Meâl-i Şerifi
42-48- 42- (Ey Muhammed!) Eğer seni (müşrikler) yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd (kavimleri de kendi peygamberlerini) yalancı saydılar.
43- İbrahim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalancı saydılar.
44- (Şuayb'ın kavmi olan) Medyen halkı da (Şûayb'ı) yalanladı. Musa da (Firavun tarafından) yalanlandı. Ben de o kâfirlere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler.
45- Nice memleketler vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) Nice terkedilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır.)
46- Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.
47- Bir de senden acele azab istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla beraber Rabbinin katında birgün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.
48- Zulmedip dururlarken kendilerine mühlet verdiğim nice memleket halkı vardı ki, sonunda onları yakalayıvermiştim. Dönüş ancak banadır.
Meâl-i Şerifi
49- (Habîbim!) De ki: "Ey insanlar! Ben size ancak apaçık anlatan bir uyarıcıyım."
50- İşte iman edip salih amel işleyenler için hem bir mağfiret, hem de (cennette) tükenmez bir rızık vardır.
51- Âyetlerimizi tartışarak bozmaya uğraşanlara gelince, işte onlar cehennemliktirler. 49-51-Böyle de ve temennilere uyma. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
52- (Ey Muhammed!) Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder (güçlendirir). Allah Alîm'dir (herşeyi bilir), Hakîmdir (Hikmet sahibidir)
53- Allah, şeytanın karıştırdığını, kalblerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseleri sınamaya vesile kılar. Zalimler şüphesiz (haktan uzak) derin bir ayrılık içindedirler.
54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur'ân'ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler ve ona iman etsinler de kalpleri ona saygı duysun. Çünkü Allah, iman edenleri doğru yola eriştirir.
55- İnkâr edenler de, kendilerine ansızın kıyamet gelinceye veya akîm (kısır) bir günün azabı gelinceye kadar, Kur'ân'dan şüphe etmekte devam edip giderler.
52- Senden önce ne bir Resulü, ne de bir Nebîyi başka bir halde göndermedik. Bu âyet Resul ile Nebî'nin anlamlarında farklılık bulunduğunu bildirmektedir. Nebî'nin, Resulden daha genel olduğunu ifade eden bazı hadisler de nakledilmektedir. Şeriat örfünde meşhur olduğuna göre Resul, kendine vahy olunan ve aldığı vahyi başkasına tebliğ etmekle de yükümlü bulunan kimsedir. Nebî ise tebliğe memur olsun olmasın, kendisine vahyedilen kimsedir. O halde her Resul Nebî'dir, fakat her Nebî Resul değildir. Ancak bilindiği gibi umum ifade eden, hususiyet ifade edene (âmm, hâssa) karşılık olarak kullanıldığı zaman o hâssın ötesine yorumlanır. Burada Nebî, Resule karşılık olarak kullanıldığı için Resul olmayan, yani tebliğ vazifesiyle emrolunmayan peygamberin kastedilmiş olması gerekir. Oysa âyetin başındaki "İrsâl" fiili ikisine de bağlantılıdır. Tebliğe memur edilmeyenin ise irsal edilmiş olması hemen anlaşılır bir ifade değildir. Bunun için denilmiştir ki: Resul, yüce Allah'ın insanları hakka davet etmek üzere, yeni bir şeriatle gönderdiği hür erkektir. Nebî ise hem bunu, hem de geçmiş bir şerîati bildirmek için gönderilen peygamberi içine alır. Nitekim İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin hepsi de Musa'nın şeriatını anlatmak için gönderilmişlerdir. Fakat buna da şöyle bir itiraz geliyor: İsmail (a.s) hakkında "Ve kavmine gönderilmiş bir Resul, bir Nebî (bir peygamber) idi" (Meryem, 19/54) buyurulmuştur. O halde hem Nebî, hem Resuldur. Halbuki o yeni bir şeriatle değil, Hz. İbrahim'in şeriatiyle gönderilmiştir. Buna cevap olarak da gönderildiği insanlara nisbetle yeni bir şeriat olması yeterlidir deniliyor. Ayrıca Resul, mucizesi ve kendisine indirilen bir kitabı olan, Nebî ise kitabı olmayandır diye tarif edilmişse de İsmail (a.s) ile itiraz bu tanım için çok daha geçerlidir. O halde en doğrusu önceki tanımdır. fiilinin bağlantısına gelince, bunu "ona kılıç ve mızrak kuşandırdım" kabilinden olarak şeklinde anlamak gerekir. Yani: "Senden önce, başka şekilde hiç bir Resul göndermedik ve hiç bir Nebîye haber vermedik".
