15- 8- Sonra şüphesiz bundan sonra muhakkak öleceksiniz.
16-9- Sonra da muhakkak kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz. Bundan dolayı yukarda açıklanan vasıfları kazanarak, kurtuluşa çalışmak gerekir.
İnsanların başlangıç ve sonucuyla yaratılış evreleri hatırlatıldıktan sonra, hayat ve bekaları ve uyanmaları ve sorumlulukları ile ilgili olan bazı sebebler ve ilâhî nimetlerin de yaratılışına işaretle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
17- Andolsun biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz, yaratmaktan habersiz değiliz.
18- Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu yerde durgunlaştırdık. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter.
19- Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik ki, bunlarda sizin için bir çok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.
20- Tûr-ı Sinâ'da (dahi) yetişen bir ağaç da meydana getirdik ki, bu ağaç, hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) verir.
21- Hayvanlarda da sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakilerden size içiririz. Onlarda sizin için birtakım faydalar daha vardır; ayrıca etlerini yersiniz.
22- Hem onlara ve hem gemiye yüklenirsiniz.
17- Yedi tarîka; TARÂİK, tarîka nın çoğuludur. Bunun tefsirinde birkaç değişik görüş söylenmiştir:
1- Tarîka kat mânâsına gelir. Nitekim denilir ki, "bir biri üzerine kat kat elbise giydim" demektir. Bu şekilde "seb'a terâik" yedi kat demek olur. Ve "Yedi kat gök..." (Mülk, 67/3) mânâsını ifade eder.
2- Tarîk gibi yol demektir. O halde "seb'a tarâık" yedi yol demektir. Bazıları yıldızların yolları olmasından dolayı göklere tarâık denildiğini söylemiştir. Fakat bu şekilde maksat "Her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler." (Yâsîn, 36/40) âyetine göre yıldızların yüzdükleri gökler ve yörüngeler olmuş olur ki, bu ise sadece yedi değil, çoktur.
Bundan dolayı uygun olan, diğer birçoklarının tercih ettiği gibi meleklerin yukarı yükselme yolları olması itibariyle göklere, tarâık, denilmiş olmasıdır ki, görünen gök bunların ancak birisidir.
3- Tarîkat, diğer bir deyişle sistem mânâsındadır ki, son zamanlarda dilimizde manzume veya meslek diye de tercüme edilmiştir. Nitekim güneş sistemi demek olan "sistem soler" güneş manzumesi, güneş mesleki diye bilinmektedir. Buna göre "seb'a tarâık" yedi sistem demek olur ki, güneş sistemi bunların birincisidir.
Görülüyor ki, bu üç mânânın üçünde de "seba tarâık" yedi gök demek oluyor. Bizce bu görüşlerin en güzeli, meleklerin çıkış yolları demek olan yedi yol mânâsına olmasıdır. Âyetin sonu da bu yedi yolun ilim ile alâkasını anlatmaktadır. Bu delil ile biz, yedi gök denilen bu yedi yoldan insanları yukarıdan kapsayan yedi anlama yolunu anlıyoruz ki, bunlar beş duyu ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor ki; ve biz, yaratmaktan habersiz değiliz. Yani yüce yaratıcı, ne yaptığını bilmez ve yaptığından haberi olmaz bir doğa değildir. Ne yarattığını, ne yaratacağını bilir ve yarattığı yaratıkların durumlarından ve ihtiyaçlarından haberdardır. Hiçbirini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsinin işlerini görür. Tevbe edenlerin tevbesini, yalvaranların duasını duyar; yerin, göğün, dirinin, ölünün her hal ve vaziyette içiyle dışıyla bütün özelliklerini bilir. Bundan dolayı, ölenleri nasıl yeniden dirilteceğini de bilir. Fahreddin Razî'nin de hatırlattığı üzere bu âyetin birçok konuya delâleti vardır. Şöyle ki:
1- Yaratıcının varlığına ve iradesine delâlet eder. Çünkü yaratılışın değişmesi ve cisimlerin bir özellikten zıddı bir özelliğe dönüvermesi, bir değiştiricinin varlığına ve eserdeki çeşitlilik, eseri yaratanın irade ve ihtiyarına delildir.
2- Tabiat meselesinin yokluğuna delâlet eder. Çünkü tabiat, yapıcı veya yaratıcı olsaydı, aynı şekil ve vaziyette kalması gerekir ve bu değişme ve başkalaşma meydana gelmezdi. Buna karşılık bu değişiklik, tabiatın kendisinde meydana gelen değişiklikten oluyor denemez, çünkü böyle demek tabiatın bir yaratıcıya ve mucide ihtiyacını kabul etmek demektir.
