Şerifi
84- Gerçekten biz onu (Zülkarneyn'i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir yolunu verdik.
85- Derken o da bu yollardan birini tutup gitti.
86- Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, güneşi, (sanki) kara bir balçıkta batıyor buldu. Bir de bunun yanında bir kavim buldu. Biz ona dedik ki: "Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi davranırsın."
87- O da demişti ki: "Kim haksızlık ederse muhakkak ona azab edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, O da onu görülmemiş bir azabla cezalandırır."
88- "Amma her kim de iman edip iyi bir iş yaparsa, buna da en güzel mükâfat vardır. Biz ona dünyada kolaylık gösterir zor işlere koşmayız."
89- Sonra Zülkarneyn yine bir yol tuttu.
90- Nihayet güneşin doğduğu yere varınca, onun kendilerini güneşten koruyacak hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu görmüştü.
91- İşte Zülkarneyn'in kudret ve saltanatı böyleydi. Ve biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.
92- Sonra yine bir yol tuttu.
93- Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiç söz anlamayan bir kavim bulmuştu.
94- Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar. Onun için, bizimle onlar arasında bir sed yapman şartıyla sana bir vergi versek olur mu?"
95- Dedi ki: "Rabbimin bana vermiş olduğu servet ve saltanat, sizin vereceğiniz şeyden daha hayırlıdır. Bana maddî yardımda bulunun da sizinle onların arasına en sağlam seddi yapayım.
96- "Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki ucunu denkleştirdiği vakit: "Ateş yakıp körükleyin" dedi. Demiri bir ateş koru haline getirince. "Bana erimiş bakır getirin üzerine dökeyim" dedi.
97- Artık Ye'cuc ve Me'cuc bu seti ne aşabildiler ne de delebildiler.
98- Zülkarneyn dedi ki: "Bu Rabbimin bir lütfudur. Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır.
84- Gerçekten biz ona yeryüzünde maddî manevî kuvvetleri, kudretleri hazırladık. Ve ulaşmak istediği her şeyden ona bir sebep (vasıta) verdik. Önemli şeylerden takip ettiği maksadına ermek için açıktan ve gizliden ilim, kudret, âletler ve vasıtalar gibi her türlü sebebi ihsan eyledik. Öyle ki neye yapışsa ondan maksadına yol bulur, muvaffak olurdu. Yani sebepsiz, düzensiz hareket etmezdi. Fakat her neyi de tutsa o bir sebep olurdu. Çünkü sebep olmak, eşyanın aslına ait değildir, Allah'ın bir tahsisidir.
85- Bunun üzerine o da bir yolu takip etti. Bir yolla batıya doğru yürüdü .
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|