Ancak şu şekilde ki o bir şey temenni edip arzuladığı zaman, temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya "ümmiyye" veya "münye" denilir ki, Fransızca "ideal" diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olması için dilimize terceme edilirken "mefkûre" kelimesi uydurulmuş ve hertarafa yayılmış. Şu halde temenni bir ümmiyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün gerçeklerin aslının "benlik" de olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur'ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. "O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur'ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur" (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye'ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa ictihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah âyetlerini tahkîm eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde red edilmesi söz konusu olmayacak, hata ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir. Burada zamanda değil, rütbede terâhî (sonraya bırakmak) içindir. Çünkü bir gerçeğin güçlendirilip muhkemleştirilmesi, şüpheleri gidermekten sonra gelen daha üstün bir mertebe, daha yukarı bir basamaktır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.
53-Her şeyi hakkıyla bilen o olduğu gibi, şeytanın karıştırdığını da bilir. Yine her yaptığını hikmetle yaptığı gibi peygamberler de bile temenniyi şeytanın karıştırmasıyla bağlantılı kılması, sonra o şüpheleri giderip âyetlerini muhkemleştirmesi de hikmetledir. Şöyleki: Bunlar Şeytanın karıştırdığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlarla kalpleri kaskatı kesilmiş bulunanlara bir mihnet ve bir azab vesilesi yapmak içindir. Çünkü bunlar hep kuruntulara kapılır ve temenniler peşinde dolaşırlar . Gerçekten o zalimler haktan uzak, derin bir ayrılık içindedir." Araları o kadar açıktır ki, birleşip uzlaşmayı kabul etmez. Her biri başka bir kuruntu ile haktan uzaklaşmış şiddetli bir düşmanlık ve tam bir ayrılık içindedirler.
54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar şunu iyi bilsinler ki o Rabbinden gelen bir gerçektir. Kur'ân veya o şeytanın karıştırdığı şeyi giderip, âyetleri tahkîm etmek Rabbin tarafından indirilmiştir. Yani Peygamber bir arzu ve temenniyi takip ettiği zaman şeytanın bir şeyler karıştırmasına imkan verilmeseydi veya o karıştırılan şey giderilip da Allah'ın âyetleri muhkemleştirilmeseydi, vahiy ile temenni'nin farkı olmazdı. O vakit ilim sahipleri de Kur'ân'ın ve dolayısıyla da peygamberliğin Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunu bilemezlerdi. Fakat Allah'ın hikmetiyle öyle yapıldı, Ta ki ilim sahipleri bilsinler de ona, o Kur'ân'a veya âyetleri tahkim işine iman etsinler Böylece kalpleri ona bağlanıp saygı duysun ve şüphesiz Allah iman edenleri doğru yola eriştirir. Bu âyetlerin inişi Garanık uydurması ile ilgili olduğuna dair bir söz vardır. (Onun için Necm, 53/19-24: âyetlerin tefsirine bkz.)
55- "İnkâr edenler, kendilerine ansızın kıyamet gelinceye veya akîm (kısır) bir günün azabı gelinceye kadar Kur'ân'dan şüphe etmekte devam edip giderler."