3- Bilerek yaratanın ilmini ve kudretini gösterir. Gerçekte âcizin bir şey yapması mümkün olmadığı gibi, ilimli, şuurlu yaratıkların, cahilden meydana gelmesine imkan olmadığı gibi, bu kadar hayret verici işler ve beğenilip takdir edilen eserler de, cehalet eseri olamaz.
4- Yüce yaratıcının kudretinin, bütün olabilir şeylere şâmil, ilminin bütün bilinen şeyleri kapsamış, toplu halde veya ayrı ayrı her şeyin, koruması ve gözetimi altında bulunduğuna delalet eder.
5- Kudret ve ilmin genişliği de yeniden dirilmenin, haşr ve neşrin mümkün olduğunu haber verir.
6- Yaratıcının yarattığından habersiz olmaması, yaratıklar arasında sayılan insanların maddî hayatlarına ait yiyecek, içecek vesair ihtiyaçların çaresi ve elde edilmesinden başka peygamberler gönderilmesi ve kitapların indirilmesi gibi doğru yola sevk ve irşadlarına ve manevî hayatlarına ait olan ihtiyaçların da çaresini ve elde edilmesini ifade eder. Ve böylece peygamberlik ve elçilik meselesinin de esasını bir ispat vardır. Ve gerçekte bunun arkasından su ve sudan meydana gelen bitkiler ve hayvanlar gibi yaratılmış olan maddî nimet ve faydalı şeylerin başlıcalarına işaret ve bunun ucunda insanların çalışması ve elde etmesiyle yaratılmış olan gemi nimeti hatırlatıldıktan sonra, peygamberliğe ait kıssalar genişce anlatılacaktır. Buna göre sözün neticesi şöyle olur: Yaratıcıların en güzeli olan ve insanı yoktan var eden şanı yüce olan biz; yarattığımız yaratıklardan habersiz olmadığımızdan üstünüzde yedi yol yarattık
18- ve gökten uygun bir ölçüde su indirdik. Yani takdir ettiğimiz belirli bir miktar ve ölçüde yüksekten yağmur yağdırdık. İnsanların tâ çamurundan beri hayatî gereklerinin en önemlisi olan suyun kendisi bir nimet olduğu gibi, birçok nimetlerin meydana gelmesine sebep olduğu da bilinmektedir. Fakat böyle olması her ihtiyaca göre bir ölçü ile sınırlıdır. Fazlası tufân gibi yıkıcı ve yok edici olur. Onun için faydalı yağmurlar da zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda yağarlar. Öyle ki bunların yağışı ve miktarları normal bir şekilde bir düzeyde ve bir ölçüde değil, Allah'ın dilemesi ve ilmine göre bir tasarrufa delalet eder bir şekilde az çok birbirine benzer bir nizam içindedir.
Ve ilâhî yardımı ifade eden bu noktayı özellikle ifade için "bi kaderin" (ölçü ile) kaydı konulmuştur. Bir de suyun basit bir madde olmayıp iki ana madde, oksijen ve hidrojen'den meydana gelen birleşik bir madde olduğu kimya ilminde daha sonra bilinmiştir. Demek ki, suyun meydana gelişi bile tabii bir şey olmayıp dışardan tesir eden bir yaratıcının sanatıdır. Bu bakımdan da su, semâvî bir tesirin neticesi ve meyvesidir. Tabiat Bilgisi'nde yağmurlar, güneş sıcaklığı ile denizlerden ve yerden buharlaşıp yukarıya çıkan su buharlarının toplanması, yoğunlaşması ve suya dönüşmesi ile meydana geldiğinden bahsedilirken yağmurların doğal olarak kendiliğinden meydana geldiğini zannetmemelidir. Bu taraf, yağmurların meydana geliş nedenlerinden bir parça olsa da tamamı değildir. Fizik de ilmin tamamı değildir. Gerçi ısınmakla suyun buharlaşması, soğumakla buharın su haline gelmesi bir âdettir. Fakat gerek ısı ve gerek soğukluk suyun ve buharın bir tabiatı olmayıp dışardan bir etkinin tesiri ile olduğu gibi, çevredeki (temperatüre yani hava sıcaklığı)nin her an aynı seviyede durmayan değişmesi de yüce yaratıcının emir ve tedbiri ve her seferinde oluşan yağmur miktarının belirlenmesi ve tesbit edilmesi de ilâhî takdirin hükmünün ortaya çıkmasıdır. Vermek istediği hayat nimetine göre özel bir miktar ile bazen normal şekilde, bazen normalin üzerinde olarak o suyu gökyüzünden indiren O'dur.
Bir eczâhanede (labaratuarda) damıtılan, damıltılmış suyu doğal sayan kimse görülmüyor. Çünkü bir iradenin tesiri vardır. Halbuki onda tabiilik, yağmurun tabiiliğinden daha açık, yağmurda sanat ve iradenin ortaya çıkışı daha yüksektir. Bundan dolayı, yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannedenler gibi yağmur duasını inkâra kalkışmamalı ve tecrübe edilmiş olduğu üzere dua ile yağmur yağdığı zaman şaşmamalıdır. Buyuruluyor ki, yarattığımızdan habersiz olmadık ve gökten bir ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Irmaklarda, göllerde kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde, toprak içlerinde vesairede duruyor. Halbuki bizim, onu giderivermeye de elbette gücümüz yeter. O indiriş ve durduruş zarurî ve mecburî değil, yalnız bir nimet olarak yaratıkların hayatına ve iyiliğine bir ilâhî yardımdır. Yoksa kurak zamanlarda görüldüğü gibi o sular kuruyabilir, ısı çoğaltılıverilse yeryüzünde sudan eser kalmazdı. Düşünmeli ki o zaman hal ne olurdu?
19-Fakat ne büyük bir nimet ve cömertliktir ki böyle iken indirdik ve durdurduk da onunla sizin için bahçeler inşâ ettik. En güzel, en faydalı bitkilere ve ağaçlara yetişip büyüme verecek. Türlü bitkilere ve bahçeler yetiştirdik ki hurmalıklar ve üzümlükler cinsinden sizin için onlarda bir çok meyveler var; hurma ve üzümden başka daha bir çok yemişler var ki, faydalar temin edersiniz ve onlardan yersiniz. Yani o bağlardan bahçelerden geçinirsiniz. Bunlardan yemek iki türlüdür: Birisi doğrudan doğruya meyveleri yemektir. İkincisi o yüzden geçinmektir. Burada bağ ve bahçelerin hem hayati faydaları, hem ekonomik faydaları hatırlatılmış oluyor. Bir de bunların mahsulleri, insanların gıdasından mühim bir kısmını teşkil ettiğinden insan yaratılışının ilk maddesi olan süzülüp çıkarılmış çamur özünün bir kısmını açıklamış olması düşünülebilir.
20-Hurma ve üzüm gibi zeytinin de hayat ve ekonomideki özel önemi nedeniyle buyuruluyor ki: Bir de Tûr-ı Sinâ'dan çıkan bir ağaç meydana getirdik ki hem yağ bitirir, hem de yiyeceklere bir katık. Burada zeytin ağacının Tûr-i Sinâ'dan çıkan bir ağaç tabiri ile ifade edilmesi şüphe yok ki dikkat çekicidir. Deniliyor ki zeytin başlangıçta Tûr-i Sinâ'dan çıkmış ve yayılmış veya önemli kısmı orada yetiştiğinden böyle denilmiştir. Bununla beraber bunda Hz. Musa'nın Cenab-ı Hak ile konuşma yeri olduğu mübarek Tûr-ı Sinâ'nın zikredilmesiyle zeytinin bereketine bir işaret bulunduğu gibi Nur âyetindeki "mübarek bir zeytin ağacından..." (Nur, 24/35) temsiline bir imâ da yok değildir. Zira açıklamanın hedefi, bu tecellilerden ilâhî feyze yönlendirme ve ulaştırmadır. Çünkü aynı hava, aynı güneş ve aynı toprakta bu çeşitli nimetlerin yaratılması, yüce yaratıcının gafil bir tabiat olmadığını haykıran birer ibret delilleridir. (Ra'd, 13/3. âyetin tefsirine bkz.)