Meâl-i Şerifi
56-62- 56- O gün hükümranlık yalnız Allah'ındır, O aralarında hükmünü verir. Artık iman edip yararlı iş işleyenler nimet cennetlerindedirler.
57- İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise, işte bunlar için hakîr düşüren bir azab vardır.
58- Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, elbette Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
59- Allah onları hoşnud olacakları bir yere (cennete) elbette koyacaktır. Şüphesiz Allah Alîmdir (herşeyi bilir) Halîmdir, (Kullarına yumuşak davranır.)
60- Bu böyledir, kim kendisine yapılan cezaya aynı ile karşılık verir de, sonra yine kendisine zulüm yapılırsa, muhakkak ki, Allah ona yardım eder. Allah şüphesiz çok af edicidir, çok bağışlayıcıdır.
61- Çünkü Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Şüphesiz Allah, Semîdir (herşeyi işitir) Basîrdir (herşeyi görür).
62- (Bu sonsuz güç şundandır) Çünkü Allah, varlığı kendinden olan Hak'tır. Müşriklerin O'nu bırakıp da tapındıkları putlar ise hep bâtıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür.
Meâl-i Şerifi:
63-66- *63- Görmedin mi Allah'ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor? Gerçekten Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır.
64- Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Doğrusu Allah müstağnîdir, övülmeğe layıktır.
65- Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
66- Size (ilk defa) hayat veren, sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O'dur. İnsan gerçekten pek nankördür.
Meâl-i Şerifi
67-72- * 67- Biz her ümmet için bir şeriat tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler. Bunun için (ey Muhammed!) bu konuda seninle hiçbir zaman çekişmesinler. (İnsanları) Rabbine (ibadet etmeye) çağır. Şüphesiz sen gerçekten hidayete götüren doğru bir yol üzerindesin. 68- Eğer seninle tartışırlarsa, de ki: "Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir."
69- Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında kıyamet günü Allah aranızda hükmünü verecektir.
70- Bilmez misin ki, Allah, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar bir kitabtadır. Hiç şüphe yok ki bunlar Allah'a pek kolaydır.
71- Onlar Allah'ı bırakıp da O'nun, haklarında hiçbir delil indirmediği ve kendilerinde de bir bilgi bulunmayan şeylere taparlar. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.
72- Âyetlerimiz kendilerine apaçık olarak okunduğu zaman, o kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: "Şimdi size ondan daha kötü olanını haber vereyim mi? O, ateştir. Allah bunu kâfir olanlara vaad buyurdu. O ne kötü bir dönüş yeridir."
Meâl-i Şerifi
73-76-73- Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır.
Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âcizdir.
74- Allah'ın büyüklüğünü gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.
75- Allah hem meleklerden, hem de insanlardan elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.
76- O geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür.
Meâl-i Şerifi
77- Ey iman edenler! rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtulabilesiniz.
78- Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!
77- "Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın." Yani rükû edip, secdelere vararak namaz kılınız. Rivayet edildiğine göre İslâm'ın başlangıcında, bu âyet ininceye kadar, namazda bazan rükûa varırlar, bazan da secde ederlerdi. Bu âyetle her ikisinin de bir arada, aynı namazda yapılmaları emredilmiştir. Şu halde buradaki secde tilâvet secdesi değil, namazın rükunlerinden olan secdedir. Fakat İmam Şâfii hazretleri bu âyette de tilâvet secdesinin gerekli olduğunu söylemiştir. Rabbinize ibadet ediniz, yani rükû ve secdelerinizi Rabbinize ibadet maksat ve niyetiyle yapınız. Bir de yalnız namaz kılmakla vazifenizin bittiğini sanmayınız. Aksine emrolunan diğer ibadetleri de yapınız. Yaptığınız ibadetleri başkası için değil, sırf Rabbiniz olan Allah için yapınız. Ve hayır işleyiniz; namaz ve diğer ibadetlerden başka bir de her işinizde hayır ve sevap getiren şeyleri araştırıp, nafile ibadetler, yakın akrabayı gözetmek, güzel ahlâk insanlara yararlı olmak ve Allah'ın yaratıklarına şefkat gibi gücünüzün yetebildiği iyiliği yapınız ki kurtuluş ümit edebilesiniz. Yani bunları yapmakla amellerinize güvenerek kurtuluşunuzun kesin olduğuna hükmetmeksizin ümit besleyebilirsiniz. Çünkü kurtuluş aslında Allah'ın bir lütfudur. Fakat "Kul, yaptığı nafile ibadetlerle sürekli bana yaklaşır." kudsî hadisinin ifade ettiği anlamı gereğince Allah'a yaklaşmak yalnız farz olan ibadetlerle değil, onlara eklenen nafile ibadetlerle olur. "Hayır işleyin" emri de özellikle bu mânâyı bildirmektedir.