21- Sizin için hayvanlarda da muhakkak bir ibret vardır. O ağaçta ve bahçeler de hep birer ibret olduğu gibi hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan en'âm, yani koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de bir ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar. Size onların karınlarındakinden içiririz. Kan ile gübre arasından bembeyaz ve tertemiz süt çıkar, içilir; bir kör tabiatla bu nasıl seçilir. Sizin için onlarda bir çok faydalar da vardır ki, bakıp gözetmek şartıyla faydalanırsınız ve onlardan yersiniz. Meyvelerinden ve mahsullerinden faydalandığınız gibi, kendilerinden de faydalanır ve etlerinden yersiniz
22- ve onların üzerine ve gemi üzerine yüklenir taşınırsınız. Yine en'âm içinde sığır ve mandaya da yük çektirilir. Fakat gemi gibi üzerine yük vurulan develerdir. Onun için Arap şairleri develere "kara gemileri" demişlerdir ki, bizim trenlere kara vapuru dememiz gibidir. Görülüyor ki, yaratılıştaki bu faydalı şeyler hatırlatılırken insan yapısı olarak imâl edilen gemi hemen aşağıda getirilivermiş ve bu şekilde "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." (Sâffât, 37/96) âyetine göre insanın yaptığı şeylerin bile Allah'ın yaratığı olduğuna dikkat çekildiği gibi, bununla kazanç bereketini yükselten ve insan toplumunun terbiye ve kurtuluşuna kaynak olan peygamberlik nimetine karşı küfredenlerin ileride gelecek olan kıssalarına bir giriş yapılmıştır.
Meâl-i Şerifi
23- And olsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?"
24- Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir kodaman topluluğu "Bu, dediler, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."
25- "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp (durumu) gözetleyin bakalım."
26- Nuh: "Rabbim! dedi, beni yalana çıkarmalarına karşı bana yardım et!"
27- Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Bizim nezaretimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır!
28- Sen, yanındakilerle beraber gemiye yerleştiğinde: "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun" de.
29- Ve de ki: "Rabbim! Beni mübarek bir yere indir. Sen, konuklatanların en hayırlısısın."
30- Şüphesiz bunda sizin için birtakım ibretler vardır. Çünkü biz, kullarımızı böyle denemişizdir.
23- And olsun ki biz Nuh'u kavmine peygamberlikle gönderdik. A'râf Sûresi'nde (7/59-64) Hûd Sûresi'nde (11/36-49) ve Nûh Sûresi'nde Hz. Nûh'un peygamberliği ve nasıl hakka davet ettiği hakkında daha bazı geniş açıklama vardır. Bazı sûrelerde de daha kısa ve özlü bir şekilde hatırlatma ve işaretler yapılmıştır ki, bunlar aynı kıssanın sadece bir tekrarı değil, aynı konu üzerinde başka başka birer yönün açıklanmasıyla, ayrı ayrı faydalar içeren çeşitli açıklamalardır. Mesela burada gemi nimetinin kaynağı ve faydası hususunda peygamberlik meselesinin önemli bir noktasını açıklığa kavuşturma vardır.
Gerçekte yarattığından habersiz olmayan Allah, Nuh'u kavmine peygamber gönderdi de Nûh o peygamberlikle dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Size O'ndan başka hiç ilâh yoktur artık korunmaz mısınız? Yani Allah'ı tanımadığınız ve vahdaniyetle ibadet etmediğinizden dolayı başınıza gelecek olan büyük bir günün azabından kendinizi korumaz mısınız? Zira diğer sûrelerde geçtiği üzere "Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" (Arâf, 7/59) diye bildirmişti.
24- Bunun üzerine kavminden küfreden topluluk, yani göz dolduran kodamanlar gürûhu peygamberliği inkâr ederek halka karşı dedi ki : Bu ancak sizin gibi bir insan, üzerinize üstün ve hakim olmak istiyor. Yani insanlık özelliği yönünden sizden hiçbir farkı, fazla bir özelliği ve üstünlüğü olmadığı halde, peygamberlik davası ile sizin üzerinize çıkmak, başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:
Birincisi: Adı geçen peygamberde normal insanlardan fazla bir meziyyyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu âdî bir şahıs ve ehliyetsiz bir ihtiras sahibi gibi göstermeye çalışmak ve bu şekilde onu sıkıntılandırmaktır ki, dünyalık mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi kimselerin çoğunlukla ehliyet ve hak sahipleri kişilere karşı âdetleridir.
İkincisi: Peygamberlik davasını bütün insanlığın üzerine çıkmak gibi fazla bir iddia zannetmek. Peygamberliği beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası şeklinde göstermektir ki, Allah Teâlâ'yı yaratıklardan habersiz bir tabiat gibi zanneden Muattıla'nın veya Allah'ın mücerred ruhânilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını zanneden Sabiîlerin zanlarıdır. Onun için peygamber denildiği zaman böyleleri onda insan üstü bir özellik bulunması, yani insan cinsinin en yüksek bir ferdinde bile bulunmayan sırf ilâhî bir cevher ve kimlik bulunması gereğini iddia ederler. Hıristiyanların Hz. İsa'da ilâhî bir cevher bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nastûrîlerin, biri ilâhlık biri insanlık diye iki cevher kabul etmelerine bile razı olmamaları o iddiaya mağlubiyetlerinin bir neticesidir. Zamanımızda birtakım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr yönünde "Şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir zat, fakat insanlık üstü bir vücut değil, bunun kendisi de söylüyor 'Ben de sizin gibi ancak bir beşerim' (Kehf, 18/110) diyor." demeleri, yani ilâhlık davasında bulunmadığından dolayı Allah'ın peygamberinin peygamberliğini kabul etmek istememeleri de o zanna uyularak söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu zanda bulunanlar veya bu şekilde safsata yapmak isteyenler bir insanın peygamberliği söz konusu olduğu zaman onu bütün insan cinsinin üstünde yüksek bir kimlik iddia ediyormuş gibi anlatırlar da onun bir ilâh veya bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdik olunamazmış gibi gösterirler.
İsrâ Sûresi'nde geçtiği gibi Resulullah'a karşı Kureyş müşriklerinin bir kısmı da bu safsatayı ileri sürmüşlerdi. Buna karşı burada bunun yanlış kaynağının yüce yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannetmek küfrü olduğu ve Nûh'tan İsa'ya kadar gelen büyük peygamberlere karşı kâfirlerin de hep bunu söyleyegeldikleri ve ilmen iknâ olmak istemeyen bütün o kâfirlerin sonunda peygamberliğin doğruluğu karşısında fiilen yok oldukları anlatılmıştır. Yani Nûh'un peygamberliğine karşı kavminin kodaman kâfirleri demişti ki: "Bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka bir şey değil, böyle iken insanlığın üzerine çıkmak insanlıktan daha yüksek olmak istiyor. Allah'tan peygamberlik dava ediyor, insandan Resul mü olur?" Gerçi âyetten ilk bakışta önceki mânâ hemen akla gelir Fakat daha sonra gelen bölümüne dikkat edilince de ikinci mânâ; yani insanın peygamberliğinin inkârı mânâsı daha açık görünür. Çünkü o kâfirler bunun arkasından şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
Ve eğer Allah dileseydi elbette melâike indirirdi.Yani Allah insanlara elçi göndermek isteseydi yerdeki insandan değil, elbette gökyüzünden melekleri elçi yapar indirirdi de herkes ondan Allah'ın tebliğatını kendi alırdı. Buna "elbette" demeleri iki görüş açısındandır. Bir kere batıl zanlarında Allah'ın beşerden birine tebliğat yapıp peygamberlik nimeti vermesini mümkün görmüyorlar. Allah, doğrudan doğruya cisim sahibi olanlara tesir edemez, zannediyorlar. Halbuki bu şekildeki istidlâlde bir "müsâdere ale'l-matlûb" fesâdı (bir şeyi yine kendisiyle delil göstermeye kalkışma yanılgısı) vardır. Yani delil davanın aynıdır. Bir de tabiat ve vücup bakış noktasına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer bazı kimselere melekleri indirmiş ise her ferde indirmesi gerekirdi, çünkü tabiat küllîdir. Bu yanlış zan da Allah'ın mutlak yaratıcı olduğunu inkârdır.
İbrahim Sûresi'nde geçtiği üzere bu gibilere karşı peygamberler: "Evet biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lutfeder" (İbrahim, 14/11) diye cevap vermişlerdi ki, burada da: "Biz yaratmaktan gâfil değiliz" (Müminûn, 23/17) âyetiyle o yanlış zanları kökünden reddedilmiş ve nitekim En'âm Sûresi'nde "Allah elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir" (En'âm, 6/124) buyurulmuştur. Fakat Allah'ın ilim ve iradesini bilmeyen ve kafaları tabiat, âdet ve taklitlerle devamlı dolmuş olan kâfirler dediler ki biz önceki atalarımızdan bunu işitmedik. Yani Nûh'un dediğini, Allah'tan başka ilâh yoktur, kelâmını işitmemişler, yahut bazılarının sözüne göre Nûh gibi peygamberlik iddia edeni işitmemişler, cehaletleri o kadar uzamış ki, peygamber cinsini duymamışlar. Bununla beraber bizce bunun melâike indirilmesine işaret olması ihtimali de vardır ki, melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş olurlar. Ve bu mânâ, gösterdikleri bahanelerin çürüklüğünü anlatmış olması sebebiyle âyetin ahengine daha uygun gelir.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|