78-Ve özellikle Allah uğrunda gerektiği gibi hakkıyla cihad ediniz.
Cihad: Düşmana karşı savunmada bütün gücünü harcamaktır ki, üç kısımdır: Birincisi, açıkça kendini belli etmiş düşman ile yapılan cihad. İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü de nefis ile yapılan cihaddır. Bazıları buradaki cihaddan maksat ilk şıktakidir demişler, bazıları da hevâ ve nefisle yapılan cihad olduğunu söylemişlerdir. Fakat en doğru olan üç kısmın üçünü de içine almış olmasıdır. Bu kapsam, hakikat ile mecazın bir araya getirilmesi kabilinden değil, cihad kavramının kendi kapsamının bir gereğidir. Şüphesiz mücahede tabiri mukatele (savaşmak) tabirinden daha geneldir. Nitekim rivayet olunur ki, Hz. Hasan bu âyeti okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder, oysa düşmana bir tek kılıç bile vurmamıştır. Sonra Allah uğrunda cihad etmenin hakkı da onun hak ve ihlasa uygun olması, haksızlıktan, kötü gaye ve maksatlardan uzak olması, mümkün olduğu kadar gevşeklik ve tembellikten arınmış olmasıdır.
O sizi seçti, yani ey Muhammed ümmeti, düşmanlarına karşı cihad için sizi Allah kendisi seçti. Din işinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Size emrettiği dindeki mükellefiyetlerinizi rahmetinin genişliğine uygun düşecek şekilde kıldı. (Bakara, 2/286. âyetin tefsirine bkz.) Diğer dinler gibi ağır, çekilmez yükümlülükleri yüklemedi. Herkesin sıkıntısına, ihtiyacına, mazeretine göre ruhsatlar verdi. Mesela ayakta namaz kılamayanın oturmasına, oturamayanın îma ile kılmasına müsaade etti, kolaylıklar gösterdi. Cihadı da yeterli bir gücün varlığı ile orantılı olarak farz kıldı. Babanız İbrahim'in dininde olduğu gibi bundan önce ve bunda size müslümanlar ismini o taktı.Yani gerek bu Kur'ân'da ve gerek Hz. İbrahim ve İsmail'in "Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap." (Bakara, 2/128) duasında olduğu gibi geçmişte size müslüman ismini Allah taktı ki Peygamber size karşı şahid olsun siz de bütün insanlara karşı şahidler olasınız. Yani hakkıyla cihad yapmanın, dine uymanın ve müslümanlığı yaşamanın nasıl olacağını Peygamber size bizzat yaparak gösterip öğretsin; hakkın şahidi, peşinden gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak suretiyle bütün insanlar için, hakkın örnek tutulacak birer şahidleri olasınız. Artık gereği üzere namazı kılın, zekatı verin ve Allah'ın dinine sarılın ki Mevlânız O'dur. İşinizi görecek emir sahibiniz, sizi kurtaracak efendiniz, yardımcınız ancak Allah'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.
.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|